TÜRK DIŞ POLİTİKASININ DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ

tarafından
578
TÜRK DIŞ POLİTİKASININ DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ

Nüzhet KANDEMİR | Emekli Büyükelçi

Atatürk Dış Politikası Çerçevesinde Hatırlanacak Birkaç İlkesel Gerçek

İç politikada geçici kazanımları amaçlayan beyanların ve  davranışların, dış politikada ulusal çıkarlara ters sonuçlar verdiğini unutmamak gerekir. Dış politika uygulayıcılarından beklenen; ülkeleri adına yürütecekleri her türlü girişim ve müzakerede, ülkelerinin uzun vadeli çıkar ve beklentilerini, diğer ülkelerin çıkar ve talepleri ile bağdaştıracak çözüm formüllerini  milletçe kabul edilebilir sağlam bir çerçeveye oturtabilmeleridir.  Engebeli ve çetin diplomasi yollarında, önde gitmek hevesine kapılıp da sırtını karşıtlarına dönmek tehlikelidir, zira ileri aşamalarda eline fırsat geçirenler bu konumunuzu aleyhinize kullanırlar. Bu bağlamda, uluslararası hukuk çerçevesinde, ulusça edinilmiş

hak ve çıkarlardan herhangi bir taviz verilmemesi esastır. Üçüncü ülkelerin ya da uluslararası kurum ve kuruluşların, ülkenizin ulusal çıkarları ile uyum göstermeyen istek ve taleplerde bulunmaları doğaldır. Onların, bu istek ve taleplerini elde edebilmek için verecekleri sözler, sonuç itibariyle, kâğıda dökülüp imzalanmadıkları sürece, sözde kalmaya mahkum olacaktır.

Türk dış politikasının, yabancı ülkelerin çıkarlarına dayalı talep ve dayatmalar ile değil, Atatürk Türkiyesi’nin ve Cumhuriyetimizin, uzun vadeli ulusal çıkarları ışığındaki gereksinimler doğrultusunda sabırla yönlendirilmesi esastır. Diplomasi, dış politika hedeflerine ulaşabilmek için, kişisel ve partisel ihtirasları bir kenara bırakarak, eldeki mevcut olanakları, ülkenin güvenliği ve ulusal çıkarlarından ödün vermeden kullanma sanatıdır. Daha Cumhuriyetimizin kuruluşu aşamasında,  tüm olumsuz koşullara ve uluslararası toplumun  engellemelerine karşın Türk diplomasisi, olanakları en iyi şekilde değerlendirme ve ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanma sanatının Lozan’da mükemmel bir örneğini vermiştir.

Lozan’dan Günümüze

Atatürk’ün bizlere bıraktığı mirası korurken, ülkemizi daha da ileri götürmek ve yüceltmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış olan geçmişteki devlet adamlarımızın dirayetli ellerinde, Türk dış politikasının, Lozan’dan Soğuk Savaş’ın sona erdiği döneme değin geçirdiği evreleri, sadece ana hatları ile hatırlamaya çalışalım.

I.Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkan uluslar arasında, bir tek Türkiye, bu savaşın olumsuz sonuçlarını, kısa bir süre içinde telafi etmiştir, üstelik müttefik kuvvetlerle yeni bir barış antlaşmasını eşitler arası  çerçevede müzakere etmeyi başarmıştır.  Türkiye bu dönemde  ne ittifak halinde olduğu ülkelerin kazandığı zaferin avantajlarından yararlanmak ne de potansiyel büyük bir güç olmak konumundaydı. Türkiye’nin uluslararası alanda kendini kabul ettiren güçlü bir konuma ulaşma mücadelesi her türlü övgüye değerdir. Mustafa Kemal Atatürk’ün izlediği diplomasi, savaş sonrasında elde kalan tüm olanaklardan azami ölçüde yararlanmasını bilmiştir. Mustafa Kemal,  Rusya ve Batı ile ayrı ayrı müzakere yürütürken, eş zamanlı olarak, aynı süreçte, çıkarları gereği ortak davranış sergileyen bu iki tarafla masaya oturup müzakereden de kaçınmamıştır. Bir yanda tek taraflı müzakereden sağladığı kazanımları diğer yanda çok taraflı bir ortak pazarlık peşinde olanlara karşı koz olarak kullanabilmiştir. Atatürk diplomasisi ulusaldır. Ulusal davalarımız ve çıkarlarımızın elde edilebilmesi açısından  amaçlanan hedefleri  doğru tanımlayarak, eldeki her türlü aracı, kararlılıkla, bu ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanabilmiştir.

