Merve ÖZBEY | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
Tarih boyunca dünyanın birçok yerinde etnik köken, din ve mezhep farklılıklarından dolayı insanlık suçu kapsamında değerlendirilebilecek birçok acı olay gerçekleşmiştir. Tarihte bir utanç tablosu olan bu olaylardan biri de 1955 yılının sonbaharında gerçekleşen ve akıllardan kolayca silinemeyecek olan 6-7 Eylül olaylarıdır. Türkiye’de yaşayan azınlıkların zihinlerinde ağır hasarlar bırakan bu olay birçok vatandaşın Türkiye’den göç etmesine sebep olmuştur. Bu yazının amacı, Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçen 6-7 Eylül olaylarına dikkat çekmek ve bu süreçte yaşanan acıları göz önüne sermektir. Yazıda öncelikle 6-7 Eylül olaylarıyla bağdaştırılan Kıbrıs Sorunu’na kısaca değinilecek, sonrasında utanç gecesinde yaşananlar anlatılacak ve son olarak olayların sonuçları değerlendirilecektir.
Paylaşılamayan Kıbrıs
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekileceğini açıklaması üzerine Kıbrıs’ın hangi ülkenin eline geçeceği konusunda tartışmalar başlamış ve bu konu Yunanistan ile Türkiye arasında gerilime sebep olmuştur. İngiliz sömürgesi altında olan Kıbrıs’ın bir Yunan adası olması yönünde tartışmalar dönmüştür. Başta Başpiskopos Makarios olmak üzere Kıbrıslı Rumlar, Enosis (Birleşme) isteğiyle adanın kendilerine bırakılmasını talep etmiştir. Kıbrıs’ta Yunanlı fanatik gruplar Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması için hedefleri Türkler ve İngilizler olmak üzere terör hareketleri gerçekleştirmiştir. Adadaki Türklere karşı çeşitli kanlı eylemler ve gösteriler düzenlenmiştir. Önceleri Türk hükümeti tarafından önemli bir konu olarak ele alınmayan Kıbrıs meselesi, Yunanlı grupların gösterileri ve terör örgütü EOKA* ’nın bombalı eylemlerinden sonra Türkiye kamuoyunda da dikkat çekmeye başlamıştır. Bu sebeple İstanbul’da 11 Eylül 1954’te komite olarak hazırlanan ve 2 Ekim 1954’te dernek olarak faaliyete geçecek olan Kıbrıs Türktür Cemiyeti kurulmuş, kurulan dernek genellikle azınlıkların çoğunlukta yaşadığı bölgelerde şubeler açmıştır. Bu sırada Kıbrıs’ta çeşitli olaylar çıkmış, can ve mal kaybı olmuş, 29 Ağustos’ta İngiltere’nin öncülüğüyle toplanan Londra Konferansı süresince de terör olayları devam etmiştir. Kıbrıs Türktür Cemiyeti 21 Nisan 1955’te İstanbul’da gösteri yapmış ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a bırakılmayacağını yinelemiştir. Bu sırada 28 Ağustos’ta Kıbrıs’ta katliam yapılacağına dair söylentiler dolaşmaktadır ve bu, Türk kamuoyunda tepkilere neden olmaktadır. Muhalefet lideri İnönü de “Kıbrıs’taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için, hükümetle beraber olduklarını” açıklamıştır.1 Kamuoyu Kıbrıs konusunda son derece duyarlı ve tepkilidir, basın ve muhalefet de hükümete destek vermektedir.

Kıbrıs ve Türkiye’de bu tür gelişmeler devam ederken Londra Konferansı’nda taraflar adanın kendilerine bırakılması için çabalamakta ve güçlü tezlerle gelmektedirler. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da tartışmalardaki konumunu güçlendirmek üzere 28 Ağustos 1955’te Başbakan Menderes’e şifreli bir telgraf çekmiştir. Yassıada yargılamalarında delil olarak kabul edilen telgrafta şöyle yazar: “(Yunanlıların) bizim haklarımızda ne dereceye kadar ısrar edeceğimiz hususunda tereddüt sahibi oldukları anlaşılmaktadır. Binaenaleyh (bu bakımdan) bu tereddüdü aktif hareket ederek izale etmek icab eder (ortadan kaldırmak gerekir). Taraf-ı devletlerinden (yüksek mevkilere yazılan yazılarda kullanılan bir ifade şekli) bu hususta ilgililere verilecek emrin pek faydalı olacağını saygılarımızla arz ederiz.”2 Bu telgraf 6-7 Eylül olaylarının hükümet eliyle çıkarıldığına dair kuşkuları yanında getirmekle beraber, Yassıada’da gerçekleştirilen duruşmalarda da delil olarak sunulmuş, fakat bugüne kadar hiçbir şekilde kanıtlanamamıştır.
