* Uluç GÜRKAN | Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğretim Görevlisi
Türkiye, “Ermeni soykırımı” suçlamalarını, “tencere dibin kara, seninki benden kara” edebiyatıyla karşılamaya çalışıyor. Kaç Ermeni’nin öldüğünü, bu arada yaşamını yitiren Türk ve Müslümanların sayısını tartıyor. Türkiye’nin bu anlamsız ve kısır tartışmayı bırakması, üç temel noktaya odaklanması gerekiyor.
Bu üç temel nokta hem tarihsel hem de hukuksal olarak “Ermeni Soykırımı” ezberini bozacaktır.
Soykırım Suçu
Birinci nokta, “soykırım suçunun” hukuki çerçevesiyle ilgilidir.
“Soykırım suçunun” hukuki çerçevesini belirleyen 1948 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Soykırım Sözleşmesi, soykırım suçunun tüzel kişilerce değil, gerçek kişilerce işlenebileceğini söylüyor. Bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen Yahudi Soykırımı için Almanya ya da Alman halkı suçlanmıyor. Peki, kim suçlanıyor? Kişi olarak Hitler, yönetim erki olarak da Naziler, Nazi liderleri…
“Soykırım” sözcüğünün üzerine kurulduğu “Yahudi Katliamı” yanında, güncel Ruanda, Sudan ve BosnaHersek örneklerinde de açıkça görülebileceği gibi, ortada “soykırım” olarak tanımlanabilecek bir eylemin olması halinde dahi suçlamalar gerçek kişilere yöneltilmekte, cezai sorumluluk bu kişilere yüklenmektedir. Örneğin; Sudan’daki savaş suçları için El Beşir suçlanıyor, ülkesiyle Sudan halkı değil… BosnaHersek’teki Srebrenitsa Katliamı’ndan ötürü Sırp ulusu değil, dönemin Sırp liderleri ve kimi komutanları sorumlu tutulup yargılanıyor.
“Ermeni Soykırımı” iddialarına gelince bu yaklaşım değişiyor, hukuk dışı bir çifte standarda başvuruluyor. Suçlamalar gerçek kişilere değil, ülkesi ve ulusuyla Türkiye’ye yöneltiliyor. Doğrudan Türk halkı suçlanıyor. Bu, Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’ne aykırı bir çifte standart olmasının yanında, kendisi başlı başına bir suçtur. Türkiye ve Türk halkına karşı yöneltilen “Ermeni Soykırımı” suçlamaları, bir tür “nefret söylemi (hate speech)” suçuna dönüşmüş durumdadır.
“Belli bir gruba karşı düşmanlık duygularını tetikleyen önyargılı ve ayrımcı bir dil kullanılması” biçiminde tanımlayabileceğimiz nefret söylemi, bu bağlamda, Türkiye’ye karşı düşmanlık duygularını tetikliyor. Türkiye, bu hukuk dışı ve ırkçı söyleme son verilmesini, “soykırım” iddialarını tartışmanın önkoşulu yapmalıdır. Burada, “soykırım” iddialarının Türkiye’ye karşı bir tür nefret söylemine dönüşmesinin, zamanlamasının ve nedenlerinin de irdelenmesi gerekiyor.
Bugüne kadar yabancı ülke parlamentolarında Türkiye’yi suçlayan toplam 48 karar alınmıştır.1 Bu 48 kararın bir tanesi 1915 tarihlidir. Bir savaş propagandası olarak Rus, Fransız ve İngiliz parlamentoları Türkiye’yi ortaklaşa suçlamışlardır.
1915’ten, Türk diplomatlarının katledildiği 1970’li ve 1980’li yıllar da dahil, 1990’lı yıllara kadar yabancı ülke parlamentolarındaki Türkiye suçlamalarının sayısı da sadece altı. Geriye kalıyor 41 suçlama… Yabancı parlamentolardaki “Ermeni Soykırımı”nı tanıma kararlarının beşte dördünden fazlasını oluşturan bu 41 karar, Soğuk Savaş’tan “Yeni Dünya Düzeni”ne geçildiği 1990’lı ve 2000’li yıllara aittir.2
Türkiye’yi hedef alan soykırım iddialarının, Sovyet sisteminin çökmesi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte “Yeni Dünya Düzeni” ile bütünleştiği gözleniyor.