Kurtuluş Savaşımızın Türk ordularının zaferiyle sonuçlanmasının ardından, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupa’nın  büyükleri,   İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyetiyle Mudanya’da bir araya geldiklerinde bir mütareke yapmaktan başka çarelerinin kalmadığını anlamışlardır. 24 Temmuz 1923 tarihinde ise Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun önündeki tüm engelleri kaldırmış ve o dönemin koşullarında Türk tarafının beklentilerini olanakların elverdiği azami ölçüde karşılamış bir uzlaşı belgesi olan Lozan Antlaşması’nı, herhangi bir taviz vermeden bugün de uygulamayı sürdürmek bizlerin vazgeçilmez bir borcudur. Bu antlaşma, müzakere masasında oturan karşı tarafta bulunan ülke temsilcilerinin gösterdikleri güçlü direnç ve sergiledikleri olumsuz tutuma rağmen, büyük bir mücadele veren Türk diplomasisi sayesinde elde edilmiştir.

Lozan’ın ardından, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan ve Atatürk’ün vefatına kadar geçen dönemi kapsayan, 1919 ile 1939 yılları arasındaki siyasi gelişmeleri değerlendirdiğimizde, geçmişin edilgenlik ve duygusallıklarından tamamen soyutlanmış, dengeli, hesaplı, gerçekçi, güvenilir ve tutarlı bir dış politikanın tüm devlet ciddiyetiyle uygulandığını görmekteyiz. Misak-ı Milli ile belirlenen sınırlar içinde kalmak, iyi komşuluk, ahde vefa (verdiği sözde durma), içişlerine karışmamak ve tüm ülkelerle dostça ilişkiler kurmak gibi temel dış politika ilkelerine dayandırılan bu politika sayesinde Türkiye, güvenilir ve dostluğu aranan bir ülke olarak dünya siyaset sahnesinde kendini kanıtlamıştır.

10 Kasım 1938’de Atatürk’ün ebediyete intikalinin ardından 14 Mayıs 1950’ye kadar, Türk dış politikasında ilke itibariyle bir değişiklik görülmemiştir. Türkiye, zaman zaman tehdit ya da şantaj boyutlarına varan ağır baskılara göğüs germe yeteneğini göstermiş, böylece II. Dünya Savaşı’nın son aşamalarına kadar bu savaşın dışında kalabilmeyi başarmıştır.

1944 yılı ortalarında, Avrupa’nın savaş sonrası fotoğrafını  isabetle tahmin eden Türkiye, yayılmacı emeller sergileyen Sovyetler Birliği’nden gelebilecek tehlikeleri dikkate alarak, savaş dışı kalma politikasının, bu kez Türkiye’yi yalnızlığa mahkûm edeceği ve savaş sonrasındaki barış müzakerelerinde söz hakkına sahip olamama sonucunu vereceğini de görmüş, İngiltere ve ABD ile yakın temas ve istişarelere öncelik vermiştir. Bunun sonucu olarak, 2 Ağustos 1944 tarihinde Almanya ile ve 6 Ocak 1945 tarihinde de Japonya ile ilişkileri kesme kararı almıştır. Churchill, Roosevelt ve Stalin arasında Şubat 1945’te Yalta’da yapılan görüşmelerde, “1 Mart 1945 tarihi itibariyle, sadece Almanya ve Japonya ile savaş durumunda olan ülkelerin Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılabilecekleri” yolunda alınan kararın ardından da, Türkiye 23 Şubat 1945’te bu iki ülkeye karşı savaş ilan etmiştir.

