Yrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL | Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı
“Anayasa yargısı” terimi en basit tanımıyla “kanunların anayasaya uygunluğunun denetimi” anlamına gelir.1 Kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli bir mahkeme olarak Anayasa Mahkemesi ülkemizde 1961 Anayasası ile kurulmuştur. Bu tarihten önce yürürlükte olan 1924 Anayasası döneminde kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemekle görevli bir mahkeme bulunmamaktaydı. Yargısal denetimin yokluğu nedeniyle 1924 Anayasası’nın 103. maddesinde yer alan “Anayasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsanamaz ve işlerlikten alıkonamaz. Hiçbir kanun anayasaya aykırı olamaz.” Hükmünün de bir yaptırımı haliyle bulunmamaktaydı. Anayasaya aykırı olan bir kanunun anayasa ile çatıştığının yetkili bir organ tarafından tespit edilememesi nedeniyle 103. madde hükmüne rağmen, uygulamada anayasaya açıkça aykırı olan kanunlar dahi geçerliliğini koruyabilmekteydi.
Anayasa Yargısı Neden Gereklidir?
Anayasa yargısı yukarıda da belirttiğimiz gibi kanunların anayasaya uygun olup olmadığının denetlenmesini sağlamak suretiyle bir hukuk düzenindeki en üstün hukuk kuralı olan anayasanın gerçek anlamda üstün olmasını sağlar. Böyle bir denetimin bulunmaması halinde, anayasanın “normlar hiyerarşisinde” kendisine göre daha altta yer alan alelade kanunlar tarafından değiştirilmesi söz konusu olur ki böyle bir durumda anayasanın üstünlüğünden söz etme olanağı kalmayacaktır. Diğer taraftan, yargısal denetimden ayrı olarak “kanunların anayasaya uygunluğunun siyasal denetiminden” de söz etmek mümkünse de bu gerçek anlamda bir denetim olmaktan uzaktır. Parlamentodaki görüşmeler sırasında milletvekillerinin kanunun anayasaya aykırı olduğunu iddia etmeleri, yine parlamentodaki ilgili komisyonlarda kanunun anayasaya aykırı olması nedeniyle geri çekilmesi ya da değiştirilmesi talepleri ve Cumhurbaşkanı’nın imzalaması için kendisine sunulan kanunu anayasaya aykırı olduğundan bahisle meclise bir kez daha görüşülmek üzere geri göndermesi siyasal denetime örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu tür iddia ve talepler genellikle parlamentoda yer alan çoğunluklar tarafından göz ardı edilebilecektir. Üstelik bu çoğunluklar genellikle yürütme organının (özellikle de bakanlar kurulunun) sıkı takibi ve parti disiplini altında hareket etmek durumunda kalan milletvekillerinden oluşmaktadır. İşte bu nedenlerle üstün hukuk kuralı olarak anayasanın yaptırımı olmak üzere anayasa yargısının bir yargısal denetim olarak kabul edilmesi ihtiyacı doğmuştur.
Anayasa yargısının neden gerekli olduğunu açıklarken üzerinde durulması gereken bir diğer sebep, yukarıdaki açıklamalarımızla yakından ilişkilidir. O da parlamentodaki çoğunlukların keyfi hareket etmesini önlemek biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Aksi takdirde siyasal çoğunluklar anayasa denen üstün hukuk kuralını tanımayarak siyasal azınlıkların hak ve özgürlüklerini tehlikeye atabilir, önceden belirlenmiş hukuk kuralları çerçevesinde yönetime işaret eden hukuk devleti ilkesini hiçe sayarak keyfi bir yönetim sergilemeye başlayabilirler. Bu tasarım da aslında “anayasal demokrasi” kavramı ile ifade edilmektedir. Bu terimde geçen “anayasa” ile anayasacılık fikrinin dayandığı iktidarın hukukla sınırlanması ve iktidarın bölünmesi (kuvvetler ayrılığı) olgularına atıfta bulunulurken “demokrasi” ile de sınırlanan iktidarın aslında bir halk iktidarı olduğu vurgulanmaktadır.
