Seyit Cem YILMAZ | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başlayıp çok partili siyasal hayata geçilmesine kadar devam eden dönemin siyasal rejimi bugün fazlaca tartışılan konuların başında gelmektedir. Yapılan tartışmalar ekseninde bazı çevrelerce Tek Parti Dönemi totaliter bir dönem gibi algılanabilmekte ve pek çok şey dönemin İtalyası ve Almanyası ile benzeştirilebilmektedir. Bu yazıda tek partili dönemin siyasal rejimi değerlendirilmeye çalışılacak, sırasıyla totalitarizm, otoriterizm ve demokrasi ile ilişkileri incelenecektir.
Tek Parti Rejimi Totaliter miydi?
Totaliter rejimler otoriterliği içinde taşımasından başka, yönetici diktanın zorla kurgusal bir toplum inşa etmek istediği ve bunu yapmak için halkın yaşamının tüm yönlerini kapsayıp her türlü yöntemi kullandığı rejimlerdir. Carl J. Friedrich’in görüşüne göre bütüncül (totaliter) düzenlerin altı özelliği vardır; bütüncül ideoloji, bu ideolojiye bağlı tek parti, tam gelişmiş bir gizli polis teşkilatı, kitle iletişim araçları üzerinde tekelci denetim, silahlar üzerinde tekelci denetim, iktisadi olanlar dahil tüm örgütler üzerinde tekelci denetim. Bu özellikler totaliter düzenleri otokratik ve demokratik düzenlerden ayırt eder. Bütüncüllük deyince İtalya’daki faşizm, Almanya’daki nasyonal sosyalizm, İspanya’daki Franco düzeni gibi tüm faşist rejimler ve başta Sovyet düzeni olmak üzere tüm komünist diktatörlükler bu kavramın içerisinde yer almaktadır. Totalitarizmin bu belli başlı özellikleri göz önünde tutularak tek parti rejimi totaliter bir düzen midir sorusuna yanıt aranacaktır.
Totaliter sistemler amacına ulaşmak için toplumsal kesimleri ya da tüm toplumu korkutmayı ve cezalandırmayı normal görmektedir ve bu da işkence, adam öldürme, toplu katliamlar ve toplama kampları gibi uygulamaların bu rejimde var olmasına sebep olmaktadır. Benzeri pek çok devrime göre kansız sayılabilecek olan Kemalist Devrim ise halka karşı bir operasyona girişmemiş, gerçekleştirilen devrimler halka rağmen değil halkla birlikte yapılmıştır. Devlet zaruri durumlar haricinde şiddete başvurmamış -dini ve etnik isyanları bu durumlara örnek verebiliriz- bu şiddet ya da baskı ortamı da gelip geçici olmuş, süreklilik arz etmemiştir. Örneğin saltanat ve hilafet kaldırılmış ama ne Fransız ne de Sovyet Devrimi’ndeki gibi hanedan mensupları idam edilmiştir. Yine pek çok devrimdeki gibi muhaliflerin ve eski rejim taraftarlarının öldürülmesi yerine, yurt dışına sürgün edilmesi bir başka örnektir.
Tek parti rejiminde totaliter rejimlerdeki gibi asker ve polis ön planda değildir. Asker-sivil ayrımı Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmış ve devlet idaresi sadece sivil otoriteye verilmiştir. Asker olmadıkları halde askeri üniforma giyen Hitler ve Mussolini’nin aksine Atatürk ve İnönü asker oldukları halde Kurtuluş Savaşı bittikten sonra askeri üniformalarını çıkararak militarizm yerine sivil demokrasiyi ön plana çıkarmışlardır. Cumhuriyet dönemi incelendiğinde ordunun, perde arkasındaki güçlerden biri olsa da, ön plana çıkarılmadığı gerçeği karşımıza çıkar. Hem Atatürk hem de İnönü, askeri siyasetin dışında tutmak ve sivil otoriteye tabi kılmak için fazlaca çaba göstermişlerdir.

Totaliter rejimlerde ütopyacı bir gelecek vaat eden ideolojiler etrafında toplum birleştirilmeye çalışılır ve tüm bireylerden bu ideolojiye hizmet etmesi istenir. Amaç bu ideolojiye uygun tek tip insan yaratmaktır. Buna karşılık Türkiye’de tek parti rejimi ise bizzat Mustafa Kemal’in el yazısıyla yazdığı Medeni Bilgiler kitabı ile halkına özgürlük ve demokrasiyi öğretmeye çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde çoğulcu bir demokrasi kurma amacının olduğunu düşünürsek zaten Tek Parti Dönemi’nin tek tip insan yetiştirme gibi bir hedefinin olamayacağı daha kolay anlaşılır. Dünyaca ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger birçok farklı ülkenin siyasi partilerini karşılaştırmalı olarak incelediği kitabında Türk Devrimi’nin ve devrimi gerçekleştiren örgüt olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin demokratik içeriğini şu sözleriyle ifade etmektedir: “… bazı tek partiler, gerek felsefeleri gerek yapıları bakımından gerçek anlamda totaliter değildir. Bunun en iyi örneğini, 1923’ten 1946’ya kadar Türkiye’de de tek parti olarak faaliyet göstermiş bulunan Cumhuriyet Halk partisi sağlamaktadır. Bu partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisindedir. Bu ideoloji, hiçbir zaman, Faşist ya da Komünist kardeşleri gibi, bir Tarikat ya da Kilise niteliği taşımamış; üyelerine bir iman ya da bir mistik empoze etmemiştir… Partinin yönetici kadrolarının anti-klerikal ve akılcı tutumu, onları açıkça ondokuzuncu yüzyıl Liberalizmine yaklaştırmıştır; milliyetçilikleri bile, 1848’de Avrupa’yı çalkalandırmış olan akımdan pek farklı değildir. Cumhuriyet Halk partisinin tutumu, zaman zaman, Fransız Radikal Sosyalist partisinin altın çağındaki tutumuyla kıyaslanmıştır; böyle bir kıyaslama hiç de saçma