Olayların başlamasına giden süreçte, önce 3 Eylül 1955’te İngiliz hava üssünde bombalar patlatılmış, bir karakol basılmış, bu olaylarda bir İngiliz subayı ve bir Türk işçisi yaralanmış ve aynı yerde bulunan telsiz istasyonlarında iki kamyon, bombayla havaya uçurulmuştur.3 Ardından 4 Eylül’de Londra’da Kıbrıslı Türkler tarafından adanın Türklüğünü savunan bir gösteri gerçekleştirilmiş ve daha büyük bir gösterinin Türkiye’de yapılması düşünülmüştür.4 Kıbrıs’ın milli bir mesele haline gelmesi, kamuoyunun bu konuda son derece tepkili ve duyarlı olması, bunların üstüne gerçekleşen terör faaliyetlerine karşı duyulan öfke göz önüne alındığında, protesto amaçlı büyük bir eylemin veya gösterinin yapılmasının kaçınılmaz olduğu düşünülebilir. Ancak bu eylemin, protesto gösterisinin ötesine geçerek insanların can ve mal güvenliğine kast edecek kin ve nefret olaylarına dönüşmesinin elbette kabul edilebilir bir yanı yoktur. Aynı zamanda tarihe kara bir leke olarak geçecek kadar kin ve nefretle işlenecek olan bu olayların, ayrı yerlerde aynı vakitlerde çıkması ve saldırılan araçların aynı tipte olması itibariyle, dışişleri bakanının telgrafında bahsettiği gibi ilgili yerlere emir verilerek planlı bir tertip sonucu çıkacağı şüphesini –bu tür suçlamalar mevcut olup kanıtlanmamış olsa da- akıllara getirmektedir.
6-7 Eylül Olayları
6 Eylül günü saat 13:00’da devlet radyosunda Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi verildi. Dönemin tek haber kanalı ve devletin tekelinde olan radyo haberinden sonra İstanbul Ekspres gazetesinde manşette yer alan haberde, Atatürk’ün Selanik’te bulunan evinin yanındaki Türk Konsolosluğu’nun bahçesine atılan bombanın evin camlarına hasar verdiğinden bahsediliyordu. Ana gazetelerden olmayan, hükümete yakınlığıyla bilinen ve günde ortalama 30-35 bin baskı sayısı olan gazete o gün iki ayrı baskı yaparak 290 bin sattı. Gerilimin hızla artmasına yol açan haber, İstanbul’un dört bir köşesine dağıtılan gazeteyle hızla yayıldı. Hürriyet gazetesinin Beyoğlu muhabiri olan Necati Zincirkıran’ın anlattıklarına göre haberin olduğu gazete kapışılıyordu ve bir saat içinde İstanbul’a yayılmıştı. Taksim’de miting ve yürüyüş olacağı bilgisini edindikten sonra gazeteciler de Taksim’e geldiler ve etrafta kümelenmiş 20-30 kişilik grupları gördüler

Merdiven başına çıkan bir kişi “Arkadaşlar, Kıbrıs’ı ilhak etmek isteyenler şimdi de Selanik’teki Atamızın evini bombaladılar. Yarın İstanbul üzerinde hak iddia etmeyecekleri ne malum. Bunlara hadlerini bildirmemiz lazım. Protesto için hep birlikte yürüyelim, marşlar söyleyelim ve Türk bayrağını astıralım. Yürüyelim arkadaşlar!” dedi. Bu sırada sayıları zaten 3000’i bulan kalabalık, ellerinde sopalar, Gençlik Marşı’nı söyleyerek yürüdü ve İstiklal Caddesi’ne çıktıklarında dükkanlara saldırmaya başladı.5 Ellerinde sopalar ve demirler bulunan kalabalığın elinde azınlıkların isimlerinin ve oturdukları yerlerin bulunduğu listeler de vardı. Ayrıca görgü tanıklarına göre İstanbul dışından kamyonlar dolusu insan gelmişti ve insanların ellerindeki sopa ve demirler aynı fabrikanın ürünüymüşçesine tek tipteydiler.