1947 Paris Antlaşması müzakere edilirken, Türkiye Oniki Adalar ve diğer bazı sınır düzenlemeleri konusundaki beklentilerini belki tümüyle karşılayamamıştır. Buna mukabil, Sovyetler Birliği’nin, Boğazlar rejiminde değişiklik yapılması yolundaki, sonuçları çok tehlikeli isteklerinin önünü tümden kesmeyi başarmıştır. Batı İttifakı içindeki yerini kuvvetlendirmek suretiyle, Cumhuriyet’in ilanından başlayarak,  II. Dünya Savaşı sonuna kadar  bağımsız bir politika izleyen Türkiye’nin bu tutumu, ilerideki dönemlerde önemini kanıtlamıştır. Büyük ve güçlü devletlerin birbirleriyle kıyasıya çekiştikleri, fevkalade çalkantılı ve hassas bir dönemde ulusal çıkarları ön planda tutan temkinli bir dengeleme politikası ile Türkiye, diplomasi sınavında başarılı bir örnek daha sergilemiştir.

Günümüzdeki Genel Görüntü

Kuşkusuz ki Türk dış politikası çok boyutluluğunu korumalıdır. ABD kadar Rusya ile, aynı ölçüde, Avrupa ve özelde Avrupa Birliği ile iyi ilişkiler içinde olmak ve Arap Dünyası’nı ihmal etmeden İsrail ile de diyaloğu korumak gereklidir. Ancak, böyle bir denge politikası izlenirken kullanılacak araçlar, yollar ve sorumlu devlet adamlarının kamuoyları önünde benimseyecekleri üslup büyük önem taşır. Bu arada, büyük sıfatını verdiğimiz güçlerin “karşılıksız bir şey yapmayacakları” ve kendileri açısından ödün sayılabilecek herhangi bir fedakârlıkta bulunmayacakları iyi bilinip değerlendirilmesi gereken gerçekler arasındadır.

Uluslararası İlişkilerde “ Ortaklık” Kavramı:

Uluslararası arenada, diğer ülkelerle ilişkilerimizde, kullanılan söz ve benimsenen kavramları dikkatle seçmek zorunluluğu vardır. Bu zorunluluğa aykırı bir örnek özellikle dikkat çekiyor. “Stratejik ortaklık” kavramı siyasi çevrelerimizde, ısrarla kullanılmakta ve belki bazı çevrelerde beğeni ile de karşılanmaktadır.  “Stratejik ortaklık”, iki ülke arasında her alanda uyumlu davranma yükümlülüğünü de beraberinde getiren ve ülkelerin, diplomatik ve siyasi olduğu kadar, askeri alanlardaki zorluklarının da üstesinden gelinebilmesi için, “davranış birlikteliği” sergilenmesini gerekli kılacak bir ortaklık türüdür. İç politika alanında kısa vadede belki bir rahatlık ve siyasi getiri sağlar. Ancak, uzun vadede ülkelerin coğrafi ve stratejik konumları kadar, toplumsal ve tarihsel duyarlılıkları ve yükümlülükleri çerçevesinde, değişik türde ortaya çıkması zorunlu olacak davranış, tepki ve uygulama sıkıntılarına da yol açar. Bunun yanı sıra, örneğin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi uluslararası forumlarda, “stratejik or-

tak” ülkeler arasında yaratılan beklentilere ters düşecek, çözümü zor olan sürtüşmelerin ve düş kırıklıklarının ortaya çıkması kaçınılmaz olur.

Son yıllarda, stratejik ortaklarımızın sayısı, söylemlere bakılırsa, giderek artmıştır. ABD, İngiltere, Rusya Federasyonu, Suriye, İran ve Irak’ı bu bağlamda sayabiliriz. Türkiye ile bu ülkeler arasında, örneğin ABD’nin Kanada, İngiltere ve İsrail ile olan ortaklığı benzeri  bir stratejik ortaklıktan nasıl bahsedilebilir?  Kanaatimce, en doğrusu, ülkemizin bugün vardığı her alandaki gelişmişlik düzeyi de dikkate alınarak, “geliştirilmiş ortaklık ilişkilerinden” (enhanced partnership) bahsetmek en gerçekçi davranış olacaktır.

