Ahmet ÖZER | Şair
1972’nin Martı’nda yedek subaylık yaptığım askeri birlikten terhis olduktan sonra Ankara’ya gelip Milli Eğitim Bakanlığı’ndan tayinimi istemiştim. Kızıldere Olayı henüz olmuş, devrimci mücadelenin üç gencinin idamı için şer güçler bütün enerjisini seferber eylemişti.
Tayinim Zigana Dağı’nın yamacındaki Hamsiköy’e yapıldı. Bildiğim bir coğrafyada görev yapacaktım. Askerlik öncesi üç yıllık meslek yaşantım vardı. Bu emeğe 18 ay ara verme, bana her ne kadar öğretmenliği unuttursa da hem öncelerdeki deneyimim hem öğretim yılının bitimine kısa süre kalması, içimdeki heyecanı dindirir olmuştu.
Hamsiköy, Trabzon’u Erzurum’a bağlayan yolun üzerindeydi. Türlü yoksunlukların başında elektriğin olmayışı, bizler için büyük sıkıntı yaratıyor, akşamla birlikte her şey karanlığa gömülüyordu. Başlangıçta oradaki iki otelden birine yerleşmiş, kendime bir dünya yaratmış, ardından küçük bir ev kiralamıştım.
Edebiyata büyük bir coşkuyla bağlanmak, okumayı yaşamımın ayrılmaz parçası yapmak zamanı değerlendirmek açısından önemliydi. Yağmurun, sisin iç içe olduğu günlerde hafta sonları gittiğim Trabzon’da gerek öğretmen hareketinin gerekse güncel siyasetin içinde kulaç atan dostlarımla birlikte olmanın coşkusunu yaşar olmuştum.
Çoğu geceler gaz lambası ışığında daktilo tuşlarına vurup, yaşadığım hayatla hesaplaşma içinde olurdum. O gün yaşadıklarımı yeni kuşaklara anlatabilmek gerçekten olanaksızdır.
Her gün duvarlarda patlayan sesler içinde yazılar, şiirler yazar, bunların büyük bir kısmını büyük kentlerde çıkan yayın organlarına gönderirdim. Şiirlerimin çıkışı bana dünyalar kazandırırdı.
Günlerden bir gün aklım İpek Yolu’ndan geçen kervanlara takılır oldu. Tarih, her şeyi kaydetmişse de o notları nereden, nasıl bulabilirdim? Her şey zamanın tozlarıyla savrulmuştu. Elimdeki notları yazıya dökmenin yarışındayken bir konuğumun önerisine dikkat kesildim. Konuğum:
Burada canlı tarih diyebileceğimiz bir Taceddin Amca var. Bence onunla tanış ve anlattıklarını dinle. Umarım çok şaşıracaksın, deyince bende bir merak uyandı.
Ayrıntılı bilgiler arkadan geldi. Torunlarının öğrencimiz olduğu belirtildi. Onlardan birini çağırıp sorunca, dedesinin cuma günleri çarşıya, köyün merkezine geldiğini öğrendim. Önümüzdeki cuma, zahmet olmazsa çalıştığım okula gelerek bize onur vermesini torunu olan öğrencime inceden inceye anlattım.

