Prof. Dr. Seçil Karal Akgün | Başkent Üniversitesi Ord. Prof. Enver Ziya Karal Tarih Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü
“1919 senesi mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye Osmanlı Devleti’nin dahil bulunduğu grup, Harbi Umumi’de mağlûb olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır bir mütarekename imzalanmış. Büyük Harb’in uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harbi Umumi’ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilâfet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği deni tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın riyasetindeki kabine; âciz, haysiyetsiz, cebîn, yalnız padişahın iradesine tâbi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek herhangi bir vaziyete razı. Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta… İtilâf Devletleri, mütareke ahkâmına riayete lüzum görmüyorlar.”(1)
Nutuk’un okuduğunuz başlangıç satırları, Atatürk’ün tam yüz yıl önce Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımını atarken dünya savaşında yenik düşmüş Osmanlı Devleti’nin içine bulunduğu durumu özetlediği sözleridir. Bunları izleyen satırlarda, Atatürk, Başkent İstanbul ve Anadolu’nun çok büyük bir kısmının haksız işgale uğradığını, bu durumda hükümetin kurtuluş için birinde karar kılmak zorunda olduğu üç seçenekten ilkinin İngiltere’nin koruması altına girmek, ikincisinin Amerika mandasını istemek, üçüncüsünün de bölgesel kurtuluş çarelerine yönelik olduğunu anlatır ve sözlerini şöyle sürdürür: “O halde ciddî ve hakiki karar ne olabilirdi? Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyeti milliyeye müstenit, bilâkaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek! İşte, daha, İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur.” (2)
Atatürk, aynı içerikte, kararının Türk halkının ancak tam bağımsızlığa kavuşarak, onurlu, saygın bir ulus olarak yaşayabileceğini bilmesine dayandığının altını çizip, “…Türk’ün haysiyet ve izzeti nefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evlâdır (daha iyidir)! Binaenaleyh, ya istiklâl ya ölüm! İşte halâsı hakiki (gerçek kurtuluşu) isteyenlerin parolası bu olacaktı” dedikten sonra “…ben, milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekâmül istidadını bir milli sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey, bütün heyeti içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim” (3) sözlerine yer vermişti. Bu satırlardan onun daha başlangıç aşamasında bağımsızlık mücadelesinin hedefini belirlediği, hatta ülkenin kurtuluşunu izleyecek Türk Devrimi’nin bile programını yapmış olduğu anlaşılmaktadır. Atatürk’ün yeni Türkiye ve Türk toplumu için hedeflediği ulusun egemenliğinde ulusal bütünlük; insan hakları ve demokrasi çerçevesinde ulus bilinciyle, insanlık onuruyla benzenmiş yönetim; aydınlanarak, ileri ülkeler düzeyine ulaşmış toplumsal yapıyla barış içinde bir gelecekti. Burada en çarpıcı odtuadt.com düşün 28 7 nokta, yukarıda anlattığı karanlık tablo içinde bile ileriye bakabilmesi, kararlılığı ve özgüvenidir ve elbette bildiğimiz gibi, planladığı doğrultuda sonuca erişilmiş olmasıdır. Akıllara gelen soruysa dünya tarihini etkileyecek olan bu mücadeleyi yüz yıl önce başlatırken, Atatürk’ün sahip olduğu özgüvenin kaynağının ne olduğu ve bunu nasıl kazanmış olduğudur. Bu soruyu yanıtlayabilmek, onun ülkesi için beslediği duygularını, düşün dünyasını ve bilgi birikimini irdelemeyi gerektirir.