İktidar demokratiktir, diğer bir deyişle kaynağını halkın tercihlerinden ve rızasından almaktadır; ama diğer taraftan da sınırlıdır ve bu sınır anayasa denen hukuk kuralları ile çizilmiştir. Hukuk kurallarının çizdiği sınır çerçevesinde haklar tanınmış ve koruma altına alınmış, yönetilen kadar yönetenlerin de tabi olduğu hukuk kuralları ortaya konmuştur. Diğer bir deyişle, iktidar halkın iktidarı dahi olsa keyfi ve sınırsız olamaz. Bu durum diğer taraftan “anayasacılığın paradoksu” olarak ifade edilmektedir. Çünkü anayasa yapımı, güç aktarımı yanında gücü aktaranın, yani halkın kendi kendisini sınırlaması anlamına da gelir. Dolayısıyla bir anayasal demokraside, çoğunlukların ve onların temsilcilerinin dilediklerini yapabileceklerini, anayasa başta olmak üzere hukuk kuralları ile sınırlanamayacaklarını iddia etmeleri kabul görmez. İşte anayasa yargısı, çoğunlukların anayasa denen üstün hukuk kuralına saygı göstermesini sağlamak suretiyle de anayasal demokrasinin yaşamasına olanak tanır.
Şüphesiz anayasanın üstünlüğünden söz ederken anayasaların katılığına da değinmek gerekir. Bugün, İngiltere hariç hemen bütün egemen devletlerin bir yazılı anayasası vardır. İngiltere’de ise yüzyıllara dayanan bir yazısız (teamüli) anayasa geleneği devam etmektedir. İşte yazılı anayasaların da genellikle değiştirilmelerinin güçleştirildiğini, diğer bir deyişle, sıradan (alelade) yasalarla anayasaların değiştirilmesinin mümkün olmadığını görüyoruz. Çeşitli yöntem ve araçlara başvurmak suretiyle değiştirilmesi alelade yasalara göre güçleştirilmiş ya da bazı maddeleri yönünden değiştirilmesi olanaksız hale getirilmiş anayasalara katı (sert) anayasalar denir. Bugün anayasaların üstünlüğünden söz edebiliyorsak bu büyük ölçüde anayasaların meclislerdeki basit çoğunluklar tarafından değiştirilmesini önleyen katı anayasa olgusu sayesinde mümkün olmaktadır.
Anayasa Yargısında Farklı Modeller Bulunmakta mıdır?
Anayasa yargısının bilenen en yakın tarihli çağdaş örneği ABD’de karşımıza çıkar. 1803 tarihli Marbury v. Madison davasında Yüksek Mahkeme Başyargıcı Marshall şu meşhur gerekçeyle anayasaya aykırı bir kanunun uygulanmaması gerektiğini ifade etmiştir:
“Şu tersi ileri sürülemeyecek kadar açık, yalın bir önermedir ki, ya anayasaya aykırı olan bir yasama işlemi (Kanun) denetime bağlı tutulur; ya da, yasama organı anayasayı bayağı bir kanunla değiştirebilir. Bu ikisi arasında ortalama bir yol yoktur. Anayasa ya bayağı kanunlar gibi değiştirilemeyen üstün, yüce bir kanundur, ya da yasama organının dilediği zaman değiştirebileceği bayağı kanunlarla eşdeğer düzeyde bir kanundur. Bu yollardan birincisi doğru ise, yasama organının anayasaya aykırı olan işlemi kanun değildir; ikinci yol doğru ise, o zaman yazılı anayasalar halkın gerçekte sınırlandırılmaya elverişli bulunmayan bir gücü, sınırlandırmak için giriştikleri boş ve anlamsız çabalardır.”