değildir. Adının ‘Cumhuriyetçi’ oluşu bile, bu partiyi, yirminci yüzyılın otoriter rejimlerinden çok, Fransız Devrimine ve ondokuzuncu yüzyıl terminolojisine yaklaştırmaktadır… Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunusunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır…” Duverger’nin söylediklerine ek olarak şu gerçeği de vurgulamak gerekmektedir: Kemalist ideoloji, faşizm ve Nazizm’deki gibi devlet yüceltmesi ve ırkçılık içermediği ya da Marksizm-Leninizm gibi bir sınıfın üstünlüğünü savunmadığı için totaliter bir rejimin ideolojisi olamaz. Sina Akşin’in de belirttiği üzere Avrupa’daki diktatörlüklerin “birçoğunda ırkçılık, azgın bir Yahudi düşmanlığı, azgın bir sol düşmanlığı (SSCB’de sağ düşmanlığı) vardı. Türkiye’de ise düzenin kesin olarak düşman olduğu tek şey ortaçağcıl gericilik ve yobazlıktı ki bunları da demokratik hareket ve tavırlar olarak nitelemek zordur.” Tek Parti Dönemi’nde millet egemenliği, seçimler ve meclisin üstünlüğü gibi kavramlara büyük önem verilmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda da sonrasında da devrim hangi güçlükle karşılaşırsa karşılaşsın meclisten vazgeçilmemiş, meclis-lider anlaşmazlığında muhalefeti ikna yöntemine gidilmiştir. Meclisin ikna olmadığı durumlarda son karar yine meclisin olmuş ve yönetici seçkinler tarafından bu karara saygı duyulmuştur. Mustafa Kemal’in de İsmet İnönü’nün de millet egemenliğini öven sayısız söylevi bulunmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Evren Arık şunları ifade etmektedir: “Önder, en kritik anlarda bile Meclis’e dayanmayı ihmal etmemiş, böylece kendini asla asi durumuna düşürmediği gibi; Sovyetlerin yaptığı hatayı da yapmayarak (önce düzeni kuralım, sonra demokrasiyi getiririz anlayışı) 80 yıldır yıkılmayan ve binbir zorluğa karşın gelişen bir demokrasinin temellerini atmıştır. Bugün en muhafazakâr politikacılarımız bile iki lafın birinde milli iradeden, sine-i milletten bahsediyorsa; bu, savaş yıllarında atılan demokrasi tohumları sayesindedir.” Totaliter rejimlerde ise genellikle parlamento, seçim, millet hâkimiyeti gibi kavramlar küçümsenmiştir. Faşist rejimler, eşitsizlikçi anlayışa sahiptir ve bazı insanların yönetmek bazılarınınsa yönetilmek için dünyaya geldiğini, bu nedenle de egemenliğin halkın değil tek bir şefin olabileceğini öğütlemektedir. Hitler bir konuşmasında “Bir devenin iğne deliğinden geçme şansı, büyük bir adamın seçimle keşfedilme şansından daha çoktur.” demiştir.
Türkiye’de 1923-45 arası dönem, Nazist ve sosyalist rejimler gibi tek partilidir fakat parti yapısı onlardan çok farklıdır. Öncelikle Kemalist partinin katı bir disiplini yoktur. Parti içerisinde farklı eğilimler de mevcuttur ve bu da parti içerisinde çoğulculuğu getirmektedir. CHP totaliter bir parti gibi değil kitle partisi gibi örgütlenmiştir. Prof. Duverger, Siyasal Partiler kitabında Kemalist tek partiden söz ederken şöyle demektedir: “…üyelik herkese açıktı; ihraç ve temizlik mekanizması mevcut değildi; üniformalar, geçit resimleri ve sert bir disiplin yoktu. Gerçekten, parti-içi demokrasi oldukça ileri görünmekteydi. Resmen, her kademedeki bütün yöneticiler seçimle iş başına geliyorlardı… Nüfuzlu kişiler etrafında birçok hiziplerin, Faşist metotlara göre ‘tasfiye’ edilmeksizin kurulabilmiş olmaları da kayda değer. Örneğin, İsmet İnönü ile Celal Bayar arasındaki rekabet, daha Atatürk’ün sağlığında ve Cumhuriyet Halk partisinin içinde başlamıştı. Bu son nokta özellikle önemlidir. Hizipler bir tek parti içerisinde serbestçe gelişebildikleri takdirde, tek parti, siyasal rekabetleri ortadan kaldırmaksızın sınırlayan bir çerçeveden ibaret kalır; tek parti dışında yasaklanan plüralizm, parti içinde yeniden doğar ve orada da aynı rolü oynayabilir.”6 Ayrıca, 1936’da Recep Peker’in İtalya’dan etkilenerek CHP için önerdiği faşist parti modelini Mustafa Kemal’in reddetmiş olması Kemalizm’in tek parti sistemini totaliter sistemlerden farklı kurmaya çalıştığının önemli örneklerinden biridir. Ahmet Taner Kışlalı’nın ifadeleriyle, “Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930’lar Avrupası’nda neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi, özellikle faşist-nazist modelden etkilenmişlerdi.” Kaldı ki o dönem faşizmden etkilenen sadece Türkiye’deki bazı yöneticiler değildir; Batı uygarlığının temsilcisi ülkelerde bile faşizmden etkilenen hükümetler var olmuştur. Fransa, Almanya’ya savaş ilan etmesine rağmen yaptığı bazı uygulamalarla faşizme yakınlaştığını hissettirmiş, Alman işgaline uğradıktan sonra da Vichy Hükümeti açıkça faşizme yönelmiştir. Demokrasinin beşiği olan bu ülkede 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yürürlükten kaldırılmış, devletin temel ilkeleri “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yerine “çalışma, aile, vatan” olmuştur. Fransa’nın totalitarizm doğrultusunda yaşadığı değişimde, işgale uğraması kadar o dönem tüm Avrupa’ya hakim olan faşizm dalgasından etkilenmesi de önemli bir faktör olmuştur.