Atatürk’ün duygularının kaynağı kuşku götürmeyen yurt sevgisi ve Türk halkına olan güvenidir. Onun, yurt sevgisini daha gencecik bir öğrenci iken ülkenin hızla kötüye doğru gidişine üzüldüğünden geceleri uyuyamaması çok iyi anlatır.(4) Çanakkale muharebeleri sırasında emrinde çarpışan askerlere “Size ölmeyi emrediyorum!” diyebilmesiyse, yurdu savunmak için cepheden cepheye koşarken çok yakından tanıyabildiği ulusuna olan büyük güvenin en önde gelen göstergesidir. Düşüncelerini irdelediğimizde ilk gördüğümüzse iyi bir araştırmacı olarak bilime olan inancı ve bu çerçevede geliştirdiği engin tarih bilgisidir. Kaldı ki Atatürk’ü sınıf ve mücadele arkadaşlarından ayıran, Kurtuluş Savaşı’nın lideri, Türk Devrimi’nin de beyni yapan, tam da bu özellikleridir:
Atatürk, farklı kaynaklardan insanlık ve Türk tarihini inceleyerek uygarlığın düşünce ürünü olduğunu, düşünüyorum öyleyse varım diyen batılı ülkelerin akılcılık ve bilimle uygarlıkta ilerlediklerini, bunlara sırt çevirerek var olmalarını inanca bağlayan doğu ülkelerinin geri kaldıklarını, sömürülüp ezildiklerini görebilmişti. Böylece kazandığı uzak görüşlülükle, uygarlıkta ileri Türkiye hedefine doğru yol alırken “Medeniyet öyle bir kuvvetli ateştir ki ona bigâne (yabancı) olanları yakar mahveder” (5) diyerek geleceğe bakabildi ve Türk tarihini yönlendiren, ulusun egemenliğinde bütüncül, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimse oldu. Nitekim, güçlü ülkeleri batı düşüncesinin geliştirdiğini bildiğinden 29 Ekim 1923 günü Fransız yazar Maurice Pernot’yla yaptığı söyleşide de “Türkler bütün medeni milletlerin dostlarıdır… Memleketler muhteliftir fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sükutu, garbe karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz” (6) diyerek, Türk toplumunun bu düşünceye kapalı kalmayacağını açıklamıştı. Bir başka söylemle, Türkiye’nin çağdaş uygarlık yolundaki gelişmelerinin bir din grubunun değil, evrensel, ileri düşüncenin temsilcisi olan Batı düşüncesiyle iç içe olacağını anlatmıştı.
Bunun içindir ki yakın dönem Türk tarihini daha iyi anlayabilmek için Atatürk’ün düşün dünyasını değerlendirirken “Batı” sözünden çekinmeden bu uygarlığın Atatürk’te ve Cumhuriyetin kazanımlarındaki payına yakından bakmak yerinde olur:
Batıda Düşüncenin Gelişmesi
Düşünebilmek, insanın dünyadaki öbür canlılardan ayrıldığı özel bir yeteneğidir. İnançsa, insana insan olma özelliğini kazandıran temel yapı taşlarının en önemlilerinden biridir ve özdeşleştirildiği çok tanrılı veya semai dinlerle birlikte insan düşüncesinin ürünüdür. Bu bağlamda insan, düşünme yeteneğini akılla besleyip bilimle yönlendirmiş, çalışarak güçlendirmiş, böylece bir yandan var oluş nedenini sorgularken bir yandan daha iyi yaşamayı hedefleyerek yaratıcı olabilmiş, birlikte uyum içinde yaşayabilmek için de kurallar yaratmıştır. Yaşamını bunların ilkleri olan ve inancı temel alan ahlak ve din kurallarıyla, gelenek-göreneklerle çağdan çağa aktararak sürdürürken, varlığıyla çevresi arasındaki ilişkiyi sorgulamasıyla bilgi oluşmuş, bitmeyen soruları karşısına bilimi çıkarınca bulmaya çalıştığı yanıtı bu kez de bilim veya inanç çerçevesinde aramaya koyulmuştur. Ne var ki bir süre sonra dinlerin ve geleneklerin sınırları içinde