Yönetim Kurulu Üyelerimiz Mustafa ÇEVRİM ve Umut TUKAÇ, Yrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL ile birlikte …
ODTÜ ADT: Öncelikle bugünlerde çok tartışılan yeni anayasa süreci ve başkanlık sistemi hakkındaki görüşlerinizi bizlerle paylaşacağınız için teşekkür ederiz. Yeni anayasa sürecinden başlayacak olursak konunun Başbakan’ın grup toplantısında yaptığı açıklamalarla yeniden Türkiye gündemine geldiğini görüyoruz. Başbakan mart ayının sonuna kadar bir anayasa taslağı gelmezse meclise kendi taslaklarını sunacaklarını belirtti. Esasında yeni anayasa söylemi AKP tarafından özellikle 2010’daki referandum ve sonrasındaki seçim dönemlerinde çeşitli zamanlarda tekrar tekrar gündeme getirildi. Sizce sözü verilen bu yeni anayasayla ilgili süreç nasıl yönetildi, kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarını ve AKP’nin süreç üzerindeki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ozan ERGÜL: Başbakan’ın Mart 2013’e kadar bu iş bitmezse kendi anayasa taslaklarını sunacaklarını belirtmesi, bence bu sürece aslında çok da fazla inanılmadığını gösteriyor. Çünkü Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarının Aralık 2012’de bitmesi planlanmıştı; ancak bu çalışmaların aralık ayında bitmeyeceği zaten kasım ayında belli olmuştu. Bunun üzerine Meclis Başkanı’nın da girişimiyle bu iş tıkandı, ama “bunu bir mağlubiyet veya başarısızlık olarak görmeyelim, çalışmaya devam edelim” şeklinde iyi niyetli bir yaklaşımla çalışmalara devam edilmek istendi. Fakat bu esnada çoğunluk partisinin, iktidar partisinin, bir başkanlık hükümet sistemini proje olarak, yeni anayasa çalışmaları çerçevesinde dikkate alınmak üzere Uzlaşma Komisyonu’nun önüne getirdiğini gördük. Şimdi bu Uzlaşma Komisyonu üyelerinin basına yansıyan demeçlerinden anlıyoruz ki; Uzlaşma Komisyonu’nun büyük ölçüde çalışmalarının yavaşlamasına ve hatta durmasına sebep olan şey iktidar partisinin komisyona sunmuş olduğu bu başkanlık hükümet sistemiyle ilgili olan öneri. Çünkü bu öneri anayasanın, yazılmakta olan veya yazılmaya çalışılan anayasanın, birçok farklı yerini etkileyecek ve o metin yaratma mühendisliğinin birçok hesabını birbirine karıştıracak. Çünkü böyle bir öneriyle meclis yapısına kadar giden pek çok şeyi değiştirmiş oluyorsunuz. Nitekim basına yansıyan ilk tartışmalar and metniyle alakalı. And metninin nasıl düzenleneceği konusuna takılınmış durumda. Çünkü eğer artık bir cumhurbaşkanı değil başkan olacaksa, bu and metninin değişmesi gerekiyor. Sonuç olarak bu başkanlık sistemini önermekle zaten iktidar partisi Türkiye usulü Uzlaşma Komisyonu çalışmalarına sekte vurmuş oluyor. Hem engel koyup, hem de “Mart 2013’e kadar çalışmalar bitmezse ben yeni anayasa metnini kendim hazırlayıp halka sunacağım” demek, bence sürece yönelik bir güvensizlik olduğunu ve aslında buradan çıkacak bir ürüne en başından itibaren inanılmadığını gösteren bir şey. Dolayısıyla ben bu yaklaşımı pek de olumlu bir yaklaşım olarak görmüyorum. Bunun yanında sunulmuş olan başkanlık hükümet sisteminin içinde çelişkiler barındırdığını düşünüyorum. Bu hafta içinde komisyon üyelerinin bazı beyanları bu önerinin dayatma olarak sunulduğu yönünde. Hem engel çıkaracaksınız, hem de bu engelin yarattığı gecikme ve donmaları bir yıldırma olarak kullanıp “yapamıyorsanız ben kendi anayasamı sunacağım” diyeceksiniz. Bu bana, niyetin en başından beri kendi anayasa metnini çıkarıp ortaya koymak olduğunu düşündürüyor.