Tek Parti Dönemi’nin totaliter rejimlere benzetilen diğer bir yanı ise İtalya’daki “duce”, Almanya’daki “führer” gibi liderlere verilen unvanların bir benzerinin “milli şef” adıyla İsmet İnönü’ye verilmiş olmasıdır. “Duce” ya da “führer”in yetkileriyle kıyaslanamayacak derecede az yetkiye sahip “milli şef”in ortaya çıkış süreci Düşün 22. sayıda yer alan “Cumhuriyet’ten 27 Mayıs’a İsmet İnönü ve Demokrasi” başlıklı yazıda güzel açıklanmıştır: “İnönü’nün bu unvanı benimsemesinin, öncesinde demokrasiye yaptığı vurgularla ve hatta yine aynı dönemde yaptığı uygulamalarla çeliştiği düşünülebilir. Demokratik bir rejimde bir siyasal partinin değişmez bir başkanının olması ya da herhangi birinin Milli Şef ilan edilmesi bugünün penceresinden baktığımızda kabul edilebilir bir durum değildir. Fakat İnönü’nün bu unvanı kabul etmesi ve benimsemesinin altında yatan sebepleri anlamak ancak dönemin koşullarını değerlendirebilmekle mümkündür. Onun, Atatürk’ün sahip olduğu karizma ve otorite sayesinde çok partili hayata geçiş sürecinde yaşanabilecek sorunları aşmanın daha kolay olacağını düşündüğü belirtilmişti. Dolayısıyla Atatürk’ün ölümüyle beraber oluşabilecek bir otorite boşluğunun giderilebilmesi, İnönü’nün Milli Şef unvanını kabul etmesinin altında yatan sebep olarak söylenebilir. Çünkü o demokrasiye geçişin adım adım olacağına inanıyor ve bu süreçte önceden kazanılmış değerlerin kaybolmaması için dönemin şartlarına göre bir otoritenin gerekli olduğunu düşünüyordu. Burada önemli olan nokta, Atatürk’ün sahip olduğu otoritenin kaybolmasıyla İsmet İnönü’nün oluşturmak istediği otoritenin hangi amaçla kullanılacak olmasıdır. İsmet İnönü’nün bu unvanı sonrasında kendi isteğiyle bırakması ve yine kendi iradesiyle çok partili hayata geçişi sağlaması göz önüne alındığında; bu otoritenin totaliter bir rejimin diktatörü olmak amacıyla oluşturulmadığı görülecektir.”
Tek parti rejimi ile totalitarizm arasında ilişki kurulmaya çalışılan bir başka olgu da 1936 yılında gerçekleşen parti-devlet kaynaşmasıdır. Bizzat Atatürk’ün isteğiyle Başbakan ve CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü’nün 18 Haziran 1936’da yayımladığı bildiri ile parti genel sekreterliği görevinin İçişleri Bakanınca üstlenileceği, illerde parti başkanlığı görevinin ise valiler tarafından yürütüleceği duyurulmuştur. Bu değişikliğin öncesi ve sonrası araştırılmadan, dönemin koşulları göz önünde bulundurulmadan yapılan değerlendirmeler rejimin totaliterliğe öykünmesi gibi yanlış sonuçlara ulaşabilmektedir. Oysaki 1936’daki parti ile devletin bütünleşmesi, partinin devlet üzerinde tahakküm kurmasını engelleyerek rejimin olası bir totalitarizme yönelişini engellemek için uygulanmıştır.

Uygulamaya zemin hazırlayan süreç incelenecek olursa, 1930’larda özellikle de Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminden sonra CHP’nin örgütünü kuvvetlendirmeye çalıştığı görülecektir. Fakat bu durum CHP Genel Sekreteri Recep Peker’in otoriter kişiliğinin de etkisiyle geleneksel bürokrasiye alternatif bir parti bürokrasisinin doğmasına ve bir yerden sonra parti elitinin devlet işlerine müdahale etmesine sebep olacaktır. Zamanla parti-hükümet çatışması yaşanmaya başlamış, kimi yerlerde parti müfettişlerinin valileri, belediye başkanlarını kendi isteklerine göre yönlendirmeye çalıştıkları görülmüştür. 11 İkinci Meşrutiyet döneminde devlet hiyerarşisiyle parti hiyerarşisinin iç içe girmesinin ve devamında İttihat Terakki’nin devleti ele geçirmesinin yol açtığı sakıncaları iyi bilen Mustafa Kemal kurmuş olduğu devlette bürokratik silsilenin bozulmasına izin vermemiştir. CHP Genel Başkanı olarak Peker’i Genel Sekreterlikten “af” etmekle kalmamış, radikal bir çözüme giderek partiyi devletin kontrolüne vermiştir. Sovyetler Birliği’nde ve Hitler Almanyasında olduğu üzere totaliter rejimlerin genelinde partinin, devletin üzerinde ya da ona paralel bir örgüt durumunda olduğu düşünüldüğünde 1936 yılındaki uygulamayla olası bir “parti devleti” oluşumunun önüne geçilmesinin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Üstelik Burhan Asaf Belge’nin ülke yönetiminde görev alacak kişiler için Mülkiye ya da Hukuk Mektebi yerine “Fırka Mektebi”nden yetişmesini önerdiği; Şevket Süreyya Aydemir, Falih Rıfkı Atay gibi aydınların partiyi, toplumu yönlendirmekteki zayıflığıyla eleştirdiği ve Recep Peker gibi birçok yöneticinin faşist sistemlerden etkilendiği bir zamanda rejimin bürokrasi-parti ilişkisi açısından totaliter bir yöneliş kazanmamasında Atatürk’ün uyguladığı radikal karar etkili olmuştur.14 Nitekim uygulamanın bazı sakıncalara da sebep olabileceğini belirten Atatürk bu sistemle partililerin devlet görevlilerinin işlerine karışmalarını önlemeye çalıştıklarını ve bunun getireceği yararın doğuracağı zarardan daha fazla olduğunu söylemiştir.
Buraya kadar anlatılanların neticesinde ”Türk tek parti rejiminin, birçok siyaset bilimcinin de görüşüne paralel olarak, totaliter bir nitelik taşımadığı” değerlendirmesine varmak yerinde olacaktır.