düşünmekten kurtulan bazı kimseler bu iki farklı anlayışın çeliştiğini kavramış, kendi akıl, sezgi ve deneyimleriyle tüm inançların zaman içinde çıkarcılıkla birleştirilerek insana bilemediği kavramlara nesnel ve tinsel tutsaklık getirdiğini görebilmişlerdir. Bu tutsaklığı akılla gidermeyi hedefleyenler, bunun için iki farklı anlayışı da besleyen düşünceden yararlanmışlardır. Akıl ve bilim üzerine yapılanan Batı düşüncesi, insanın düşünme yeteneğini şekillendirip, bilgi ile besleyerek bilinmeyene tutsaklığın önüne geçmesiyle oluşmuştur. Bilginin her zaman için eksik, bu nedenle de her zaman tamamlanmaya doğru yol alan bir süreç olduğunun anlaşılmasıyla kalıplaşmaktan kurtulan bu düşünce, temeli antik çağlarda atılan akılcı özgür düşünceyle beslenip insanlığın ilerlemesini hedefleyerek gelişmiştir.(7)
Antik Yunan’ın ünlü filozofu Sokrates’in insanın kendi bilincine varması felsefesini çıkarlarına uygun görmeyen siyasal erk sahiplerinin isteği üzerine düşüncelerinden ödün vermektense verilen cezayı kendi uygulayıp, baldıran zehri içerek yaşamına son vermesi; Lucius Annaeus Sceneca’nın, “akıl”ın, iyiliğin de kötülüğün de hakemi olduğunu anlatması(8) ; 17. yüzyılda Rene Descartes’ın insanın düşünceyle var olduğunu öne sürmesi; ardından insanların, doğa üstü korkuların zulmünden aklıyla kurtulacağını anlatan Benedictus Spinoza’nın(9) özgür düşünceye ulaşmada eşsiz bir başyapıt olan ünlü Etika’sında “…Herkes kendine göre iyi olan şeyi ister, kötüyeyse nefret besler; faydalı olan şey için çabaladığı kadar erdemli olur. Çaba gösterilmeden erdem düşünülemez” (10) sözleriyle erdemi çalışmayla ilişkilendirmesi; bu düşüncenin 19. Yüzyıl temsilcisi Emerson’un, iyilik ve kötülüğün insanın kendi içinde olduğunu yazıya dökmesi(11), Batı düşüncesinin adeta simgesi olan akılcılığın ve onu geliştiren görüşlerin sadece birkaçıdır.
M.Ö. 4. yüzyıldan 19. yüzyıla uzanan bu örnekler ve benzerleri, insana aydın olabilmek için yürüdüğü yolda ışık tutan meşalelerdi. Onlardan saçılan kıvılcımlarla gelişen Batı düşüncesi, Batı toplumlarını aydınlatıp düşünen toplumlar yaparken, temeli yine antik dönemde atılan demokrasiyi, laikliği, aydınlanmayı yeni çağlara taşıyan araç oldu. Rönesans, Reform, Aydınlanma ve teknoloji devriminin getirileriyle kimi topluluklar, dinlerin ve geleneklerin sınırları içinde düşünmekten kurtulup, daha rahat, güvenli, gönençli ve mutlu yaşamak isteklerini akılcılıkla birleştirerek kökü ve ereği öteki dünyada bulunan bir yaşam düzeyinden, kökü-ereği bu dünyada bulunan bir yaşam düzeyine geçebildiler. (12) Hatta siyasal açıdan tek kişinin elinde tuttuğu baskıcı monarşik, otokratik yönetimlerden ulusun egemen olduğu yönetimlere ulaşabildiler. Şöyle ki, yine antik çağlardan beri insanoğlu hep daha iyi yaşamı hedeflerken, toplumsal yaşamın başlangıcından beri iç düzenin sağlanmasının olmazsa olmazı yönetimin en uygununu bulmayı da hedeflemiş, kimilerinin hedefi de yönetsel erki elinde tutmak olmuştu. Kişisel egemenliklerini kabul ettirebilmek için din adamlarını da yanlarına alarak, halklar üzerinde nesnel ve tinsel silahlarla baskılar kurarak, tek söz sahibi olan bu yöneticilerin(13) yüzyıllarca ezdikleri halklar, sonunda buna dur deyip kendi yönetimlerinde söz sahibi olabildiler.