XXI. Yüzyıldaki Türk Dış Politikasının Gerçekleri ve Beklentiler                                                    Neredeyse yarım asır süren “Soğuk Savaş” döneminin sona ermesini izleyen yıllarda, Sovyetler Birliği’nin dağılmış olmasının yanında, “Bağlantısızlar Hareketi”nin varlığına rağmen, yine de  sadece iki kutuplu olduğu algısı  adeta zihinlere nakşedilmiş olan dünyamızda, beklenen yeni dengelerin garantisini oluşturacak türde bir başat güç  ortaya çıkamadı. İşte bunun  içindir ki,  tüm aksine söylemlere rağmen, belirsizlik ve tereddüt havasının dağılması hiç de arzulanan süratte ve  düzeyde gerçekleşemedi. Tereddüt ve belirsizliklerle dolu bir ortam içindedir ki, Balkanlar’dan Kafkaslara, Orta Asya’dan   Orta Doğu’ya kadar uzanan ve her an siyasi, ekonomik ve sosyal karakterli büyük depremlere elverişli fay hatlarının bulunduğu bir istikrarsızlık alanında Türkiye  bir istikrar adası gibi görülmeye başlandı. Türk dış politikası, bu soğuk savaş döneminde, önceleri dostluk elini uzatan   Sovyetler Birliği’nin daha sonraki aşamalarda yarattığı ve belleklerden silinmeyen düşmanca davranış algısının etkisinden kurtulamadı. İki ülke arasında ortaya çıkan toprak uyuşmazlığını, o günün şartlarında, kendi başına çözüme kavuşturmakta zorlanacağı endişe ve  korkusu ile hareket eden Türkiye, geriden kendisine destek çıkacak  güçlü müttefiklerin arayışına girdi. Kısıtlayıcı bir endişe psikolojisi içinde, kendi güvenli yaşam ve  etki alanını be-

lirlemek zorunda kaldı. Türkiye, o zaman mevcut konjonktür bağlamında, arkasına alacağı desteğin Batı’dan gelmesini sağlamak üzere bir tercih yaptı ve yaptığı bu tercih yönünde kararlılıkla yürüdü. Bu zorunlu siyasi davranış, zaman içinde Türkiye’nin Batı dünyasının bir parçası olduğu kanaatini perçinledi. Bu arada Türkiye, kuruluşları tamamlanan siyasi, ekonomik ve savunma amaçlı uluslararası örgütlere bazı zorluklarla da olsa üyeliğini kabul ettirdi.

“Batı” dendiğinde  Avrupa Birliği, kaçınılmaz olarak, bu Batı’nın bir simgesi halinde ortaya çıkmış ve Türkiye, Avrupa Birliği’ne üyeliği vazgeçilmez bir devlet politikası olarak benimseyip korumuştur. Yarım asırdır süren ve tam üyelik perspektifini  içeren bu politikanın sonuçları alınamadığı gibi,  AB’nin Türkiye’ye karşı izlediği ikircikli ve samimiyet dışı davranışlar da, süreç boyunca gözle görülebilir olmakla beraber, geç de olsa, zaman içinde idrak edilmeye başlandı.

Batı dünyasının parçası haline gelen Türkiye, güvenlik alanındaki beklenti ve gereksinimlerini güvence altına almıştı.   Bunun  kaçınılmaz bir sonucu olarak, ülkemizdeki bazı çevrelerin iddialarına göre, ”durağan” ve  olayların gerisinden giden;  ayrıca -yine aynı tür iddialara göre- başta Orta Doğu olmak üzere, bölge ülkeleri ve özellikle Türkiye’nin komşuları bağlamında,  tarihten gelen ilişkileri sözde  göz ardı eden  bir siyasi çizgi izledi.  Bu çizgi ülkedeki bir takım   çevreler kadar bazı komşu ülkelerin de değişik beklentilerine kuşkusuz uygun düşmedi.