Beyoğlu ve Karaköy’de yalnız Türk vatandaşı olan Rumlara değil, 1930 tarihli ulaşım ve oturma antlaşmasından yararlanarak Türkiye’de oturan ve iş sahibi olan Yunan asıllı vatandaşların da evlerine ve dükkanlarına saldırıldı. Rum asıllı vatandaşların dükkanlarının camları sopalarla kırılarak, vitrinleri yere indirilerek, içerdeki tüm eşyalar kırıldı, sokağa fırlatıldı ve yağmalandı. Yalnız Rumların dükkanları değil, Hıristiyanların, Yahudilerin ve Türklerin de dükkanları yağmalandı. Yerler dükkanlardan dışarı atılan kumaş topları, gömlekler ve ceketlerle doluydu. Duvarlara Rumlar aleyhine yazılar yazıldı. Mezarlıklar bile tahrip edildi, mezarlıkların mermerleri kırıldı, mezarlar açıldı, cesetler dışarı çıkarıldı. Kiliseler ateşe verildi, içindeki eşyalar kırılıp döküldü. Toplamda 5000 dükkan yağmalandı, 7 kilise tahrip edildi ve aynı anda da 52 yerde yangın çıkarıldı. Bazı kişilerin ‘parçalayın, çalmayın ve yaralamayın’ telkinlerine karşın hırsızlık olayları, tecavüz ve ölüm vakaları da gerçekleşti. 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi gördü ve Türk basınında ölü sayısı 11 kişi olarak verildi. Yaşananlardan sonra geriye, kulaklarda kırılan camların sesi, gözlerde korku, kumaş toplarının birbirine karışmış renkleri ve vicdanlarda hissedilen utanç kaldı.
Kin ve nefretle bu talanı yapan ve düşmanca bir tavır içinde Rumlar aleyhine slogan atan kalabalık grup saldıracağı ev ve işyerlerinin kime ait olduğunu elindeki listelerden bilmekteydi. Bir Rum arkadaşının dükkanının önünde elinde Türk bayrağı ile nöbet tutan görgü tanığı, kalabalık gruba dükkanın bir Türk’e ait olduğunu söylemiş, buna karşın grup bunun imkansız olduğunu çünkü ismin listede yazılı olduğunu belirtmişti. Kalabalığın elindeki listelerde cadde isimlerinin ve ev numaralarının olduğunu gözlemleyen tanık, listede bir yanlışlık olmuştur sözleriyle grubun saldırmasını engellemişti.6 Rum veya Ermeni vatandaşların komşularının olaylara tepkileri değişmekteydi. Kendi komşusunu ve mahallesini koruyanların yanında başka azınlıklara saldırmak için kalabalık gruba katılanlar da oluyordu. Beyoğlu’nda oturan Mihalis Vasiliadis’in anlattığına göre kapıcıları Mehmet, o gün apartmanda oturan Rumları, elinde Türk bayrağıyla kalabalık grubu orada Rum oturmadığına dair ikna ederek korumuş fakat ardından eline bir odun parçası alarak başka gayrimüslimlere ait dükkan ve evlere saldırmaya başlamıştı

Metin Toker de saldırılar esnasında Taksim’den Tünel’e giden yolda bulunmuş, “Onbinlerce kazanıyor, iki paralık malı dünya kadar pahalıya satıyorlar” sözlerini bizzat duymuş ve bunu DP’nin görülmemiş kalkınmasına karşı büyük kitlelerin ilk tepkisi olarak tanımlamıştı. “Kıbrıs’ı da Rumları da herkes unutmuştu. Tek arzu, haksızlıklarla burulmuş kalpleri dolduran tahrip isterisiydi” diyerek o gün orada yaşananlara dair gözlemlerini aktarmıştır.