Batı ülkelerinin türlü aşamalardan sonra ulaşabildiği ulusal egemenlik ve birlikte gelişen ulus devletler, 18. yüzyıl ürünüdür. Tarih sahnesine çıkmalarıysa hiç de kolay ve çabuk olmamıştır. Şöyle ki, akılcı düşünürlerin susturularak toplumların mahkum edildiği karanlık çağlarda yaşadıkları yönetsel baskıları sorgulamalarını, buna karşı duracak bilinci kazanabilmek için antik çağların felsefe, bilim ve sanatının yeniden doğuşu olan Rönesans ve çıkarcı din adamlarının ellerinde dinsel anlamını kaybetmiş olan kiliseyi yeniden düzenleyen Reform hareketlerini yaşayıp, aydınlanmalarını, odtuadt.com düşün 28 9 sonra da kendilerini ezen bireysel yönetimlere baş kaldırmalarını gerektirmişti. Zamanla dünyaya yayılan bu güçlü değişim, Batı’da gerçekleşmiştir. Nitekim XVI. yüzyıldan sonra Batı ülkeleri bilimde, teknolojide dev adımlarla ilerlemiş, Batı kültürü de bu akış içinde önce ekonomide ardından da siyasal ve toplumsal alanda dünya görüşü olacak kadar genişlemiş, onun hızına uyamayan ülkeler de uygarlık yarışında çağdaş, uygar ülkelerin gerisinde kalmamak için er veya geç bu kültüre katılmak zorunda kalmıştır. Kısacası, siyasal, toplumsal, ekonomik alanda ilerlemek isteyen ülkeler için geçerli tek yöntem, batılılaşma yönünde yenilikler yaparak, batıya yaklaşmaya çalışmak olmuştur. (14)
Bu gelişmeleri yaygınlaştıran kırılma noktaları, Amerikan ve Fransız ihtilalleriydi: Önce ne tarih ne dil ne de kültür bakımından ulus olarak tanımlanabilecek ögeleri olmayan Amerika bunu başardı. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden halklar, Orta Amerika’nın doğusunda yaşadıkları kolonilerdeki sömürgeci yönetimlere karşı birleşip, bir ulus oluşturdular, Thomas Paine, George Washington, Benjamin Franklin gibi asker ve sivil özgürlükçü aydınların yönlendirmesiyle ayaklanarak, bağımsızlık savaşı kazandılar. 4 Temmuz 1776’da insanların hür ve eşit doğduğu, yaşama, özgürlük ve mutlu olmanın insanın doğal hakkı olduğu, adaletin akıla dayandığı, yönetilenlerin bu hakları göz ardı etmeye kalkışan yönetime karşı ayaklanma hakkı bulunduğunu vurgulayan Bağımsızlık Bildirisi’ni (Declaration of Independence) yayınlayarak, yakın çağların ilk ulus devletini kurdular. Thomas Jefferson’un yazdığı bu bildiriyi esas alan laik anayasayla ve cumhuriyetle yönetilen Amerika Birleşik Devletleri’ni Fransa izledi: Yıllardır kiliseye ve bireysel, mutlak egemenliğe karşı Voltaire, Rousseau, Montesquieu, Diderot gibi aydınların önderliğinde örgütlenen halk, 1789’da özgürlük, eşitlik ve kardeşlik söylemiyle ayaklanarak, Fransız Devrimi’ni gerçekleştirdi. Krallık devrildi, insanların doğuştan özgürlüğünü, eşitliğini, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkını, ulusun egemenliğini esas alan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (Declaration of Human and Civic Rights) duyuruldu.(15)
Batı ülkelerinde bu iki bildirinin özündeki ilkeler ve onların ışığında gelişen demokratik yönetimler çoğalırken, Türk toplumu bu değerlere ancak Atatürk’ün insan haklarının en temel noktalarından biri olan baskıya karşı başkaldırı hakkı çerçevesinde başlattığı bağımsızlık savaşının kazanılmasından sonra yönlendirdiği Türk Devrimi’yle erişebildi. Kısacası, Atatürk’e, Türk ulusunun kurtuluş ve bağımsızlık savaşını başlatması için esin kaynağı olan, onu çağdaş, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmaya ve Türk Devrimi’ne yönlendiren sadece birkaçını örnekleyebildiğimiz evrensel düşüncelerin toplamı ve yakın Türk tarihinin gelişmeleridir.
Batı Düşüncesi ve Osmanlı Yenilik Hareketleri
Osmanlı ordularının Avrupa ülkeleri karşısında üst üste kaybettiği savaşların, onların teknik gelişmelerine uzak kalmaktan kaynaklandığını kavrayan devlet yöneticileri, kötüye gidişi durdurabilmek için XVIII. yüzyıl sonunda Batı’nın ilerlemelerine kapıları kapamaktan vazgeçip, bazı yenilik hareketleri gerçekleştirmişlerdi. Yeniliklerin Osmanlı’ya eski gücünü kazandıramaması, hatta imparatorluğun çökme noktasına gelmesiyse, cüretli değişikliklerin başarısızlığını anlatıyordu. (16) Bunun nedeni araştırılınca ortaya ilk etken, değişikliklerin çoğunun askeri alan başta gelmek üzere teknik yenilikler veya kurumsal düzenlemelerle sınırlı kaldığıydı.