Marshall’ın bu ünlü gerekçesine dayanan Yüksek Mahkeme’nin kararı sonrasında giderek yerleşen Amerikan tipi anayasa yargısında merkezileşmemiş bir yaygın denetim modeli geçerlidir. Yaygın denetim modeli de denen Amerikan tipi anayasa yargısında tüm mahkemelerin önlerindeki uyuşmazlığın çözümünde uygulayacakları kanunun anayasaya uygunluğunu denetleme ve aykırı gördükleri kanunu uygulamama yetkileri bulunmaktadır. Ancak, bu sistemin sağlıklı işlemesi için ortak hukuk (common law) geleneği içinde yerleşmiş olan emsal hukuku çerçevesinde üst mahkemenin verdiği kararın tüm alt mahkemeleri bağladığının da kabul edilmesi gerekir, çünkü denetimi yapan mahkemeler aykırılık tespit etmeleri halinde dahi kanunu iptal edememekte, sadece ihmal edebilmekte, diğer bir deyişle anayasaya aykırı olduğunu düşündükleri kanun yerine doğrudan anayasayı uygulamaktadırlar.
Amerikan tipi anayasa yargısı yanında bir de merkezileşmiş denetim modeli olarak da bilinen Avrupa modeli bulunmaktadır. Bu sistemin fikir babası ise ünlü hukukçu Hans Kelsen’dir. Avrupa tipi anayasa yargısında anayasaya aykırılık denetimi bu işle görevli bir mahkeme tarafından yerine getirilir. Uyuşmazlıkları çözmekle ya da ceza tayin etmekle görevli mahkemeler uyguladıkları kanunun anayasaya aykırı olduğunu düşünseler dahi bu konuda kendileri karar veremezler. Konuyu karara bağlamak üzere Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak durumundadırlar. Bizim sistemimizde anayasaya uygunluk denetimi için öngörülen bu yola “itiraz yolu” ya da anayasaya aykırılık iddiası somut bir uyuşmazlıktan kaynaklandığı için “somut norm denetimi” denmektedir. Diğer bir denetim yolu da iptal davası olabilir ki burada da doğrudan anayasa ile yetkilendirilmiş kişi ya da gruplar bir yasanın anayasaya aykırılığı iddiası ile yine belli bir merkezi mahkemeye iptal davası açarlar. Bizim sistemimizde kanun yürürlüğe girdikten sonra böyle bir iptal davası açmaya yetkili olanlar, aykırılık iddiasının esas veya şekil yönünden olmasına göre değişmekle birlikte cumhurbaşkanı, iktidar ve anamuhalefet partisi meclis grupları ve TBMM’nin beşte bir oranında milletvekili (110 milletvekili) olarak belirlenmiştir.
Avrupa modelini Amerikan modelinden ayıran önemli özelliklerden bir diğeri de Avrupa modelinde anayasaya uygunluk denetimi yapmakla yetkili mahkemenin ilgili kanun hakkında iptal yaptırımına karar verebilmesidir. Hakkında iptal kararı verilen bir kanunun ilgili hükmü geçerliliğini kaybeder ve hukuk aleminden çıkar.
Amerikan modeli anayasa yargısı kararlarla ortaya çıkmıştır, buna karşılık Avrupa tipi anayasa yargısı anayasal ve yasal düzenlemelere dayanır. Avrupa tipi anayasa yargısı büyük ölçüde, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde anayasa yargısının temel hak ve özgürlüklerin korunmasında önemli ve etkin bir araç olduğuna inanılması nedeniyle yaygınlaşmıştır. Son olarak 1990’larda liberal demokratik düzene geçen eski doğu bloğu ülkeleri yeni anayasaları ile birlikte anayasa mahkemeleri kurma yoluna gitmişlerdir.
Ülkemizde Anayasa Mahkemesi’nin Geçirdiği Değişimler Nelerdir?
Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesi ülkemizde 1961 Anayasası ile kurulmuştur ve 1962 yılından bu yana faaldir. Anayasa Mahkemesi’nin 1961 Anayasası ile kurulmasının altında şüphesiz önemli nedenler yatmaktadır ve bu nedenler, özellikle çok partili siyasal yaşama geçilen 1950’li yıllarda aranmalıdır. 1961 Anayasası’nın hazırlanması sırasında gözetilen birinci hedef temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir liberal demokratik anayasa düzeni sağlanmasıydı. Bu hedefle yakından ilgili olan bir diğer temel hedef, parlamentodaki çoğunlukların “Milli iradeyi biz temsil ediyoruz, öyleyse dilediğimiz gibi yönetebiliriz.” anlayışında somutlaşan ve yukarıda değindiğimiz gibi çağdaş anayasal demokrasi fikriyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir yaklaşıma set çekmekti. İşte çoğunlukların önüne fren olarak koyulan, onların anayasayı hiçe saymalarına engel olmayı amaçlayan araçlardan birisi de Anayasa Mahkemesi’dir. Diğerleri arasında, daha sonra 1982 Anayasası ile terk edilen çift meclis sistemi çerçevesinde kurulmuş olan “Cumhuriyet Senatosu” belirtilebilir.
1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesi 15 üyeden oluşmaktaydı ve bu üyelerden üçünü Millet Meclisi, ikisini ise Cumhuriyet Senatosu seçmekteydi. Diğer bir deyişle, 15 üyeden beşi parlamento tarafından seçilmekteydi. Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve yetkilerini düzenleyen Anayasa ve kanun hükümlerine bakıldığında bir anayasaya aykırılık iddiasının iki yoldan Anayasa Mahkemesi önüne gelmesinin mümkün olduğu görülmekteydi. Bunlardan ilki iptal davası (soyut norm denetimi), diğeri ise mahkemelerden yapılacak itiraz (def’i) başvurularıydı (somut norm denetimi).

1982 Anayasası, iptal davası ve itiraz yolunu korumakla birlikte çeşitli yönlerden değişikliklere gitmiştir. Öncelikle, sorunlara ve krizlere sebep olduğu için meclisin üye seçmesi yöntemine son verilmiş, tüm üyelerin belirlenmesinde cumhurbaşkanına yetki verilmiştir. Cumhurbaşkanı, 11 asıl ve 4 yedek üyeden oluşan Mahkeme’ye genellikle belli yüksek mahkemelerden (Yargıtay, Danıştay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) seçilerek önüne gelen üç aday arasından atama yapmakta ise de bazı hallerde göreve atayacağı kişiyi seçmekte oldukça serbestti. Yüksek kademe yöneticileri ve avukatlar arasından yapacağı seçimlerde önüne aday getirilmesi söz konusu olmayan Cumhurbaşkanı, yaş ve kıdem koşullarını taşıyan dilediği kişiyi Anayasa Mahkemesi’ne üye seçebilmekteydi. Bunun yanında iptal davası açmaya yetkili olanlar arasından kendilerini ilgilendiren konulardaki yasalara karşı iptal davası açma yetkisi tanınmış olan kurumların bu yetkileri ellerinden alınmıştır. İptal davası açma süresi de 90 günden 60 güne indirilmiştir.
Son Anayasa Değişiklikleri Anayasa Yargısı Alanında Neler Getirmektedir?