ODTÜ ADT: Biraz da meclisteki siyasi partilerin yeni anayasaya ilişkin yaklaşımlarından söz edecek olursak, bugün her birinin sürece bir uzlaşmadan ziyade parti çıkarları doğrultusunda yaklaştığını söyleyebiliriz. Örneğin, biraz önce bahsettiğiniz gibi AKP’nin kendi iktidarını güçlendirmek adına bir başkanlık sistemi projesini gündeme getirdiğini ya da BDP’nin Kürt milliyetçiliğine vurgu yapan söylemler içerisine girdiğini görüyoruz. Partiler tarafından gündeme getirilen bu konuların tartışılması muhakkak ki daha demokratik bir anayasanın oluşturulması adına önemli. Fakat kullanılan söylemlerle zaman zaman bir dayatma haline de dönüşen bu tartışmaların anayasanın hazırlanma süreci üzerinde ne gibi etkileri olacaktır?
Ozan ERGÜL: Sonuçta toplumun önemli bir kısmı Meclis’te siyasi partiler eliyle temsil ediliyor. Temsili demokrasi çerçevesinde temsil edildiğini kabul ediyoruz en azından. Oy verdiğiniz partiler birebir sizin düşüncenize uygun siyasetler gütmüyor olabilir, ama sonuçta toplumun önemli siyasi akımları bugün mecliste temsil edilebiliyor ve bu temsil çerçevesinde anayasa yapılırken doğal olarak uzlaşma gerekiyor. Uzlaşma kendi içinde şüphesiz pazarlık barındırır, bu pazarlık süreçleri de doğası gereği al-ver prensibine dayanır. Yani hep kazan kazan olmaz, bazen bir taraf feragatte bulunur, bazen karşı taraf. Ama sonuçta toplam olarak baktığımızda uzlaşmanın bir al-ver pazarlığının ürünü olması gerekir. Anayasa sürecinde bunun olmasını yadırgamamak lazım. Her partinin kendine göre hassasiyetleri olabilir, bunları gündeme getirmek isteyebilir. Hatta iyi işletilen bir süreç olsa veya biz en baştan sürecin iyi işletileceğine inansaydık, belki yeni anayasanın kabulünde “oy birliği aranır” da denmezdi. Ama biz baştan beri sürecin çok iyi işletilemeyeceğine inandığımız için, çeşitli uyarılara rağmen Komisyonda oy birliği arandı ve dolayısıyla bir tam mutabakat metnine ulaşılmak isteniyor. Sonuç olarak oy birliği arandığı noktada kimsenin kimseye bir şey dayatma durumu olmayacak, çünkü dört aktörden herhangi bir tanesinin katılmadığı bir konunun, bir metnin, bir düzenlemenin oradan çıkması mümkün değil. Bir taraf bile muhalif kalsa o metin çıkmıyor. Bu durumda kimse kimseye bir şey dayatamaz. Ama süreç kendi içinde herkesin hassasiyetini, herkesin önceliğini ortaya koyduğu ve bunların üzerinden pazarlıklar yapıldığı takdirde ilerler. Böyle olmalı zaten, oy birliğine karşı çıkıldı, ama oy birliği kimsenin kimseye bir şey dayatmasına da imkân vermeyecek bir şey.
ODTÜ ADT: Diğer ülkeleri incelediğimiz zaman anayasa anlayışının toplumdan topluma göre farklılık gösterdiğini görüyoruz. Örneğin, İngiltere gibi yazılı bir anayasası olmayan ya da çok az maddeli anayasası olan ülkeler olduğu gibi çok maddeli ve katı bir anayasaya sahip olan ülkeler de var. Türk toplumunu ve ülkemizin demokrasi kültürünü göz önünde bulundurursak bugün hazırlanacak yeni anayasanın nasıl bir anayasa olması gerekiyor sizce?
Ozan ERGÜL: Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki her anayasanın bir ruhu olur. Bu pozitif bir şey değildir, ama anayasa bir modeli benimser. Bizim anayasamız da bütün eleştirilere rağmen sokulsa sokulsa liberal anayasal modelin içine sokulabilir. Yani baktığımızda üç çeşit anayasacılık vardır. Bir İslami anayasacılık vardır, bir sosyalist anayasacılık vardır, bir de liberal anayasacılık vardır. Fakat bunların her biri kendi içinde de birçok renk barındırır. Liberal anayasacılık da kendi içinde pek çok fark barındırabilir. İdeolojilerin geçirdiği evrim çerçevesinde liberal anayasacılık da evrim geçirmiştir. Liberal anayasacılığı bugün daha çok sosyal devlet ilkesiyle birlikte okumak mümkündür. 1961 Anayasamızla birlikte de sosyal devlete ilişkin temel prensipler ve bunun gerekleri anayasaya girmiştir. Dolayısıyla bu vahşi liberalizm, klasik liberalizm çerçevesinde örgütlenmiş bir anayasa değil, ama esas olarak özgürlükçü, bunun yanında da sosyal devlet ilkesiyle desteklenmiş bir liberal anayasal model olmalıdır bizimkisi.