Nitekim 1954 seçimlerinden sonra fiyatlarda büyük artışlar olması, hayat pahalılığının artması ve bazı tüketim mallarında darlık ve yoklukların baş göstermesi halkı yıpratmıştır. Toker’in anlattıklarına göre duvarlara Rumlar aleyhine yazıların yazılmasının yanında “zenginlere ve servete çatan cümleler” de bulunmuştur. “Menderes’in ilan ettiği her mahalledeki on beş milyonerin, halk vicdanında ne derin yaralar açtığı” görülmüş ve onun deyimiyle varoşlar şehre inmiştir.9 Görgü tanığı Yılmaz Karakoyunlu da “Adamlardaki hırs, kin herhangi bir şekilde bir hırsızlık veya yağmaya dönüşmekten çok bir tahrip ihtiyacını ifade ediyordu. Mesela bir adamın alıp da bir avuç mücevheri yanındaki hanın mermer basamaklarına koyup topuğuyla çiğnediğini gördüm ve hayretle izledim. Gümüş şamdanların alınıp bitişik mağazaların camlarını kırmak için araç gibi kullanıldığını gördüm.”10 demiştir. Yine buna benzer durumlara tanık olanlar tramvayın arkasına kumaş toplarının bağlanarak sürüklendiğini, kumaşları yırtamayanların kırdıkları cam parçalarıyla kumaşları yırttıklarını gördüklerini söylemiştir.
DP ocak örgütlerinden birinin başkanı, gazeteci Aziz Ozan’ın arkadaşlarına merkezden aldıkları talimata göre Kıbrıs’ta gerçekleşecek gösteri sebebiyle Taksim’de toplanılacağını anlatmıştır. Öğrenciler Kıbrıs Sorunuyla ilgili yapacakları konuşmanın ardından İstiklal Caddesi’nden geçip “Kahrolsun Yunanistan, Kıbrıs Türk’tür” diye bağıracaklar, yollarının üstündeki Rum dükkanlarını taşlayıp tahrip edeceklerdir. Ama hiçbir şekilde yağma olmayacağı talimatı verilmiştir. Gösterinin tahmin edemedikleri boyutlara ulaşmasını kendileri de anlayamamışlardır.11 Şevket Süreyya Aydemir de 6-7 Eylül olaylarının Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde hemen hemen aynı vakitlerde patlak vermesinin arkasında güçlü bir iradenin bulunmuş olabileceğini varsayarak olayın arkasındaki güçlerin kendilerinin de olayların bu kadar büyüyeceğini tahmin edemediklerinin altını çizmiş, durumu “Cincinin cini çağırması”na benzetmiştir. Ona göre “cinci cinleri çağırmış, ama sonra onlara hakim olacak, onları geriye gönderecek tılsımı unutarak, bizzat cinlerin rüzgarına kapılmıştır.”
6-7 Eylül olayları İstanbul’daki semtlerde ve Ankara ile İzmir gibi illerde de aynı anda patlak vermiş ve akıllara planlı bir örgütlenmenin yapıldığı kuşkusunu getirmiştir. Örneğin İzmir’de o sırada uluslararası fuar sebebiyle Konak meydanında asılan Yunan bayrağı yakılmış, Yunan Pavyonu ve Alsancak’taki Yunan Konsolosluğu da bu şiddet olaylarından nasibini almıştır. Ankara’da ise bu olaylar öğrenci protestolarıyla sınırlı kalmış, şiddet olayları gerçekleşmemiş, hatta protesto gösterisi yapmak için toplanan öğrenci grupları askeri güçlerin de takviyesiyle polis tarafından göz yaşartıcı gaz ile dağıtılmıştır.

Bursa ve Samsun’da Rum vatandaşları korumak üzere güvenlik tedbirleri alınmış, Adana’da toplananlar polisin şiddet kullanmasıyla dağıtılmıştır.13 Buna rağmen İstanbul’da olaylar hızla devam ederken güvenlik güçleri etkisiz kalmıştır. Görgü tanıklarına göre güvenlik güçleri olanları izlemekle yetinmiştir. Dahası, dükkanı zarar gören bir kişi polise gittiğinde ‘Hiçbir şey yapamam, ben bugün polis değil, Türküm’ cevabını almıştır.