17. yüzyıl sonunda batıda monarşik baskıya tepki olan büyük devrimlerin getirdiği siyasal, hukuksal ve toplumsal değişimlerle insanların eşitliği, gönenci ve mutluluğu hedeflenirken, Osmanlı’da ilkin padişahların, sonra devlet adamlarının, ardından da aydınların öncülüğünde batılı ülkeler örnek alınarak gerçekleştirilen yenilik hareketlerinin en önde gelen amacı, devleti eski gücüne kavuşturmaktı. Oysa devletin başındaki padişahın sadece sünni müslümanların tanıdığı halife, hukukun şeriat, eğitiminin dine dayalı olması, Tanzimat yıllarında yayınlanan eşitlikçi fermanları bile etkisiz bırakmıştı. Meşrutiyet’in saltanat (monarşik) haklarını sınırlayan Kanun-ı Esasi’si (Anayasa) ve bütün Osmanlı unsurlarının temsil edildiği parlamenter sistem de aynı nedenlerle vatandaşlara eşitlik sağlayamamıştı. Öte yandan, çok uluslu devletin teokratik yönetim biçimi ve dinlere-mezheplere-cemaatlere odaklı çoklu eğitim sistemi de ortak ülküde ve çıkarlarda birleşen gençler yetişmesine, dolayısıyla, ulusal bir yapı oluşmasına olanak vermemişti. Sözün kısası, Osmanlı İmparatorluğu, Kırım Savaşı’nı izleyen 1856 Paris Anlaşması’yla, devletin batılılaşmada kaydettiği önemli aşamalar da dikkate alınarak, Avrupa devletlerinin bir üyesi olarak kabul edilmişse de toplum düşünsel açıdan bilime, akılcılığa ve özgür düşünceye erişemeyip doğulu kimliğini koruduğundan, batılılaşma hareketleri Osmanlının güçlenmesini, bütünlüğünü ve gönencini sağlamakta yetersiz kalmıştı.
Yenilik hareketlerinin başarısızlığına yol açan bir başka etken de yeniliklere Hıristiyan kültürünün ürünü olarak bakıldığı için çok zor benimsendiği, bazılarının da hiç toplumsal kabul görmediğiydi. Bunun ardında yatan, Kuran’ın dili oldu için kutsal gözüyle bakılan Arapça dilinde eğitim veren medresede eğitildiğinden din bilgini sayılan ulemanın, bu dili bilmekten yararlanarak İslam dininin özünde olmayan din adamı kimliğiyle ayrıcalıklı bir sınıf oluşturması, resmi işlemlerin dilini anladığından eğitim gibi bürokrasiyi de ele geçirerek, halkın üzerine üstünlük kurup yönlendirmesiydi. En çok da bu sınıfının Avrupa’da Ortaçağ boyunca yöneticilerle el ele vererek sömürdüğü halkların Rönesans ve Reform hareketleriyle aydınlanarak, din adamlarının gücünü sarstığını görerek aynı akıbete uğramamak için ülkeyi din adına batının düşünsel ve teknik gelişmelerine kapatmasıydı. Böylece ulema çıkarları uğruna İslam dinini kullanarak yenilikleri yasaklayınca, toplum hem kendi içinde hem batıyla gitgide derinleşen bir ayrışmaya, ülke de geriliğe sürüklenmişti. (17) Kaldı ki bu nedenle o zamanların yüksek okulları olan medreseler de değişime uğratılarak bilimsel dersler kaldırılmış, böylece ehliyetsiz ve liyakatsiz hocaların yetişmesi öğrencilere de yansımış, hatta çeşitli toplumsal kargaşaları tetikleyen ayaklanmalara karışmalarına yol açarak devleti zayıflatan etkenlerin biri olmuştu. (18)