ODTÜ ADT: Peki bu anayasada bazı kırmızı çizgiler olmalı mı? Eğer olacaksa bunlar hangi temeller, değerler üzerine kurulmalıdır?
Ozan ERGÜL: Kırmızı çizgi derken ben şunu anlıyorum, benimsenen ideolojilerin anayasada oluşturduğu biraz önce de söylediğim ruh denilen şey. Anayasayı bütünsel yorumlamak lazım, bu anlamda anayasanın bütünsel yorumunu mümkün kılacak, bir bütünlüğü, tutarlılığı olması lazım. O anlamda bulunması gereken şeyler yanında, anayasanın benimsediği bazı ilkeler olur. Bu ilkeler vazgeçilmezdir, mesela batıda bunlara “ebediyet klozu” denir. Ebediyete kadar bu hukuk sistemi şu ilkelere dayanmalıdır. Bu devlet ve bu devletin kaynağı olan anayasa var olduğu sürece bizim değişmesini istemediğimiz bazı prensipler olabilir. Değişmez maddeler farklı ülkelerde farklı şekillerde formüle edilmişlerdir. Mesela Alman anayasasının 79. Maddesine göre insan onuruna ilişkin birinci maddeyi değiştirmek mümkün değildir. Bizim ülkemizde de demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti cumhuriyetin temel ilkeleri arasında sayılmış, bunu değiştirmek mümkün değil denmiştir. Onun dışında Ankara’nın başkent olması gibi uzunca bir koruma klozu var bizim anayasamızda. Ama sonuçta yeni anayasada da böyle değişmez hükümler olabilir. Anayasa Uzlaşma Komisyonu da zaten bunları tartışmayı en sona bıraktı. Genellikle demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin, cumhuriyetin bir kazanımı olduğu, aslında ellenmemesi gereken, değiştirilmemesi gereken şeyler olduğu söylendi. Ama bugün konuşa konuşa aslında bir redaksiyona ihtiyaç olduğu anlaşıldı. Çünkü ikinci maddenin Türkçesi kötüdür mesela, üçüncü maddede de yazım hatası vardır. Yani “Devletin dili Türkçedir.” denmektedir ancak devletin dili olmaz, devletin resmi dili olur. Yani böyle ufak tefek redaksiyonlara imkan verecek bir yumuşama bugün biraz oluştu. Yani hiç ellenmemesi gerektiğini söyleyenler şüphesiz var ama “demokratik, laik, sosyal, hukuk devletini biz cumhuriyetin bir kazanımı olarak kabul ediyoruz ve bunun değişmemesinin gerektiğini düşünüyoruz” derseniz, sanıyorum maddedeki diğer hususların değiştirilebileceği veya revize edilebileceği konusunda bir kamuoyu oluşabilir. Ama ilk kısım bence de muhafaza edilmeli. Yani demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti; hatta buna insan haklarına dayanan demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti eklemesini de yapabiliriz. Çünkü bunlar kazanımdır, yani bunların artık tartışılacak bir şeyi yoktur. Bunların aksini düşünmek, evrensel değerlerden ve liberal anayasa modelinden uzaklaşmaktır. Siz sosyal hukuk devletinden vazgeçemezsiniz, sosyal devletten ve hukuk devletinden ayrı ayrı vazgeçemezsiniz. Laiklikten vazgeçmek demokrasiden vazgeçmek anlamına gelir. Dolayısıyla bunlardan zaten vazgeçmemek gerekir. Ama bunları bir ilke olarak, bir hedef olarak, bazen uzaklaşsak da bazen yakınlaşsak da her zaman için muhafaza etmek gerekir. Yani kırmızı çizgi demesek bile, bunları korumak lazım diye düşünüyorum.
Röportajın devamı için tıklayınız.