Soğuk Savaş sonrasındaki ilk suçlama, 1993 yılında, Samuel Huntington’ın Foreign Affairs dergisinde “Uygarlıklar Çatışması” tezini yayınladığı tarihte yapılıyor. Tezin kitaplaştığı 1996 yılından sonra ise, yabancı ülke parlamentolarında alınan suçlama kararları birbirini izlemeye başlıyor.3
Yabancı ülke parlamentolarının “Ermeni Soykırımı” iddialarını güncel politikaya dönüştürme konusunda kendilerine vazife çıkarmalarının tarihçesi tesadüf değildir. “Yeni Dünya Düzeni”nde dini ve etnik farklılıkların temel çelişki olarak ön plana çıkarılmasının sonucudur.
Dini ve etnik farklılıklar, Ermeni iddialarının geçmişe ait bir hesaplaşma olarak algılandığı Soğuk Savaş döneminde geri plandaydı. Ön plandaki temel çelişki ideolojiydi. “Soğuk Savaş” deyimi de ABD ile Sovyetler Birliği’nin öncülüğündeki kapitalist ve komünist devletler arasında II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ekonomik, siyasi, askeri gerginliği tanımlıyordu.
Soğuk Savaş, 1990’lı yıllara girilirken, Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine sona erdi. O yıllarda “kapitalizmin küresel zaferi” olarak kutsanan bu gelişme, iki kutuplu Soğuk Savaş düzeninden ABD’nin egemenliğindeki tek kutuplu “Yeni Dünya Düzeni”ne geçişin kurgusunu da oluşturdu.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Sovyet sisteminin çökmesi, kapitalist sistemin “düşman” kavramında kısa süreli bir kargaşa yarattı. Samuel Huntington, “uygarlıklar çatışması” teziyle yeni düşmanı “İslam” olarak tanımladı. “Yeni Dünya Düzeni” de, Samuel Huntington’ın “uygarlıklar çatışması“ olarak adlandırdığı din savaşları temelinde inşa edildi.

21. yüzyılın savaşlarının dinler arasında olacağını ileri süren Prof. Huntington, savaşın taraflarını da “Hilâl ve Haç” olarak tanımlıyordu. Prof. Huntington’a göre, “sınırları kanlı” olan İslam, kapitalist Batı’nın “liberal demokrasi” değerleriyle özdeş bir uygarlık olan Hıristiyanlığın “tarihsel düşmanı” idi. Türkiye ile Ermenistan’ın Kafkaslar’daki ilişkileri de bu tarihsel düşmanlığın ve İslam’ın sınırlarının kanlı olmasının kanıtıydı.4
Huntington, Foreign Affairs dergisindeki makalesini kitaplaştırdığı çalışmasında “soykırım” iddialarını Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreciyle ilişkilendiren bir tarih çarpıtmasına da imza atmıştı: “Çokuluslu bir imparatorluk fikrini reddeden Kemal (Mustafa Kemal Atatürk), homojen bir ulus devlet meydana getirmeyi amaçlamış, bu süreçte Yunanlıları ve Ermenileri ülkeden zorla kovmuş ve öldürmüştür…”5
Huntington’un uygarlıklar çatışması tezi, Ermeni Soykırımı iddialarını geçmişe ait bir hesaplaşma olmaktan çıkarıp güncel politikaya dönüştürürken, üslubunu da etkilemiştir.
“Ermeni Soykırımı” iddiaları, bu biçimiyle, Türkiye’ye karşı ırkçı nefret söylemini meşrulaştırmayı amaçlayan tehlikeli bir oyuna dönüşmüştür. Ötesinde, yeni dünya düzeni siyasetini uluslararası hukukun üzerine çıkartmıştır. “Ermeni Soykırımı” iddialarının yetkili mahkemeler yerine yabancı ülke parlamentolarında tanınmaya çalışılması, hukukun siyasete kurban edildiğinin kanıtıdır.
Türkiye’nin üzerinde durması gereken ikinci nokta, “soykırım suçu”nun varlığı ya da yokluğuna karar verecek yetkili merciin siyaset değil, uluslararası hukuk olduğudur.