Cumayı iple çeker oldum.
Gerçekten de belirtilen günde kalpağı başında, sakalı kırarmış, alt çenesinde ışıldayan tek dişi kalmış bir Türkmen kocası elindeki bastona yer arayarak gösterdiğimiz sandalyeye oturdu.
Kendisine sevgi ve saygılarımı ifade edip kimi konularda bilgisine başvuracağımı söyleyince, büyük bir tevazu içinde “Bilmem ki ne soracaksın, ben ne cevap vereceğim.” demişti.
Yüzündeki saydam gülüş, içinde demlenen yılların deneyimini içten içe yansıtıyordu. Soru sormasam hiç konuşmayacaktı sanki. Sıradan bir yaşam sürmüşlerin dingin, suskun ve kendinden söz etmenin karşısındakine haksızlık ifade edecek duruşu içindeydi.
Oysa onun yaşadıklarına yolculuk etmenin sabırsızlığı içindeydim.
Aksanı, yaşadığı iklimin çok ötelerinden bir sesi sarıp sarmalayarak getirdiğini gösteriyordu. Anadolu’nun doğusundan bir rüzgar, binlerce kilometre hızla esip bir dağın yamacına çarpıp ikimizin arasına dökülüyordu.
En dokunaklı soruyu sordum.
-Buralı olmadığınızı sesiniz bir güzel gösteriyor. Doğduğunuz yörelerden söz eder misiniz?
Kalpağını sağ eline aldı, sol elinin ayasıyla kırarmış saçlarını arkaya itiverip yeniden kalpağını başına yerleştirdi. Belli ki hız almak istiyordu 70 yıl ötelerden getirdiği sesini tartmak için. Daha doğrusu nereden nasıl anlatmaya başlayacağını iyi düşünerek söze başlamak istiyordu. Bu kısacık duraklama ona yetmişti:
-Ben 1310’da (1894 A.Ö.) Bitlis’in Ahlat kazasının Kuşhane köyünde doğdum. Çocukluğum bu köyde geçti. 1914’te seferberlik ilan edildiğinde 20 yaşındaydım. Akranlarımla birlikte o sıra askere alındım. Askerliğimin acemi eğitimini Muş’ta yaptım. Sonra da yüzlerce arkadaşımla Kafkas Cephesi’ne sevk edildik.
Ey okur, burada bir açıklama yapmam gerekiyor. Taceddin Tunç’la tanıştıktan sonra aylarca, yıllarca söyleştik. O anlattı ben not aldım. O konuştu, ben büyük heyecan yaşadım. Anlattıkları bu topraklar uğruna savaş vermiş, toprağa düşmüş gencecik insanların acısını büyüttü içimde. Bu anlatılanlar zaman zaman kayda alındı. O sesin içindeki perdelerin 70 yıl sonra renginin solmadığını gördüm. Sarıkamış bir destandı. O destanın içinde 20’li yaşlarında yer aldı Taceddin. 90 bin insanın açlığa, soğuğa, yalnızlığa ve acıya yenik düşmesinin savaşımıydı bu. Bu cehennemden sağ çıkan bir güzel insan karşımdaydı. Bu anlatılanlar yazılmalıydı, bu ses yitip gitmemeliydi. Ben de onu yaptım “Taceddin Bir İnsan”ı yazmaya giriştim. Bu yazının türü ne olmalıydı? Romandan öyküye bir uzun yolculuk, beni şiirin ışıltılı bir istasyonuna bıraktı. Şiirin ses olgusu, dizenin anlam zenginliği, sözcüklerin çınlayan güzelliği, konunun katmerli anlamı ve imgenin rüzgarlı ufku, en yoğun anlatıma zorladı kalemimi. Evet, Taceddin Tunç’un bu büyük serüveni, en iyi şiirle anlatılırdı. Ben de gerekeni yaptım. Bu şiirim, yıllar sonra bana 1993 Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandırdı. Bu noktadan sonra onun yaşamını donatan büyük trajedinin şiire damlayan sesinden örneklerle yolumu sürdüreceğim.

Şiirimin giriş bölümünde, Osmanlı ordusunun ittifak kurduğu gücün Almanya olduğunu, bu gücün Osmanlı tarafındaki temsilcisinin de Enver Paşa’dan başkası olmadığını vurgulayan dizelerim şöyleydi:
ve hilal bıyıklı enver alman cephesinin gönüllü bir neferidir.
Taceddin’in arkadaşlarıyla Muş’a gidişleri şöyle anlatılır:

Taceddin, iyi eğitilmiş, yiyeceği ve giyeceği çok iyi planlanmış Rus ordusuna karşı, komutanları ve arkadaşlarıyla yüreğine yaslanarak vatan sevgisini önde tutan bir savaşım gerçekleştirir. Kar tünelleri içinde titreyen askerlerin çoğu sıtmaya yakalanmıştır o sıra. Çoğu, nöbet sırasında korkunç soğuğa dayanamaz kaskatı kesilir. Sağ kalanların acısına seslenen Enver Paşa’nın telgrafı şiirde şöyle yansıtılır:

Taceddin, kırk derece soğukta, kırk derece ateşle hastanede yatar bir süre. Savaş sürmektedir. Dayanma gücü bir noktaya kadardır. Sonrası esarettir.

Sözü ona vereyim:
“Bizi esir aldıkları zaman göz gözü görmeyen bir tipi vardı. Öndeki arkadaşlarımız karda uyurken en arkadakiler onlara yetişmek için bata çıka yol almaktaydılar. Rus askerlerinin gözetiminde Sarıkamış’a vardığımızda açlıktan ve soğuktan perişandık. Rus askerleri uzaktan ekmek fırlattılar bize, güçlü kuvvetli erler ekmekleri kapıştı. Zayıflar, halsizler yine aç kaldı. Bu kapışmanın fotoğrafını çektiler. Günler sonraydı ilk defa bir sobada ısındık. Artık hiçbir değerimiz kalmamıştı. Ne denilirse ona uymak zorundaydık. Bizi Tiflis’e götürdüler.”

Sözün ardı gelir:
“Bizi Tiflis’te bir trene doldurdular, uzun bir yolculuktan sonra Bakü’ye vardık. Bakü denizin kıyısında güzel bir şehir. Bizim Trabzon gibi, tabii ne olacağımızı biz de bilmiyoruz. Sevindiğimiz tek şey kumandanlarımızın da başımızda olması. Gerçi onlar da esir ama olsun onlarla olmak, üzüntümüzü azalttı diyebilirim. Bakü’de bir vapura bindirdiler bizi, bir daha geri dönülmeyecek yolculuğa çıktık.