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, daha  yumuşak bir zeminde cereyan eden uluslararası ilişkilerin, değişik ve  proaktif politikalar geliştirilmesine müsait olduğunu gören Türkiye, zamanında durağan diye nitelenip eleştirilen politikalar yerine, kendi gerçeklerine  uygun düşmese de, “çok yönlü” şeklinde tarifini bulan, değişik dış politikalar geliştirmeye başladı. Buna ilave olarak,  süratle küreselleşen dünyamızda belki bundan daha süratli ve güçlü şekilde  devrimsel nitelikteki teknolojik gelişmeler ortaya çıktı ve bunların yarattığı “karşılıklı çıkar bağımlılığı” sonucunda,  devletlerin tek seçici ve karar verici olmaktan çıkması ve bireyler üzerindeki etki ve kontrolünün görece azalması olayına şahit olduk.

Günümüzde Türk dış politikasının saptanıp uygulanmasında, güvenlik faktörünün eskiden oynadığı birincil rolü kaybetmesine paralel olarak, bireylerin ve onların kurdukları sivil toplum kuruluşlarının  ifade etmeye çalıştıkları iradelerinin de hesaba katılması zorunluluğu, yavaş da olsa, kendini göstermektedir. Ayrıca, Türkiye “Batı âlemi” için ifade ettiği ekonomik ve jeopolitik değer ve önemin ayırdına ve bilincine varmaktadır. Bundan böyle, hükmetmekten ziyade hizmet etmeyi ön planda tutmak zorunda olan devlet, dış politikada karar alırken, bireylerin ve onların hayata geçirdiği sivil toplum kuruluşlarının görüş ve kanaatlerine, geçmişe oranla, giderek daha fazla yer vermek zorunda kalacaktır diye ümit ediyorum.

Önümüzdeki devrelerde, dış politika odaklarında sırf soyut güvenlik ve siyasi gereksinimlerin değil, somut ekonomik, ticari  ve piyasa duyarlılıklarının da etkin rol oynaması kaçınılmaz olacaktır. Bu arada, Türkiye’nin istikrarlı, saygın ve sözüne güvenilir bir devlet olma vasfını koruması; hukukun, insan haklarının, adaletin ve özgürlüklerin hüküm sürdüğü ve bunlardan, her ne bahane ile olursa olsun, taviz verilmediği bir güzel  köşe olmak vasfını kazanması zorunluluğu vardır.  Bu ölçekte küreselleşen bir dünyada artık hiçbir ülke, mevcut sorunları ile

uğraşırken, “Benim iç işimdir, sorunu istediğim gibi çözerim” diyerek kendisine yönelecek talep ve eleştirileri savuşturabilmek imkân ve kabiliyetinin kalmadığını idrak ederek, yöneticilerin bu olguyu er ya da geç içlerine sindirmeleri, söylem ve davranışlarını da ona göre ayarlayıp uyarlamaları   gerekecektir. Batı eksenine olan ilgisi görece azalan ve buna mukabil bölgesel eksendeki rolünün arttığı görülen Türkiye’nin önünde, sonuç olarak böyle top koşturacağı pek çeşitli sahalar açılmıştır. Bu sahalarda, proaktif olmak, sorunları asgariye çekmek, mümkünse sıfırlamak, fiziksel olduğu kadar, art niyetsiz bir zihinsel beceri ve kıvraklık ister; sürat ve basiret ister. Her şeyden önce de, iç politikanın kısa vadeli çıkar arayışlarından kesinlikle uzaklaşmak ister. Günümüz şartlarında, artık eskiden kalma söylem ve metotları kullanarak başarı kazanmanın mümkün olmayacağı görülüyor. Yeniliklere, beklenmedik gelişmelere kuşkusuz ayak uydurmak gerekir. Ancak, bunu yaparken imkân ve kabiliyetlerimizi çok iyi hesaplamalı, tartıp biçmeliyiz. Kabul edilebilir sınırların ötesine geçerek gereksiz düşmanlıkları, kıskançlıkları, kin ve nefret duyguları  ile yüklü  bulutları üzerimize çekmemek gibi büyük  bir   beceriye de sahip olmamız gerekir.