BM Soykırım Sözleşmesi, “soykırım suçunun” varlığı ya da yokluğu konusundaki yetkili mercii “yargı organları” olarak belirlemiştir. Hangi yargı organı ya da organlarının yetkili olduğu da sözleşmede açıklanmıştır. Bu bağlamda, unuttuğumuz, bize unutturulmak istenen gerçek, I. Dünya Savaşı sonrasında çok sayıda İttihat ve Terakki Partisi yöneticisinin “Ermenilerin toplu katliamı” suçlamasıyla üç yıla yakın süre Malta’da tutulmuş ve Sevr Antlaşması hükümleri uyarınca “soruşturma” kapsamına alınmış olmalarıdır. Bu soruşturmayı yürüten makam Londra’daki İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’dır. Atanmış herhangi bir rütbeli savcı değildir.
Son derece iddialı ve kapsamlı bir soruşturma yapılmıştır. İşgal altında el koyulan Osmanlı arşivinin yanında, İngiltere ve Amerika’da “Ermeni kırımı/katliamı” konularında bilgi, belge taranmış, ancak “bir hukuk mahkemesinde geçerli sayılabilecek” hiçbir kanıt bulunamamıştır.
İngiliz Kraliyet Başsavcılığı, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın “hukuki bir dava açılamayacaksa siyasi bir dava açılsın” yolundaki baskısını da reddetmiş ve günümüz hukukunda “takipsizlikkovuşturmaya yer olmadığı” hükmüne vararak üç yıla yakın süre Malta’da tutulan İttihat ve Terakki yöneticilerinin serbest bırakılmalarını sağlamıştır.
İngiliz Kraliyet Başsavcılığı’nın bu kararının, “Ermeni Soykırımı” iddialarını kökten çürüten hukuki sonuçları olduğu yadsınamaz. Malta’daki bu yargı süreci, Yahudi Soykırımı yargılamasının yapıldığı Nürnberg Mahkemesi ile benzer uluslararası hukuk kurgusunda gerçekleşmiştir.
İşgal altında el koyulan Osmanlı arşivinin yanında, İngiltere ve Amerika’da “Ermeni kırımı/katliamı” konularında bilgi, belge taranmış, ancak “bir hukuk mahkemesinde geçerli sayılabilecek” hiçbir kanıt bulunamamıştır.
“Ermeni Soykırımı” iddialarıyla ilgili olarak bize unutturulan bir başka yargısal süreç daha vardır. 1915 sonbaharında, savaşın en şiddetli ortamında, İttihat ve Terakki Hükümeti, Ermeni kafilelere kötü muamelede bulundukları iddia edilenleri Divanı Harp Mahkemeleri’nde yargılatmıştır. 73’ü tutuklu olmak üzere yargılanan 600’ü aşkın kamu görevlisi ile bine yakın aşiret mensubunun 67’si idam, binden fazlası da “öldürme, yaralama, görevi ihmal, soygun” gerekçesiyle hapis ve sürgün cezalarına çarptırılmıştır.6
Savaş suçları hukuku alanında dünyadaki ilk örneği oluşturan bu tarihi yargılama, katil olarak yaftalanmak istenen devrin Osmanlı Hükümeti’nin Ermeni kırımı planlaması yapmadığını, böyle bir kastının olmadığını; istenmeyen acı olaylarla karşılaşınca bunlarla yüzleşmekten de kaçınmadığını ortaya koymaktadır. Ötesinde, yaşanan acının üzerinin örtülmediği, “Ermeniler isyan etmişti” gibi gerekçelere sığınılmadığını, yaşanan acının hesabının o günün yargısında sorgulandığını kanıtlamaktadır.
Bu konuda bir de Mondros Mütarekesi’yle başlayan işgal döneminde iktidara gelen Hürriyet ve İtilaf hükümetleri tarafından İngilizlerin baskısıyla kurdurulan askeri mahkemelerin yaptığı yargılamalar vardır. Bu mahkemeler hakkında İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe, 1 Ağustos 1919’da Londra’ya gönderdiği raporda “Mahkeme süreci, hem bizim hem de Türk Hükümeti’nin itibarını zedeleyen bir maskaralığa dönüşmüştür.” değerlendirmesini yapmıştır.7
Buna karşın, Ermeni Soykırımını savunanlar her vesileyle işgal yılları maskaralığına atıf yaparken, 19151916 yıllarında İttihat ve Terakki Hükümeti’nin kendi iradesiyle gerçekleştirdiği örnek yargılamaları yok saymaktadır.
Tehcir Uygulaması
Üçüncü nokta, “soykırım” iddialarının temel dayanağı olarak son zamanlarda sunulan “tehcir uygulaması” ile ilgilidir.