Tek Parti Rejiminin Otoriter Yanları
Ünlü siyaset bilimci Juan J. Linz otoriter rejimleri şu şekilde tanımlıyor: “Sınırlı, fakat sorumlu olmayan bir plüralizme yer veren; işlenmiş ve yol gösterici bir ideolojiye değil, kendine özgü zihniyetlere sahip olan; gelişimlerinin bazı aşamaları dışında, yaygın ve yoğun bir siyasal mobilizasyon yaratmayan; bir liderin veya bazen küçük bir grubun, biçimsel yönden iyi belirlenmemiş, fakat fiiliyatta oldukça tahmin edilebilir sınırlar içinde iktidarı kullandıkları siyasal sistemler.” Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere otoriter rejimlerin; sınırlı bir çoğulculuğa sahip olma, bir ideolojiden ziyade bir zihniyetin varlığı -bunu doktriner ve ütopik bir ideoloji yerine daha esnek bir ideolojinin var olması şeklinde de yorumlayabiliriz- ve halkın siyasal katılımının sınırlı olması gibi temel unsurları içerdiği söylenebilir. Bu özelliklerin otoriter rejimleri hem demokratik rejimlerden hem de totaliter rejimlerden ayırdığını söylemek mümkünse de; her rejimin kendine özgü şartlarda oluşması ve farklı alanlarda farklı rejim tipine uyan özelliklere sahip olmasından dolayı tüm siyasal sistemleri üç farklı kategoriden birine tam olarak yerleştirmek oldukça zordur. Bu tespit dikkate alınarak yazının devamında Türkiye’nin 1923-45 yılları arasındaki rejiminin otoriter ve demokratik sistemlerle olan ilişkisi değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Demokratik rejimler ile otoriter rejimler arasındaki en önemli ayrımlardan birisi yukarıda da belirtildiği üzere siyasal sistemin çoğulculuğa olan yaklaşımıdır. “Çoğulcu sistemlerde ‘tek doğru’ yoktur ve dolayısıyla, yasal bir muhalefet ya da muhalefetler vardır.” Otoriter rejimlerde ise muhalefet ancak siyasi otoritenin izninde ve ona tehdit oluşturmayacak şekilde var olabilir. Dolayısıyla 1923-1945 arası dönemin otoriter olup olmadığı sorusunu cevaplayabilmek için rejimin izin verdiği çoğulculuğu incelemek faydalı olacaktır.
Türk Devrimi’nin ulusal mücadele aşamasını yürüten birinci dönem TBMM, çoğulcu bir yapıya sahiptir. İçerisinde çok farklı siyasi fikirlerden, meslek ve sınıflardan vekiller bulunmaktadır. Bu tür farklılıklara rağmen Birinci Meclis üyelerinin birlikteliğini sağlayan etmen hiç şüphesiz düşman işgaline karşı verilen ortak mücadeledir. Fakat gerek bu mücadelenin liderliği ve yöntemi konusunda gerekse savaş kazanıldıktan sonra ne olacağı konusunda bir uyuşma olduğundan bahsedilemez. Zaten meclisteki dinci, saltanatçı, İttihatçı ya da muhafazakâr olarak tanınan üyeler zamanla İkinci Grup adı altında bir araya gelmiş ve Mustafa Kemal’in başkanlığındaki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun karşısında muhalefet yapmıştır. Öyle ki meclisteki bu çoğulculuk, yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı bazen çıkmaza bile sürükleyebilmiştir. Örneğin savaşın en kritik döneminde muhalefetin sorumsuz davranışı sebebiyle Türk ordusu kısa bir süre başkomutansız kalma gibi kaotik bir duruma sürüklenmiştir.
Farklı dünya görüşlerinin aynı çatı altında ortak mücadelesini mümkün kılan düşman işgali Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla sona erince ülke için birbirinden tamamıyla ayrı siyasal sistemler amaçlayan vekiller artık bir arada tutulamaz noktaya gelmiştir. Dolayısıyla cumhuriyet rejimi ulusal mücadele dönemindeki çoğulculuğu sınırlamak zorunda kalmıştır. Sırasıyla bunun örneklerine bakacak olursak; ikinci dönem TBMM seçimlerinde Birinci Grubun ağırlığı ve etkisi artmış, İkinci Gruptan hiçbir üye meclise seçilememiştir.19 Bu tarihten sonra 1946 yılına kadar da seçimler, serbest ve yarışmalı bir şekilde gerçekleşmemiş; açık oy, gizli tasnif esasıyla iki dereceli olarak yapılmıştır. İki dereceli bu seçim sistemi neticesinde her ilde CHP il idare kurulları tarafından belirlenen ikinci seçmenlerin oylarıyla TBMM milletvekilleri iş başına gelmiştir.20 Ayrıca, CHP’nin 1927’deki İkinci Büyük Kongresi’nde yapılan tüzük değişikliğinden sonra, milletvekili adaylarının belirlenmesi, tümüyle genel başkan, genel başkan vekili ve parti genel sekreterinden oluşan üç kişilik bir kurula bırakılmıştır.
Rejimin, çoğulculuğu sınırlandıran karakterlerinden birisi de -belki de en önemlisi- tek partili yapısıdır. Gerçi CHP’nin tek parti statüsü resmen ve hukuken ilan edilmemiştir22 ve cumhuriyet kurucuları bu tek partililiği hiçbir zaman kalıcı bir nitelik olarak görmemiştir ama buna rağmen uygulamada iki kısa dönem haricinde rejim tek parti ile yönetilmek durumunda kalmıştır. Öyle ki, savaş döneminde Mustafa Kemal’in liderliği altında önemli görevler yapmış fakat zaferden sonra çeşitli sebeplerle muhalefet saflarına geçmiş Milli Mücadele kahramanlarının önderliğinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF), 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkili olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır. Partileri kapatıldıktan sonra da meclis içerisinde grup olarak muhalefete devam eden eski TpCF’lilerin önemli kısmı, İzmir Suikastı çerçevesinde yargılanmış ve böylece siyasetteki etkilerini tamamen yitirmişlerdir. Bundan sonra 1945 yılına kadar, yaklaşık üç ay süren Serbest Cumhuriyet Fırkası dönemini saymazsak, Türkiye tek parti ile yönetilmiştir.
Tek parti, meclis ve siyaset dışındaki alanlarda da muhalefeti kontrolü altında tutmuş, bunun için gerektiğinde bazı hak ve özgürlükleri kısıtlamak durumunda kalmıştır. 4 Mart 1925 tarihinde kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu, rejimin otoritesini güçlendirmekte önemli bir araç olmuştur. Kanuna göre gericiliğe, ayaklanmaya ve memleketin güvenliğini bozmaya neden olacak bütün kuruluşlar, girişimler ve yayınlar hükümet tarafından cumhurbaşkanı onayı ile yasaklanabilmektedir. Bu kanuna dayanarak hükümet, İstanbul’da Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, İstiklal, Sebilü’r-reşat, Aydınlık, Orakçekiç, Presse de Soire; İzmir’de Sada-yı Hak; Adana’da Sayha; Trabzon’da İstikbal ile Kahkaha gibi pek çok gazete ve dergiyi kapatmıştır. Şeyh Sait Ayaklanması üzerine çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan hemen sonra biri ayaklanma bölgesinde biri de Ankara’da olmak üzere İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkemelerin en kritik özellikleri; üyelerinin TBMM tarafından seçilmesi ve vereceği idam kararlarının TBMM’nin onayına sunulmadan anında uygulanacak olmasıdır. Bu mahkemelerde sadece Şeyh Sait İsyanı’nı çıkartanlar ya da İzmir Suikastı’nı gerçekleştirenler değil eski İttihatçılar, kapatılan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın liderleri ve birçok gazeteci, aydın da yargılanmıştır. Bütün bu uygulamalar sonucunda devrim karşıtı basın susturulmuş; İttihatçılardan İslamcılara, Milli Mücadele komutanlarından solculara kadar devrim için tehdit olabilecek tüm güç odakları fazla büyümeden etkisiz hale getirilmiştir.