Tekrar vurgulayacak olursak, ister Batı ister bölgemiz bağlamında olsun, Atatürk dış politikası, bazılarının iddia ettiği gibi, statik, yani “durağan” değildir. Ancak,  içinde bulunulan ulusal ve uluslararası şartların gereklerini küçümseyerek, ülkeye uzun vadede zarar verecek hatalara  düşmekten de titizlikle kaçınır. Ülkemiz ve milletimizin uzun vadeli çıkarlarını ön planda tutup gözeten bir anlayışa sahiptir. Cumhuriyetimizin kuruluşunun yüzüncü yılını idrak etmemize az bir zaman  kala, küresel koşulların önemli değişikliklere uğradığını hep birlikte izliyoruz.  Ana eksen ve amaçlar değişmeden, o eksenin çevresinde oluşan ve halkımızın beklentilerine de uygun düşecek şartların değerlendirilmesi, yeni davranış kodlarının belirlenmesi doğaldır ve  eşyanın tabiatına uygundur. Avrupa’ya ayağını sağlam basan bir Türkiye dünyanın diğer bölgeleri ile de güçlü ilişkiler geliştirmelidir. Birbirini dengeleyici ve tamamlayıcı güçler ortaya çıkmakta olduğuna göre, geliştirilecek politikaların sürdürülebilir, inandırıcı ve saygın olması beklenir.  Hiddete kapılarak bu güçlerden birini bırakıp diğerini tercih eder bir yola girmek  sakıncalı olur. Onun içindir ki, artık kaçınılmaz hale gelen  çok yönlü siyasetin  taşıdığı riskleri de iyi hesaplamamız ve ülkemiz için en düşük riskle en yüksek faydayı elde edebilecek, iç politikadan arındırılmış yolları arayıp bulmamız beklenir.

Zihinlerin gerisinde tutmakta yarar olan husus, küresel veya ona yakın bir güç konumuna girmiş olan büyük ülkelerle kurulu dostlukları sürdürmenin ve onlar karşısında özgün gücünüzden fedakârlık etmeden hareket edebilmenin  önemli bir dış politika becerisi gerektirdiği gerçeğidir. Günümüzde dünya adeta bir belirsizlikler okyanusuna dönüşmüştür. Bu çalkantılı ve fırtınalı okyanusta yelken açmak öyle dışarıdan görüldüğü kadar kolay olmayacaktır. Maharet ve deneyim sahibi kaptanlara ihtiyaç olacağı gibi, büyük dalgalara dayanıklı yapıda, dengesi  yerinde bir tekneye sahip olmak da önemlidir.

Türkiye,  bölgesindeki komşu ülkelerle olan tarihi ve stratejik derinlikteki özgün ilişkilerini zorlayarak, Suriye ve İran örneklerinde görüleceği gibi, “aktif oyun kurucu” bir rolü denemektedir. Aslında, Türkiye benzer  bir rolü, ancak tedbirde kusur etmeden, daha 80’li yıllarda İran-Irak savaşı cereyan ederken, savaşan iki ülke arasında izlediği “aktif tarafsızlık siyaseti” temelinde ortaya koymuş ve o zamanki şartlar çerçevesinde, önemli ölçüde başarı da sağlamıştır.

Günümüzde, Avrasya-Orta Doğu ekseninde mevcut istikrarsızlık ve dengesizlik alanı, yaşadığımız bölge özelinde ve dünya genelinde dengeleyici bir güce olan gereksinim ve arayışları daha da artırmış bulunmaktadır. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’nin içeride mevcut sorunlarını bir an evvel kesin çözümlere kavuşturması, hukuka ve özgürlüklere mutlak saygılı “Örnek Ülke Türkiye” imajını, anayasal gerçeklere dönüştürerek  pekiştirmesi, saygınlık ve inandırıcılık kazanması gerekir. Bölgemizde coğrafi ve sosyal duyarlılıklar ve ters yönlerde beklentiler yoğundur. Bu karmaşık ortamda etkinlik kazanmak için, ortak aklı hâkim kılarak, kendi kimliğimizin damgasını taşıyan çözüm formülleri üretmek gerekir. Atatürk Türkiyesi’nde dış politikanın  önünü açacak ve dengeleyici rol oynama şansını artıracak olan da budur.