Akşam saatlerinde bu hareketli anlar yaşanırken ve herhangi etkili bir müdahale olmazken Adnan Menderes olayların hızla büyüdüğünü ve içinden çıkılamayacak bir durum aldığını Ankara’ya hareket halindeyken trende öğrenmiş ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’le beraber İstanbul’a geri dönmüştür. Askere vur emri verilmesine rağmen 1. Ordu Komutanı Vedat Garan Paşa bu emre uymamış ve halka ateş açılmamıştır. Olayların aynı gün İzmir ve Ankara’ya da sıçramış olması üzerine sıkıyönetim ilan edilmiş fakat bütün bakanların imzalayacağı bir kararnamenin olması kuralı gereğince karar kaldırılıp, yasaya uygun olarak tekrardan ilan edilmiştir. İsmet İnönü başta Demokrat Parti’nin aldığı önlemleri “Demokrat Parti grubunun, olayları ciddi şekilde tartıştığını tespit ettik. Hükümetin anavatanın büyük bir tehlikede olduğunun idraki, partiler arası rekabete üstün gelmiştir.”15 sözleriyle desteklemiştir. Şerafettin Turan, İsmet İnönü’nün hükümeti suçlamak yerine “Türk devletinin ve ulusunun saygınlığına düşen gölgenin kaldırılması gerektiğine inanan bir siyasi lider gözüyle” konuşma yaptığını vurgulamıştır.16 Fakat sonra hükümetin olaylarla ilgili çelişkili ifadeler kullanması sebebiyle, hükümetten derhal bir açıklama yapılmasını beklediklerini söylemiştir. Ayrıca daha sonra, İsmet İnönü, Ankara’daki sıkıyönetimin kaldırılmasını istemiş buna karşın Demokrat Parti İstanbul, İzmir ve Ankara’da 6 ay süreyle sıkıyönetimin devamına karar vermiştir.
6-7 Eylül’den Sonra…
Olaylardan sonra Metin Toker’in anlattıklarına göre 12 Eylül 1955’te cumhurbaşkanının çağrısıyla gerçekleştirilen olağanüstü toplantıda Fuat Köprülü’nün “Hükümet olaylardan haberdardı fakat zamanını öğrenememişti.” şeklindeki açıklamaları tartışma konusu olmuş17 ve hükümetin İstanbul ve İzmir’deki olayların önlenmesindeki yetersizliği ortaya çıkmıştır. Bu süreçte hükümet, olayın arkasındakilerin komünistler olduğunu iddia etmiştir. Refik Koraltan “Bu komünistlerin işidir.” dediğinde DP’nin kuruluş çalışmalarına katılmış fakat daha sonra Menderes’le görüş ayrılıkları yaşaması sebebiyle milletvekilliğinden çekilmiş olan Ahmet Hamdi Başar “Demek komünistler, İstanbul, Ankara ve İzmir’de, aynı zamanda ayaklanarak, hükümeti bir müddet muattal, mefluç hale koyabiliyorlar! Ya hükümetin acz içinde olduğunu, ya bu hadiseyi yaptıranın kendisi olduğunu kabul edeceksiniz…” diyerek karşı çıkmıştır. Bunun üzerine Koraltan, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin miting yapmayı istediğini fakat hükümetin izin vermediğini söylemiştir. Başar, “O halde, kanuna aykırı ve müsaadesiz yapılan bu toplantı neye önlenmedi? Bir tek polis memurunun düğmesi bile kopmadan, zabıta kuvvetlerinin hiç müdahale etmediği bir yağma ve hatta kıtal yapılır da, buna nasıl müsaade edilir?…” demiştir.18 Şevket Süreyya Aydemir’in mecliste yaşanan gelişmelere dair yaptığı bu gözlemleri ve aktardığı konuşmalar da hükümetin yaptığı açıklamalardaki çelişkileri göstermek açısından önemlidir.

Olayların sonucunda Aziz Nesin ve Kemal Tahir’in de aralarında bulunduğu 30’dan fazla komünist veya komünist olduğu düşünülen kişi gözaltına alınmıştır. Böylece olayların sorumluları komünistler olarak gösterilecektir. Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanan şüpheliler listesinde yıllar önce ölmüş ya da o sırada askerde olan kişilerin bile isimleri bulunmuştur.