Çoğulculuk, buraya kadar bahsedilen uygulamalardan anlaşılacağı üzere Cumhuriyet’in ilk yıllarında büyük oranda sınırlandırılmış; böylece önemli devrimlerin öncesinde olası tepkiler ve karşı devrimler baştan engellenmiştir. Nitekim Feroz Ahmad’ın da belirttiği gibi iktidar eğer 1925’lerde muhalefet üzerinde baskı kurmasaydı sonrasında yapılacak devrimler gerek muhalefetin gerekse halk kitlelerinin direnişiyle karşılaşacaktı. Önemli toplumsal, siyasal değişiklikler gerçekleştirildikten sonra ise bu devrimlerin korunması ve yerleşmesi için bazı buyurgan yöntemler kullanılmaya devam edilmiştir. Nitekim 1934 tarihli Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile 1934-1935 yıllarında çıkartılan İskân Kanunu sonucunda kişi özgürlüğü ve kişi güvenliği anlayışında bir gerileme yaşanmıştır. Yine 25 Temmuz 1931 tarihli Matbuat Kanunu ile Bakanlar Kurulu’na “memleketin umumi siyasetine dokunacak neşriyattan dolayı” gazete ve dergileri kapatma yetkisinin verilmesi ve 1938 tarihli Cemiyetler Kanunu ile dernek kurma konusunda sınırlamalar getirilmesi kimi zaman uygulanmak durumunda kalınan buyurgan yöntemlere örnek oluşturmaktadır.
Tek Parti Rejimindeki Otoriter Uygulamaların Nedenleri
Tek parti rejiminin otoriter yanları bugün fazlaca tartışılan konulardan birisidir. Bu konuda Kemalizm, demokratik bir siyasal sistem ile Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak dururken otoriter yöntemler tercih ettiği için eleştirilmektedir. Bu eleştirileri değerlendirmeden önce demokrasi kuramının üzerinde kısaca durmak faydalı olacaktır. Ahmet Taner Kışlalı demokrasiyi genel olarak, azınlıkta olanların da haklarının olduğu ve bir gün çoğunluk olma yollarının açık olduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi olarak tanımlıyor. Sonrasında ise bir ülkede demokrasinin var olabilmesi için gerekli nesnel şartlardan bazılarını ortaya koyuyor: “Sanayileşme, kentleşme, yoksulluktan kurtulma, belirli bir eğitim düzeyine ulaşma. Çoğulcu, tek bir gücün egemen olmasına izin vermeyecek ölçüde güçlerin paylaşıldığı, gücün gücü dengelediği, örgütlü bir toplum. Yaygın ve etkili bir kitle iletişim ağı.” Bu ölçütlerin hiçbirisine sahip olmayan bir ülkede demokrasiye birdenbire geçilemeyeceği ortadadır. Yine Kışlalı’nın ifadeleri ile, “’Atatürk 1923’lerde, yani bir ortaçağ toplumunda niçin bugünün 1990’ların İngiliz demokrasisi gibi demokrasi kurmadı’ demek, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman niçin telefon şebekesi kurmadı demekle aynı anlama gelir.”
Batı’nın geçirmiş olduğu siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşümlerden neredeyse tamamıyla uzak kalmış bir toplumda demokrasinin hayata geçirilebilmesi için zaman gerektiği ortadadır. Fakat Kemalizm’e göre bu süreç Avrupa’nın yaşadığı gibi ne yüzlerce yıl sürmeli, ne de insanların hak ve özgürlüklerini elde etmek için yapılacak kanlı iç savaşlarla geçmelidir. Siyasal ve sosyal yapının kendiliğinden evrilmesini beklemek ise halkı bir bakıma ortaçağ koşullarında yaşamak zorunda bırakmak olacaktır. Bu yüzden Türk Devrimi geri kalmış bir ülkeyi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmayı amaçlayan köklü reformlar yapmış ve bu konuda tüm dünyaya örnek bir çağdaşlaşma projesi sunmuştur. Kemalizm, bu çağdaşlaşma projesini uygularken her devrimde olduğu gibi belli bir otoriteyi elinde bulundurma zorunluluğu duymuştur. Dolayısıyla tek parti rejiminin otoriter yapısı, sadece dönemin demokrasiye elverişsiz şartlarının yarattığı bir olgu değil aynı zamanda yapılması planlanan devrimin en önemli gereklerindendir. “Siyasi Partiler” kitabında Türk tek parti rejimini diğer tüm tek partili rejimlerden ayırt eden ve bu rejimi “potansiyel demokrasi” ifadesiyle tanımlayan Prof. Duverger şunları söylemektedir: “…tek partinin geçici niteliğini açıkça ilan eden ve onu plüralizm yolunda zorunlu bir aşamadan ibaret sayan bir rejim, potansiyel bir demokrasi olarak kabul edilebilir…’Potansiyel demokrasi’ fikri tebessümle karşılanabilir; plüralizm yönünde gelişen bir tek parti fikri, şüphe uyandırabilir. Ancak her iki fikir de, olgusal bir temele dayanmaktadır. Bu temel, 1950’de muhalefetin barışçı zaferiyle sonuçlanan, 1923-sonrası Türk evrimidir. Türkiye engelsiz ve sıkıntısız şekilde, tek-parti sisteminden plüralizme geçmiştir. Bugün o, Orta- Doğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Orta-Doğu devletidir.”