İran-Irak-Suriye Eksenindeki Son Gelişmeler ve Türkiye                Türkiye İran ilişkileri, öteden beri genellikle dostane çerçevede süregitmekle beraber, bu iki ülke arasında daima bir “nüfuz rekabeti” mevcut olmuştur. On milyar doları aşkın bir  ikili  ticaret hacmine ulaşılan günümüzde Türkiye petrol ihtiyacının yüzde yirmisini, doğal gaz ihtiyacının ise yüzde on birini İran’dan karşılamaktadır. Genel tablo böyle olsa da, NATO’nun “Füze Savunma Erken Uyarı Radarı”nın ülkemiz topraklarında konuşlandırılması, İran’ın “Nükleer Programı”, iki ülkenin genelde  “Arap Baharı” ya da, Arap akademisyenlerin tercih ettikleri tabirle, “Arap Değişim Rüzgârı” dediğimiz olguya özellikle de, Suriye’deki olaylara bakış ve yaklaşım farklılıkları; bunlara ilaveten Irak genelinde ve Kuzey Irak özelinde Türkiye ve İran arasındaki rekabeti, sürekli su üstüne çıkmayan, adeta “uyutulan sorunlar” olarak burada hatırlamakta yarar vardır.

İran, “Arap Değişim Rüzgârları”nın yarattığı gelişmeleri, 1979 İran İslam Devrimi’nden ilham alan “İslami Uyanış Hareketleri” olarak görmek te; ancak, Batı’nın halk hareketlerinin yönünü değiştirmeye çalıştığını, örneğin Libya’daki NATO harekâtının halkın meşru davasını desteklemek bahanesi ile ülkenin petrol kaynaklarının paylaşımına yönelik olduğunu vurgulamaktadır. Başta Hamas, Hizbullah, Lübnan ve İslami Cihad olmak üzere,  İran’ın en büyük müttefiki olan Suriye konusundaki karşıt politikalar, bölgeyi etkilemek çabalarında iki ülke arasındaki ilişkilerde açıkça dile getirilmeyen rahatsızlıkları da  bünyesinde taşımaktadır. Bu arada, Irak genelinde zaten mevcut olan İran etkisinin, Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin geri çekilmesinden sonra giderek arttığı görülmektedir. İran, Irak’taki Şii partileri birleştirerek merkezi hükümeti tümüyle bunların kontrolüne almak; eski Baasçıların affa uğrayıp geçmişte yer aldıkları kurumlarına iadesini önlemek ve Irak’ın İran’ı dengeleyebilecek askeri bir güç haline dönüşmesinin önünü  kesmek gayreti içindedir. Bu amaçlarla, İran’ın Irak’taki Şii militanlara her türlü eğitim ve teçhizat yardımı yaptığı bilinen bir gerçektir. İran’ın Irak Şiilerinin birliğini sağlayamayışında, bir bölüm Iraklı Şii din adamının mollalara karşı mesafeli davranmasının ve genelde Irak halkının İran’daki Molla rejimine karşı olumsuz bakışının  da rol oynadığı bir gerçektir. İran’ın Irak’taki etkinliğini artırma politikasının ülkemizle, özellikle Kuzey Irak bağlamında, bir çıkar çatışmasını tetiklemesi ihtimali her zaman mevcut olabilir.

Amerikan güçlerinin çekilmesi ile Irak’taki şiddet olaylarının hız kazanması bu ülkede iç savaş beklentilerini gündeme getirmiştir. Görünen odur ki, olaylar bir iç savaştan ziyade Bağdat ve dolaylarındaki bölgede Şii ve Sünni Araplar arasında mezhepsel bir çatışmaya dönme istidadı göstermektedir. Bu bağlamda, Orta Irak’ta Sünni Arapların çoğunlukta oldukları kesimde, Kuzey Irak benzeri, otonom bir idare ve yapılanma istekleri daha fazla duyulur olmuştur. Kürtler giderek kilit bir role soyunmaktadır ve Cumhurbaşkanı Talabani “milli bir konferans” toplamak için gayret sarf etmektedir. Başbakan Maliki’nin Türkiye’yi ve bölge politikalarını suçlayan tehditlerini izleyen süre içinde, Irak Şiilerinin  önde gelen liderlerinden olan Ali Sistani Ankara’ya gelerek, medya haberlerinden anlaşılabildiği kadarıyla, -zira resmi bir açıklama yapılmamıştır- ilişkileri yumuşatmaya yönelik görüşme ve girişimlerde bulunmuştur. Onu takiben Sünni Başbakan Yardımcısı Mutlaq ile Kuzey Irak Dışişleri sorumlusu Ankara’yı ziyaretle görüşmelerde bulunmuşlardır. Arkasından, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Murat Özçelik’in, kuzeyden güneye, Irak’ı ziyareti gelmiştir.