12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen halkoylaması kesin sonucunun Yüksek Seçim Kurulu tarafından Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla birlikte 5982 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiş ve 1982 Anayasası değiştirilmiştir. Söz konusu anayasa değişikliği hakkında kanunun 16, 17, 18 ve 19. maddeleri ile Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve yetkileri ile ilgili 1982 Anayasası düzenlemelerinde önemli değişiklikler öngörülmüştür. Bu değişiklikler incelendiğinde göze çarpan yenilikler şöyle sıralanabilir: 1. Bundan böyle Anayasa Mahkemesi, 11 yerine 17 üyeden oluşacaktır. 2. Anayasa Mahkemesi iki daire halinde çalışacaktır. 3. TBMM, 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi Anayasa Mahkemesi’ne üye seçebilecektir. Ancak, TBMM’nin seçeceği üye sayısı 3 olarak belirlenmiştir. Bu üyelerden ikisi Sayıştay tarafından üyeleri arasından belirlenecek üç aday içinden, TBMM tarafından seçilecektir. Meclis’in seçeceği üçüncü üye ise baro başkanları tarafından belirlenecek üç kişi arasından seçilecektir. Bu seçimlerde TBMM’nin ilk turda üçte iki, ikinci turda salt çoğunlukla seçim yapması mümkündür. Ancak, ilk iki turda öngörülen nitelikli çoğunluk sağlanamadığı takdirde üçüncü tur oylamada basit çoğunluk yeterli olacaktır. Bu düzenleme haklı eleştirilere uğramıştır, çünkü basit ya da salt çoğunlukla bir Anayasa Mahkemesi üyesinin TBMM Genel Kurulu tarafından seçilebilmesi demek iktidar partisinin dilediği kişiyi bu mahkemeye üye olarak atayabilmesi anlamına gelecektir. Bunun yerine her durumda TBMM’nin üye tam sayısının üçte iki çoğunluğunu aramak daha isabetli olurdu.
4. Cumhurbaşkanının üye seçmedeki ağırlığı devam ettirilmiştir. Oysa, bu durum 1982 Anayasası’nın eleştirilen yönlerinden birisiydi. Bunun yerine yüksek mahkemelerin doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne kendi mensupları arasından üye seçmesinin önü açılmalıydı.
5. 5982 sayılı Kanun’un 18. maddesi ile anayasanın 148. maddesi değiştirilmiş ve anayasaya aykırılık iddialarının Anayasa Mahkemesi’nin önüne gelmesini kolaylaştıran “anayasa şikayeti” yolu kabul edilmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi, 1961 ve 1982 Anayasaları döneminde ülkemizde anayasaya uygunluk denetiminin işletilebilmesinde başlıca iki yol olarak iptal davası (soyut norm denetimi) ve itiraz yolu (somut norm denetimi) kabul edilmişti. Anayasa şikayeti ise anayasal haklarının ihlal edildiğini düşünen vatandaşlara doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne bu iddialarını taşıma imkanı tanımaktadır. Olumlu olarak değerlendirilebilecek bu düzenlemenin de iki yönden eleştirilmesi mümkündür. İlki, anayasa şikayetinin hak ihlaline neden olan işlemin dayanağı durumundaki kanuna karşı mı olacağı, yoksa sadece işleme karşı mı olacağının net bir biçimde belirtilmemiş olmasıdır. İkinci bir eleştiri ise bu hakkın sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan (ve aynı zamanda anayasada da yer alan) haklar yönünden ihlallerde başvurulmasına imkan tanınmasıdır. Oysa, anayasada tanınan, ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde tanınmayan haklar da bulunmaktadır. Anayasada yer alan tüm haklar yönünden anayasa şikayetine olanak tanınması haklar için daha etkin bir korunma sağlayabilirdi.
Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi’nin tüm eleştirilere karşın anayasal demokrasimizin işlemesinde önemli bir işlev gördüğünün yadsınamayacağını belirtmek isteriz. Anayasa Mahkemesi’nin temel hak ve özgürlüklerin korunması yönünden üstlendiği görev, başka hiçbir biçimde yeri doldurulamayacak önemdedir. Anayasa Mahkemesi ile ilgili anayasa değişikliklerinin, endişelerin aksine, Anayasa Mahkemesi’ni daha saygın bir konuma taşıyacağı ümidini korumak isteriz. Ancak, temennimizin gerçekleşmesi, Mahkeme’ye üye seçecek ve bu göreve nail olacak kişilerin partizan yaklaşımlar ve ideolojik saplantılardan uzak durarak, görev ve işlevlerinin bilincinde olmalarına bağlıdır. Bunun mümkün olup olmadığını ise zaman gösterecektir.