Bu konuyu noktalamadan önce tek parti dönemindeki bazı otoriter uygulamaların boyutları üzerinde durmak yerinde olacaktır. Rejimin otoriter karakterlerinden Takrir-i Sükûn Yasası 4 Mart 1929’da sona ererken, İstiklal Mahkemeleri’nin görevi 7 Mart 1927 tarihinde son bulmuştur. Bütün kurum ve kuralları yerleşmiş bir hukuk devletinde kuşkusuz yeri olmayacak İstiklal Mahkemeleri devrim döneminin olağanüstü mahkemeleridir. Bu tür mahkemelerin ilk örneği olarak Fransız Devrimi’nde oluşturulan İhtilal Mahkemesi, tüm Fransa’da 17000’den fazla insanı idama mahkûm etmiştir. Türk Devrimi’nde Cumhuriyet’ten sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri ise 1925-1927 yıllarında 2436 kişiyi yargılamış, 368 idam kararı vermiş ve bu idamlardan 226’sı uygulanmıştır. 1343 kişi de bu mahkemelerin yargılamaları sonucunda beraat etmiştir ki bu da yargılananların yüzde 55’inin suçsuz bulunduğunu göstermektedir. Bunun dışında sıkıyönetim uygulamalarıyla da temel hak ve özgürlükler kimi zaman sınırlandırılmış fakat bu durum çoğu kez geçici bir zaman diliminde ve mümkün olduğunca az insanı etkileyecek kapsamda gerçekleşmiş, sıkıyönetim gerektiren şartlar ortadan kalktığında kısıtlayıcı uygulamalar da sona erdirilmiştir. Bütün bunlara rağmen tek parti rejiminin gerçekleştirdiği çağdaşlaşma yolundaki dönüşümde ödenen “bedel” başka devrimlere oranla en az düzeyde kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Atatürk’ün oynadığı rolü, Weber’in “karizmatik liderlik” kavramıyla açıklayan Rustow’a göre çağdaş gelişmelerde bu çapta siyasal reformların pek azı bu kadar sınırlı sayıda cana kıymayla sonuçlanmıştır. Yine Atatürk Devrimi’nin Meiji Restorasyonu’ndan daha insancıl ve barışçıl olduğunu belirten toplumbilimci Ali Mazrui şu çıkarımlara varmaktadır: ”Mustafa Kemal aşırı vaktinden evvel bir ‘moralistti’ (ahlakçı). O, tinsel olgunlaşma ile özdeksel çağdaşlaşmayı birlikte başarmaya çalıştı. İşte bu tabii eğer özdeksel bakış açısı daha önemli görülürse, onun Devrim’inin tümüyle gerçekleşmesini engelledi. Türkiye’nin endüstriyel açıdan Japonya ile aynı duruma gelememesinin pek çok nedeni vardır. Ancak bu nedenlerden biri Türkiye’nin Atatürk döneminde moral açıdan Japonya’yı çok gerilerde bırakması olabilir.” Daha önceki bölümde her devrimin bir otoritenin egemenliğinde gerçekleştiğinden bahsedilmişti. Türk Devrimi de tek parti rejiminin otoritesi altında gerçekleşmiştir. Fakat burada önemle üzerinde durulması gereken nokta bu otoritenin korkuya, şiddete, baskıya, silah zoruna dayanıp dayanmadığıdır. Mustafa Kemal Atatürk kendi otoritesinin nelerden kaynaklandığını şöyle açıklamaktadır: “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Fakat ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini istencine tam anlamıyla bağDaha önceki bölümde her devrimin bir otoritenin egemenliğinde gerçekleştiğinden bahsedilmişti. Türk Devrimi de tek parti rejiminin otoritesi altında gerçekleşmiştir. Fakat burada önemle üzerinde durulması gereken nokta bu otoritenin korkuya, şiddete, baskıya, silah zoruna dayanıp dayanmadığıdır. Mustafa Kemal Atatürk kendi otoritesinin nelerden kaynaklandığını şöyle açıklamaktadır: “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Fakat ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini istencine tam anlamıyla bağlayandır. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim.” Atatürk hayatta iken onun yönetimine sert eleştiriler yöneltmiş aydınlardan biri olan Zekeriya Sertel yıllar sonra onun hakkında şunları söylemiştir: “Kişi yönetiminden çok, meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar O’nun doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. Fakat asker olmasına rağmen yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite, diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye dayanıyordu… Günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini O’nun döneminde yazdı.”
Tek Parti Rejiminin Demokratik Yanları
Kemalist Tek Parti Dönemi için bugünkü anlamda bir demokrasiye sahip olmadığından ve Türkiye’ye demokratik sistemi kurma amacıyla bir otoriterlik içerdiğinden bahsedildi. Fakat tek parti rejiminin otoriterliği, içerisinde pek çok açıdan demokratik öğe barındırmaktadır. Bu, tek parti rejiminin Türkiye’de demokrasinin nesnel şartlarını oluşturmak ve demokrasi kültürünü meydana getirmek için oluşturulmuş bir devrim rejimi olmasından kaynaklanır.
Türk Devrimi ulusal bir çağdaşlaşma devrimidir ama bu çağdaşlaşma devrimi işgal altındaki topraklarda başlamıştır. Bağımsız olmayan bir ulusun çağdaşlaşması da mümkün olamayacağına göre Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Türk Devrimi’nin ilk aşaması olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır.
Kurtuluş Savaşı dönemine baktığımızda, verilen mücadelenin daha Amasya Genelgesi’nden itibaren, “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” ifadelerinden anlaşılacağı üzere, ulusa mal edildiği görülecektir. Amasya Genelgesi’ndeki çağrı üzerine Sivas Kongresi’ne işgal altında olsun ya da olmasın yurdun dört bir yanından seçilmiş temsilciler katılmış ve bu kongre sonucunda tüm milli cemiyetler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında tek bir çatıda toplanmıştır. Yine bu kongrede idari işleri yürütmek üzere Temsil Heyeti seçilmiş ve başkanlığına da Mustafa Kemal getirilmiştir. Bundan sonra mülki amirlere ve komutanlara göndereceği her telgrafın altına ismini bu unvanla yazacaktır. Tüm bunlar Ankara’da bir meclisin kurulmasının hazırlık aşamasını oluşturmuş ve o dönemin işgal altındaki Anadolu koşullarında milli iradeyi mümkün olduğunca hakim kılmayı sağlamıştır.