Suriye politikamızın Beşar Esad yönetiminde yarattığı hoşnutsuzluk ve Maliki’nin tehdit havasındaki sert ifadeleri hesaba katıldığında, Türkiye’nin, bölge bağlamındaki uluslararası ilişkilerinde vardığı noktada komşularla “sıfır sorun” politikasına ters bir tablo oluştuğu görülmektedir.  Buna rağmen Suriye konusundaki tutum ve politika ısrarlı ve güçlü bir tarzda sürdürülmektedir.  “İnsani Yardım” koridoru kurmanın dışında, muhalifleri silahlandırmak ve komşu ülke topraklarına girmek gibi yorum ve iddialar duyulmakta ve bunlar medyamızda yer almaktadır. Türkiye’nin, bazı uluslararası çevrelerin ve NATO benzeri kuruluşların telkin ve beklentilerine uyarak, yabancı bir ülke topraklarına fiili müdahale gibi, geri dönüşü olmayacak şekilde  bir maceraya kendini kaptırmaması ümit edilir.

Suriye vesilesiyle, Orta Doğu bölgesinde “ılımlı”larla “aşırılık” yanlıları arasındaki çizgiler açıkça ortaya çıkmıştır. İran’ın, siyasi olduğu kadar maddi ve manevi önderliğinde hareket eden  Irak’la beraber, Suriye ve Lübnan’dan oluşan “Şii Fay Hattı”, Suriye’de Esad rejiminin  çökmesi sonucunda, önemli bir kırılma  tehlikesi ile karşı karşıyadır. Suriye’de yaşanan insanlık dramı eski ve yeni Arap rejimlerinin ilgi odağı olduğu gibi ABD ve AB ile birlikte Türkiye’nin  de ilgi odağı halindedir. Değişik çıkar ve nedenlerle de olsa, bu ülkelerin beklenti ve dikkatleri Şam’da demokratik çerçeveye uyumlu, bireysel hak ve özgürlüklere gündeminde yer verebilecek yeni bir rejimin oluşması noktasında yoğunlaşıyor. 16 Şubat 2012 tarihinde, Beşar Esad’a iktidardan çekilme çağrısı içeren Arap Ligi kararını desteklemek üzere, BM  Genel Kurulu’nda büyük bir çoğunluğun oyları ile alınan karar bu olgunun teyidi mahiyetindedir.

İran, Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti Beşar Esad’ın düşmesini önlemeye yönelik olarak ellerinden gelen her türlü çabayı göstermektedir. Buna karşın, ister bölge dışından ister bölge içinden olsun, çıkışı olmayan vahim sonuçlar verecek silahlı bir müdahale düşünülemeyeceği varsayılırsa, ılımlılar cephesini oluşturan ülkeler  arasındaki zayıf ve  kırılgan ittifak sağlamlaşıp kendini ispat edemezse ve  Suriye içindeki muhalif grupların dağınıklığı ve birbirlerinden kopukluğu giderilemezse, biraz önce değindiğim, İran, Irak, Suriye ve Lübnan’dan oluşan “Şii Fay Hattını” oluşturan bugünkü “Hilal”in yarın “Dolunay”a dönüşmesini önlemek hiç de kolay olmayacaktır. Böylece, Suriye halkı da kendi kaderlerine terk edilmiş ve onlar açısından ortaya çıkan yeni, sakin ve demokrasiye yönelik bir Orta Doğu’ya kavuşma hayali de uzun yıllar sonrasına ötelenmiş olacaktır.  Sonuçta,  “Arap Baharı Rüzgârları”nın,  genel çerçevede,  uzun ve kahredici bir dondurucu kış rüzgârına  dönüşmesi olasılığı yüksek gözükmektedir.