Söz yine Taceddin’in: “Gemi denizin ortasında bir adaya götürdü bizi. Nargin dedikleri adaya.”
Soruyorum “Aklınızda neler kaldı oraya ait?” diye. Yılanları hatırlıyor. Yarpuzları. Kolera salgınını ve ölen arkadaşlarını. “Epey arkadaşımız koleradan öldü o sıra, mezar kazdık onlar için. Kireçle sıvadık mezarları hastalık artmasın diye. Haftanın iki günü gemiyle Nargin-Bakü hattında gidip geldik. Yiyecek erzak, tuz, sabun dolu çuvalları taşıdık adaya. 800 kişiydik burada. Bir gün Rus komutanlar geldi. Savaşın sürdüğünü, ölünceye kadar burada kalmaktansa istersek bizlere her çeşit yiyecek ve giyecek yanında tarlalar verileceğini ve oralarda tarım işleri yapmamızın iyi olacağını söylediler. Adaya alışmıştık ama orada bütün bir ömür kalmanın da anlamı yoktu. Epey arkadaşımızla gönüllü yazıldık. Bizi doldurdukları gemi, Bakü’ye getirdi. Oradan da trene bindirdiler. Rusya’nın neresine gideceğimizi bilmeden uzun bir yolculuk sonunda Batum’a geldik. Batum’da bir gemiye bindik. Yolculuğun sonunda şafak sökerken bir arkadaşımız bizi Trabzon’a getirdiklerini söyledi.”
Taceddin ve arkadaşları geceyi geldikleri vapurda geçirirler. Liman yoktur o sıra. Geceleyin motorlarla kıyıya çıkarlar. Hepsi tel örgülerle çevrili bir alana doldurulur Trabzon Rus askerlerinin işgalindedir o sıra. Taceddin ve arkadaşlarının esareti bu kez kendi yurdunda sürer. Kenti iyi bilen Karadenizli gençler firar ederler.

Bir süre sonra Rusya’da Bolşevik İhtilali olur. Yeni yönetim askerlerini çeker cephelerden. Ruslar giderlerken kocaman mühimmatı ateşe verirler. Günlerce duman yükselir yakılan malzemeden. Taceddin terhis olmayı beklerken yeni görevler verilir kendine. 1310’lu olarak yeniden Osmanlı ordusunun bir neferidir.
Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanır o sıra, Osmanlının idam fermanı asılır boynuna.

Taceddin, Trabzon’da “Efrad-ı Cedide” mektebinde üç ay eğitim gördükten sonra mekkâreci olur ve Trabzon-İran arasındaki posta katarlarının muhafızlığını yapar.
Sumela Manastırı özgün durumundadır o yıllar.
Kentin sokaklarında ezan ve çan sesleri iç içedir.
1919’un Mayıs’ında Mustafa Kemal, Samsun’a çıkar ordu müfettişi olarak. Sonrası üç buçuk yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen büyük zaferdir. Bağımsız bir yurdun insanı olmanın erdemi yaşanır içten içe. Taceddin’in sekiz buçuk yıl süren askerliği, İzmir’in kurtarılmasının ardından sona erer. Terhis olunca memleketine döner. Bitlis, Ahlat, Kuşhane onun yabancısıdır artık. Her şey yağmalanmış bir büyük yangında çok kişi yok olup gitmiştir.
Bu hüzünle geri döner ve askerliğini bitirdiği kentteki yöneticilerden destek ister. Kendisine Hamsiköy’de bir yer verilir. Ömrünün uzun yıllarını burada geçirir, burada evlenir, çocukları, torunları bir de anılarıyla iç içe bir güzelliği yaşar.
Şiir bu ömrün son perdesini şu dizelerle indirir:
Ahlat’ın Kuşhane’sinde doğup bedenini Hamsiköy’ün serin toprağına bırakan Taceddin’in bir İstiklal Madalyası olamamıştır. Savaşın o kızgın cehenneminden değil bir belge, can kurtarmanın da zor olduğu yıllardan gelinmektedir. Bu uğurdaki uğraşlarımız boşa gider. Ancak tarihin acılarla dolu o yıllarını, bir insanın yaşamını dolduran büyük serüveni götürdüğüm radyoda anlatma olanağı bulur. Bir başka iklimden bambaşka bir yürek taşıma, içindeki sevgiyi çoğalttıkça çoğaltır. Çevresine de sürekli o sevgi ışığını yayar. Birlikteliğimizde o anlatır ben yazarım ve “Taceddin Bir İnsan” adını verdiğim 43 dizelik şiir doğar. Bu dizeler Aşklar Yedeğinde Ömrümüzün adlı şiir kitabıma bir pencere oluşturur.
Tarihimizin sayfaları arasında nice adsız kahramanların sesleri durur. Bunlardan birini yazmanın onurunu taşımak yeter bana.
Taceddin’in çilesi de bir erdem olarak onu sevenlerin yüreğinde çiçeğe durur.