Ulemanın ayrıcalığını yitireceği kaygısıyla önayak olduğu yasakların bu suretle din ve bilim çelişkisini yaşamaya başlayan devlete maliyeti çok büyüktü. Örneğin, betimleme sanatlarının yasaklanması toplumun heyecanını kesmiş, düş kaynaklarını, yaratıcılığı durdurmuştu. 19 İcadından beri müslüman olmayan Osmanlıların sadece dinsel kaynaklar yayınlamak için de olsa yararlandığı matbaayı müslüman unsurun ancak 1729 yılında ama ulemanın ayrıcalığını koruyabilmesi için dinsel kaynak yayınlamamak üzere kullanabilmesi, kültür alanında gelişmeleri 289 yıl geciktirmişti. Saat, minareden okunan ezanla vaktini öğrenen halkın ezanı okuyan müezzine ihtiyacının sürmesi uğruna çok uzun süre ülkeye sokulmamıştı. 1764’de askeri yenilikler yapmak üzere İstanbul’a gelen Baron de Tott’un orduya kullandırmak istediği topların temizlendiği fırçanın domuz kılıyla yapıldığı söylenerek topçuluk engellenmeye çalışılmış; tüfeğe takılı süngüler ancak şeyhülislam fetvasıyla kullanılabilmiş; üst üste yaşanan yenilgiler üzerine batının talim-terbiye teknolojisini temel alarak Nizam-ı Cedid ordusunu kuran III. Selim, bu yüzden fetvayla tahtından indirilmiş, ardından boğdurulmuştu. 1831’de ilk Türk gazetesi olarak yayını başlayan Takvim-i Vekayi (bugünkü Resmi Gazete’nin benzeri) 1833 yılında Tırnova’da cadı zuhur ettiğini odtuadt.com düşün 28 1 1 haber yapmış, değişik dinlerden olan Osmanlı halklarının başlıklarına bakılarak toplum içinde inançları yüzünden ayrıma uğramamaları için başlara fes giyilmesini öngören II. Mahmut’a gavur padişah denilmişti. Sıbyan mektebi (ilkokul) öğrencileri, derslerinde taş tahta ve tebeşiri ancak Tanzimat yenlikleri kapsamında, 1847 yılında yönetmeliğe “Mekke ve Medine’de olduğu gibi” sözleri yazılınca kullanabilmişti. Müslüman olanla olmayanlara hukuk açısından farklı yaklaşılmasının giderilmeye çalışıldığı Tanzimat yıllarında bazı yetkili makamların artık gavura gavur denmeyeceğini söylemesiyse, devlet adamlarının eşitlik anlayışına hala ne kadar uzak olduğunun önemli bir göstergesiydi. (20)
Bunları yakın tarihi inceleyerek öğrenen Atatürk’ün bildiği, Osmanlı’nın yenilik hareketleriyle yakalamaya çalıştığı Batı uygarlığının bir yön veya Hristiyan devletler topluluğu olmadığı, batılılaşmanın da Avrupa devletlerinin gelişmiş kurumlarını ve ileri teknolojisini kopyalamak anlamına gelmediğiydi. O, kendini eğiterek ve kültürünü geliştirerek kazandığı özgüvenle Türkiye’yi ileri ülkeler arasına katmayı kendi sorumluluğu yaparken, kuşkusuz özellikle yakın dönem Avrupa ve Osmanlı tarihini ayrıntılarıyla incelemişti.