Örneğin, “Aziz Nesin’in yazdığına göre Celal Benneci’nin evine giden polisler eşine ‘Celal Bey’i istiyoruz dediklerinde ‘Bir yıl önce öldü’ cevabını almışlardır.”19 İstanbul’da tutuklananların sayısı 4000’i bulmuştur. Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin üyeleri de tutuklandıktan sonra salıverilmiştir. Daha sonrasında da İstanbul’daki Kıbrıs Türktür Cemiyeti kapatılmıştır. Bunun yanı sıra olaylardan sorumlu olduğuna inanılan 5 öğrenci derneği, 11’e yakın sendika, federasyon ve benzeri kuruluşlar da kapatılmıştır.
Demokrat Parti, olayları bahane ederek bazı kısıtlamalarda bulunmuştur. Basın özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik çeşitli yasal düzenlemeler yapılmıştır. İnönü’nün hükümeti eleştiren “Çetin İmtihan” başlıklı yazısı sebebiyle muhalefetin yayın organı Ulus gazetesi süresiz kapatılmıştır. Ayrıca bu yazıyı yayımlayan İstanbul’daki üç gazete, Milliyet, Tercüman ve Hergün’ün yayınları da 14 günlüğüne kapatılmıştır. 6 Eylül’de gerçekleşen şiddet olayları sebep gösterilerek siyasi partilerin seçim zamanları dışında toplantı yapmaları yasaklanmıştır. Ayrıca İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz’un yayımladığı 10 Eylül günlü bildiride 6-7 Eylül olaylarının başka kişilerce yapıldığını savunan yazıların yazılması yasaklanmıştır.

Bunun dışında bildiride yer alan ilgi çekici diğer yasaklar ise halkı heyecanlandırıcı haberler vermek, ülkede darlık, kıtlık, yokluk olduğunu öne süren yazılar yazmak, hükümeti eleştirmek ve çıplak kadın resimleri basmaktır.
Vatandaşların uğradığı hasarın telafisi için bankalar, milletvekilleri, iş adamları yardımda bulunmuş fakat hasarı korkularından dolayı bildirmeyenler de olmuş bu yüzden hasarı karşılananların sayısı da sınırlı kalmıştır. 1957 yılı sonunda 3247 kişiye toplam 6.533.856 TL tutarında ödeme yapılmıştır. Olayların telafisi için 24 Ekim’de İzmir’de yeni Yunan konsolosluk binasının devri sırasında yapılan bayrak töreninde önce Yunan ve Türk milli marşları okunmuş, ardından Ulaştırma Bakanı Yunan bayrağını göndere çekmiştir.
Sonuç
Bu saldırılar yalnızca Türkiye’de yıkımlara neden olmamış, aynı zamanda Türkiye’nin dış politikada da güven kaybetmesine yol açmıştır. Vatandaşlarda maddi ve manevi hasarlar bırakmış, birçok gayrimüslim vatandaşın Türkiye’den göç etmesine sebep olmuştur. Ayrıca, olaylar sebep gösterilerek baskı ortamı artmış, hükümet birçok yasaklama getirmiştir.
6-7 Eylül olayları tarihte nefretle bir kesime karşı girişilen tek olay olmamıştır. Bundan yıllar sonra Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta da insanların birbirine düşürüldüğü nefret saldırılarının yaşandığı olaylar olmuş, dönemlerinin hükümetleri gerekli önlemi almamış ve birçok insan bu olaylarda hayatını kaybetmiştir. Ne yazık ki günümüzde de, yaşanan acıların siyasetin malzemesi haline getirilmiş olduğunu, bazı kesimlerce Madımak Katliamı’nın aklanmaya çalışıldığını ve Alevi vatandaşların kapılarının işaretlendiğini görmekteyiz. Bugün dahi bu tip olayların yaşanması tarihten ders alınmadığını göstermektedir. Dileğimiz, tarihteki tüm bu olayların göz önüne alınarak unutulmaması ve aynı acıların tekrar yaşanmaması, Türkiye tarihindeki kara sayfalara bir yenisinin eklenmemesidir.