Ulusal egemenliği sağlayacak olan en büyük adım ise hiç şüphesiz TBMM’nin kuruluşu olacaktır. Savaş dönemi alınan kararlar da savaş kazanıldıktan sonra yapılan devrimler de hep bu meclisin ürünüdür. Önce ordu kurup savaşalım, sonrasında meclisi kurarız diyenlere Mustafa Kemal “Öyle bir devre eriştik ki onla her şey meşru olmalıdır. Ordu demek servet ve insan demektir. Buna da ancak milletin iradesi karar verir. Önce meclis sonra ordu.” yanıtını vermiştir. Meclis kurulduktan sonra Batı Cephesi’nde düzenli ordu oluşturulana kadar milis kuvvetlerle düşmanı oyalama stratejisi uygulanmış ve TBMM tüm milis kuvvetleri sevk ve idare etmiştir. Ayrıca Güney Cephesi’ndeki milis kuvvetler ile Doğu Cephesi’ndeki Kazım Karabekir’in ordusu da bizzat TBMM’ye bağlı olarak düşmanlara karşı savaşım vermiştir. Savaşın en kritik zamanlarında bile Mustafa Kemal, meclisin iradesine saygı duymuş, alınmasını istediği kararları kürsüye çıkıp vekilleri ikna ederek aldırmıştır.
Örneğin, Sakarya Savaşı öncesinde düşmanın üstün güçleriyle başkentin yanı başına dayandığı ve meclisin Kayseri’ye taşınmasının tartışıldığı dönemde bile başkomutanlık yetkisini almak için Mustafa Kemal milletvekillerine uzun nutuklar çekmek zorunda kalmıştır. Aynı şekilde sonraki yıllarda cumhurbaşkanıyken, yasaları veto hakkı isteyecek ve görev süresinin 5 yıl yerine 7 yıla çıkarılmasını teklif edecek fakat meclisi ikna edemeyecektir. Ahmet Mumcu’nun söylemiyle: “Büyük önder, ulusal egemenliğin temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sık sık yol göstermiş, kurduğu parti aracılığı ile onu her zaman yönlendirmişse de hukuksal olarak -iki olay dışında- Meclis’in kararlarının verilmesine hiç karışmamış, her işin ulus iradesine uygun biçimde yapılmasına üstün çaba harcamıştır.”
Savaştan sonra 4 Mart 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu’na kadar özgürlük ortamı hakim olmuş, fakat var olan özgürlükler devrimlerin yapılmasında ve yerleşmesinde engel çıkarmak isteyen gerici güçler tarafından kötüye kullanılınca bu ortam mecburi olarak kısıtlanmıştır. Yine de 1930’da bizzat Atatürk’ün isteğiyle muhalefet partisi kurulmuş ve Türkiye çok partili hayatı tecrübe etmek istemiştir. Fakat kurulan muhalefet partisi, henüz demokrasi koşullarının tam anlamıyla olgunlaşmamış olması sebebiyle ne yazık ki kendi kendini feshetmek zorunda kalmıştır. Bundan sonraki süreçte tek parti yönetimi devam etmiş fakat parti içinde sürekli farklı hizipler ve görüşler mevcut olmuştur. CHP tarafından 1935 seçimlerinde bazı kişilerin bağımsız olarak meclise girmeleri sağlanmış, 1939’da Müstakil Grup kurulmuş, 1943’te bazı illerde fazladan adaylar gösterilip seçmene alternatifler sunulmaya çalışılmış, 1945 ara seçimlerinde aday gösterilmeyerek bağımsızlara şans tanınmıştır. Öyle ki 1946’da kurulan Demokrat Parti de CHP’nin içerisinden çıkmıştır. Tek partililikten çok partililiğe geçiş rejime rağmen değil, rejimin mantığına ve idealine uygun olarak gerçekleşmiştir. Tek parti rejiminin kendini sonlandırıp başka partilerle demokratik yarışa girişmesinin ve seçimi kaybettiğinde iktidarı barışçıl bir şekilde devretmesinin tarihte o zamana kadar başka örneği yoktur. Bu konuda büyük bir tarihi başarıya sahip olan İsmet İnönü ileride şunları söyleyecektir: ”Atatürk’ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve demokratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır… Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı.”
Devrimi yapan kadrolara baktığımızda yönetici seçkinlerin özellikle 1923 sonrasında yarışmalı ve çoğulcu yöntemlerle seçilmemiş olsalar da Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın aşağıdan yukarı yükselen demokratik dalgasının üzerine oturduklarını söyleyebiliriz. Bundan dolayı sınıfsal konum ve sosyolojik açıdan eski yönetici seçkinlere oranla daha halkçı ve demokratik bir kökenden gelmektedirler. Devrimin yönetici seçkinleri Osmanlı yönetici tabakalarından farklı olarak, monarşik, teokratik, aristokratik vb. ayrıcalıklara dayanmıyorlardır; tersine, bu dayanakları kendileri yıkacaklardır.
Tek parti rejiminin yaptığı pek çok şey, kendi otoritesini bir gün bitirmeye ve rejimin tamamen demokratikleşmesine yöneliktir. Kıta Avrupası’nın proletarya diktatörlüğünden faşizme ve Nazizm’e kadar tüm totaliter sistemlerce neredeyse ele geçirildiği bir dönemde Kemalizm Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler yolunda öyle adımlar atmıştır ki Türk Devrimi’ni tarihte eşsiz bir yere taşımıştır.
Daha önce de bahsedildiği üzere Mustafa Kemal’in kendi yazdığı ve 1930’lardan itibaren okullarda okutulmaya başlanan “Yurttaşlık Bilgileri” kitabı, tek parti rejiminin genç kuşakları haklarının ve özgürlüklerinin bilincinde demokratik bireyler olarak yetiştirme amacı taşıdığının göstergelerinden birisidir. Her yurttaşın eşit siyasal haklara sahip olması gerektiğinden bahseden kitap sadece negatif özgürlüklerden değil çağının ötesinde bir anlayışla pozitif özgürlüklerden de bahsederek devletin görevlerini de tanımlamıştır. Toplantı yapma özgürlüğünden vicdan ve düşünce özgürlüğüne kadar pek çok çağdaş demokratik kavramı anlatan “Yurttaşlık Bilgileri” kitabında Atatürk, basın yayın özgürlüğü konusundaki günümüzde bile geçerliliğini koruyan ideallerini genç kuşaklara şu sözleriyle taşımaya çalışmıştır: “Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden doğacak olan sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan doğruya basın yayın özgürlüğüdür.” Yine aynı kitapta demokrasi prensibi şu şekilde açıklanmıştır: “Bu prensibe [demokrasiye] göre, irade ve hâkimiyet, milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi prensibi, milli hâkimiyet fikrine dönüşmüştür. Demokrasi şahsına müstenit hükümetlerde hâkimiyet, halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, hâkimiyetin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasi kuvvetin, hâkimiyetin kaynağına ve meşrutiyetine temas etmektedir. Demokrasi prensibinin, en asri ve mantıki tatbikini temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir.”