Tehcir, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri’nin, 1977 tarihli Ek 2 Protokolü uyarınca “askeri gereklilik” kapsamında değerlendirilmeye açıktır. I. Dünya Savaşı koşullarında Osmanlı Ermenilerinin silahlı isyanı ve Osmanlı topraklarını işgal eden Çarlık Rusyası’nın yanında savaşa katılması, tehcir uygulamasının “askeri gereklilik” bağlamında değerlendirilmesini haklı kılmaktadır.
ABD’li asker kökenli tarihçi Edward J. Ericson, 1915 Ermeni ayaklanmasının Rus işgaline karşı savaşan Osmanlı ordusunun güvenliği açısından ağır ve acil bir tehdit oluşturduğunu ortaya koymaktadır.8 Ericson, Tehcir’in askeri bir soruna bulunan çözüm olduğunu belgelendirmektedir.
Ötesinde, unutulmamalıdır ki Yahudi Soykırımı gerçekliğinde Alman Yahudilerinin Almanya’ya karşı ne silahlı bir direnişi söz konusudur ne de Alman Yahudilerinin Almanya’nın savaş halinde olduğu ülkelerle silahlı bir işbirliği… Dolayısıyla, II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Yahudilere uygulanan soykırım ile I. Dünya Savaşı günlerinde Ermenilerin maruz kaldıkları iddia edilen olaylar arasında, “soykırım” bağlamında, herhangi bir paralellik kurulamaz. Ünlü tarihçi Bernard Lewis’in “Ermeni Soykırımı” iddialarını yadsırken, I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı topraklarında yaşananları bir “savaş trajedisi” olarak tanımlaması bu nedenledir.9

Sonuç
Bu yazı, “Ermeni Soykırımı” iddiaları konusunda belgelere dayalı tarihi ve hukuki bir analiz ortaya koyarak ortak acıların paylaşılmasının önündeki engelleri kaldırmayı amaçlıyor. Böylece, “önyargıları” aşmayı ve Ermeni Sorunu’nu hukuk temelli yeni bir tartışma düzlemine taşımayı umuyor…
Önyargılar çifte standartlı yaklaşımları ve ayrımcılığı besler. Önyargıların aşılması ise öncelikle, günümüzde bir tür “vicdan fetişizmi”ne dönüştürülen “subjektif hafıza kayıtları”nın yerini tarihi ve hukuki gerçeklerin almasıyla sağlanabilir. Tarihi ve hukuki gerçekler, yaşamın “ak ve kara”dan ibaret olmadığını, arada gri tonların da bulunduğunu ortaya koyacaktır. 1915 Ermeni Tehciri için bu gri ton; tehcirin meşru sebeplerinin yaşatılan acıları “haklı” kılmadığı, yaşanan acıların da tehcirin meşru sebeplerini ortadan kaldırmadığı olacaktır.
Bu, nefretten arınmış, hoşgörüye kapı açmış gri bir tondur. Tarihi ve hukuki gerçekler bize bu noktada buluşma fırsatını veriyor.
KAYNAKÇA
1. Gürkan, Uluç, (Söyleşi: Serdar Palabıyık), “Ermeni Sorununu Anlamak”, Destek Yayınları 2.baskı, İstanbul, s. 69.
2. a.g.e., s. 46
3. Huntington, Samuel, The Clash of Civilizations, Foreign Affairs, (Yaz, 1993), C. 72, No. 3, s. 2249. Bu makalenin geliştirilmesinin ardından yayımlanan kitap için bkz. The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order, (New York, Simon & Schuster, 1996)
4. Huntington, Samuel P. , The Clash of Civilizations, s. 255259. 5. a.g.e., s. 144
6. Sarınay, Yusuf, “Ermeni Tehciri ve Yargılamalar: 19151916”, Türk Ermeni İlişkilerinin Gelişimi ve 1915 Olayları Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 2325.11.2005, s. 257265.
7. FO 371/4174/E.118377, Calthorpe’tan Dışişleri Bakanlığı’na rapor, İstanbul, 01.08.1919, No: 1364/5056/14, aktaran, Şimşir, Malta Sürgünleri
8. Ericson, Edward J., “The Armenians and Ottoman Military Policy 1915” , War in History, 2008; ss.141167
9. Lewis, Bernard, söyleşisi, Le Monde, 1 Ocak 1994