Medeni Bilgiler’in dışında gene aynı yıllarda ders kitabı olarak hazırlanan ve Atatürk’ün incelemesinden geçen Tarih IV kitabına bakılacak olursa halkçılık ilkesinin dayandırıldığı üç temel öğeden birincisinde demokrasiye yer verildiği görülecektir. Ayrıca 12 Nisan 1929’da Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray’ın yayımladığı genelgede şu görüşe yer verilmiştir: “T.C. Maarifinin, ulusal eğitim ve öğretimdeki amacı, yetiştireceği bilinçli cumhuriyetçi, bilinçli demokrat, bilinçli laik vatandaşların, aziz memleketinde güçlü uygarlık ve gönenç etkenleri olmasını sağlamaktır.” Bütün bunlar tek partili rejim tarafından yeni kuşaklara verilmeye çalışılan niteliklerin içerisinde demokrasinin ve özgürlüklerin geniş yer kapladığını göstermektedir.
Bütün bunlara ek olarak yurttaşın haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda çok önemli yere sahip olan sivil toplum olgusunun da bizzat Kemalizm tarafından oluşturulmaya çalışıldığını söylemek yanlış olmaz. Devletin, insanların özel hayatı da dahil olmak üzere her alana müdahale etmesinin yaygınlaştığı bir dünyada Kemalizm sivil toplum örgütlenmesini kurmaya çalışmıştır. Fransız Akademisi modeli bile Atatürk tarafından beğenilmeyip tamamen bağımsız dernek statüsünde kurulan Türk Dil ve Tarih Kurumları buna en güzel örnektir. Hatta bu kurumların ekonomik anlamda da bağımsız kalabilmesi için Atatürk kendi mirasından pay bırakmıştır.
Tüm yurdu bir ağ gibi saran Halkevleri ve Halkodaları, resmi anlamda CHP’ye bağlı fakat fiili anlamda oldukça bağımsız ve demokratik bir özellik göstermektedirler. Eğitimsiz bir toplumda yaygın “halk okulu” hizmeti gören halkevlerinin; dil,edebiyat, tarih; güzel sanatlar; tiyatro; spor; sosyal yardım; halk dershaneleri ve kurslar; kütüphane ve yayın; köycülük; müze ve sergiler gibi çeşitli birimleri içermesi öngörülmüştür. Bu kurumlar aynı zamanda halkın rahatlıkla toplandığı, eğlendiği, çeşitli etkinlikler içinde yer aldığı ya da bunları izlediği yerlerdir. Kitle iletişim araçlarının yetersiz olduğu 1930- 1940’lar Türkiyesi’nde 404 halkevi ve dört bin kadar halkodası bir bakıma demokratik kitle örgütü görevi görmüştür. Benzer şekilde Köy Enstitüleri bugünün yükseköğretim kurumlarında bile olmayan katılımcı ve demokratik bir yapıya sahiptir. İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanıyken gittiği bir Köy Enstitüsü’nde öğrencilerden farklı içerikte yemek yemesi üzerine okulun müdürünün öğrenciler tarafından eleştirilmesi, enstitülerdeki özgürlük ortamını göstermesi açısından güzel bir örnektir.
Kemalizm’in itaatkâr bir toplum yerine katılımcı, eşitlikçi ve demokratik bir toplum hedeflediğinin göstergelerinden biri de gençlere ve kadınlara toplumsal, ekonomik, siyasal hayatta verdiği değerdir. Mustafa Kemal devrimini gençlere emanet etmiş ve gerektiğinde siyasal iktidara bile karşı gelmelerini istemiştir. Yine bu dönemde Türk kadınına siyasal hakları ve özgürlükleri çoğu Batı ülkesinden önce verilmiş, kadının toplumsal hayattaki ağırlığını artırmak için çaba gösterilmiştir. Türk Medeni Yasası ile ailede kadının hakları erkeğin hakları ile eşit düzeye getirilmiş; erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanmış; mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularındaki cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılmıştır. Kadınların toplumsal hayatta yer almasını engelleyen tesettürise yasal düzenlemelerle çözülemeyecek kadar karmaşık bir konu olduğu için kadınların çarşaf ve peçeden kurtulması eğitimle sağlanmaya çalışılmıştır. Ayrıca başta Atatürk’ün ve İnönü’nün olmak üzere cumhuriyet yöneticilerinin eşlerinin yüzleri ve başları açık şekilde, çarşaf yerine mantolu giyimleriyle görünerek halka örnek olma çabaları, peçe ve çarşaf kullanımının yavaş yavaş unutulur duruma gelmesinde önemli bir etken olmuştur. Mustafa Kemal İnebolu’daki bir konuşmasında şunları söylemiştir: ”Gezim sırasında köylerde değil, kasaba ve kentlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini gözlerini çok yoğun ve özenle kapamakta olduklarını gördüm… Erkek arkadaşlar! Bu, bizim bencilliğimizden geliyor… Ancak sayın arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi anlayışlı ve düşünen insanlardır… Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur.”
Tüm bu anlatılanlardan anlaşılacağı üzere tek parti rejimi otoriter niteliklere sahip olmasına rağmen içerisinde pek çok demokratik öğeyi barındırmaktadır. Öyle ki, rejimin düşün ve sanat insanlarına sağladığı geniş özgürlük ortamından, Hitler döneminin Almanya ve Avusturyası’nı terk eden 142 bilim insanına kendi dar imkânlarıyla kucak açmasına kadar her alanda bu demokratik öğeler fazlaca var olmuştur.
Sonuç
Tek parti rejiminin yukarıda bahsedilen pek çok özelliği tarafsız bir şekilde değerlendirildiğinde, bu dönemde Türkiye’nin totaliter bir düzenle yönetilmediği rahatlıkla ifade edilebilir. Dolayısıyla son zamanlarda bazı çevrelerin iddia ettiği gibi Tek Parti Dönemi’nin totalitarizm içerdiğini söylemek, en hafif tabirle tarihi gerçekleri saptırmak demektir. Türk tek parti sisteminin siyasal rejimini açıklamak için “demokrasi kavramını da içeren ve demokrasiye yönelen özel bir tek parti otoriterizmi” tanımını kullanmak yanlış olmayacaktır. Tek parti rejimi bu otorite ile bir geri kalmış ülke devrimi gerçekleştirmiş ve Avrupa’nın yaşadığı dönüşümleri yaşayamamış bir topluma kendi otoritesini sonlandırarak demokratik bir sistem armağan etmiştir.