Atatürk ve Batı Düşüncesi
Daha öğrencilik yıllarında kendi olanaklarıyla Fransızca öğrenen Atatürk, böylece Türk düşünürlerin yanı sıra yabancı yapıtlara da uzanarak okuma alanını genişletmiş, tarihe duyduğu ilgi de derinleşmişti. İç içe geliştiğini anladığı uygarlık ve düşünce tarihini iyi öğrenebilmek için pek çok kitap karıştırmış, erken yaşta batı toplumlarının düşünsel gelişmeyle ilerlediğini anlamıştı. Yukarıda sayılan düşünürlerin yanı sıra Rene Descartes gibi akılcıların, Immanuel Kant gibi kuşkucuların, Voltaire, Montesquieu, Rousseau gibi 18. yüzyılın büyük devrimlerinin beyin takımının, August Comte, Emile Durkheim gibi 19. yüzyıl sosyologlarının yapıtlarından demokrasinin önemini, özgürlüğün değerini, bu anlayışların eksikliğinin insanlıktan vazgeçmek olduğunu öğrenmişti. (21) Giderek büyüyen bilgi dağarcığına kollektivizmi, positivizmi, demokrasinin eski çağlardan beri kurumlarıyla gelişen bir kültür olarak toplumların bilincini geliştirdiğini, bu kavramların insanlara akılcılık, bağımsızlık ve eşitlik kazandırdığını eklemişti. İleri ülkelerin yönetimlerinin hiçbir inanca ya da sınıfa ayrıcalık veya üstünlük tanımayan demokrasiye dayandığı da okuyarak öğrendiklerindendi. (22) Bu kapsamda Atatürk, Batı’yı ve Aydınlanma’yı özgür düşünceyle gelişmiş uygarlık; temelleri antik çağlarda atılmış laiklik ve demokrasi yönüyle günümüze kadar uzanan bir süreç; siyasal yönetimde ilk kez Roma’da, Atina’da ortaya çıkan halk egemenliği; batılılığı da hümanizma sözüyle tanımlanan insancıl değer yargısı, bir ahlak biçimi, bir yaşam tarzı olarak görüyordu. (23) Batı düşüncesinin ışığında gelişen batılılaşmanın da coğrafi, etnik veya dinsel anlamı olmadan insanlığı çağdaşlığa taşıyan bir devamlılık olduğunu anlamış olduğundan kimilerince yüceltilen, kimilerince yerilen bu kavramı aynı bütünlük içinde değerlendirmişti. (24)
Tarih incelemeleri kapsamında düşüncelerin yönetimde güçlünün zoruyla değil, akıllara seslenerek benimsendiğini, hatta halkın isteğine saygı göstermeyen yöneticilerin toplumsal destek de kazanamadıklarını öğrendiğinden(25), 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarken aklında olan yeni Türkiye’yi, Türk toplumunun aydınlanması üzerine yapılandırmak, amacı ve başlıca yöntemi oldu. (26) 22 Haziran’da yayınlanan Amasya Genelgesi’ndeki “ulusun bağımsızlığını ulusun azim ve kararının kurtaracağıysa” bu yöntemin habercisiydi. Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı sayılan genelgenin bu maddesi, o zamana kadar devletin bütün yaptırımlarında yer alan şeyhülislam fetvası, padişah iradesi gibi saltanat yönetimi uygulamalarını bir yana bırakarak ulusu öne çıkardığından ulusal egemenliğin de ön duyurusuydu. Bu ilke, 23 Nisan 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile bu ilke yaptırım kazanmıştı. Yasallaşması ise Osmanlı’nın yenildiği Birinci Dünya Savaşı’ndan çekilirken imzaladığı Mondros Silah Bırakışması’nda, Türk egemenliğine bırakılan toprakların bu karar hiçe sayılarak işgal edilmesine tepki olarak Atatürk’ün başlattığı bağımsızlık savaşının kazanılması üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin duyurulmasıyla gerçekleşti.
Bilindiği gibi, Avrupa’nın büyük devletlerinin Endüstri Devrimi’nin kamçıladığı yayılmacılık hırsıyla dünyayı sürükledikleri Dünya Savaşı, dört büyük imparatorluğun tarih sahnesinden silinmesiyle sonuçlandığında, Rus Çarlığı, Avusturya Macaristan, Prusya ve Osmanlı İmparatorluklarının topraklarında ulus devletler kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde canlanan Türk unsurun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti de bu büyük savaştan sonra kurulan ulus devletlerden biridir. Türkiye Cumhuriyeti biri coğrafi öbürü düşünsel iki ilke üzerine gelişti.
Coğrafi ilke, İmparatorluğun çok uluslu yapısı içinde Türk unsurun çoğunlukta olduğu topraklar üzerinde yeni bir Türk devleti kurulmasıydı. Bu ilke Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren anlaşmalara temel oluşturmak üzere uluslara çoğunlukta oldukları topraklarda egemenlik hakkının tanındığı Wilson İlkeleri olarak anılan barış paketiyle belirlenmişti. Ne var ki Türk topraklarında çıkarları olan yayılmacı ülkeler, Türklere bu hakkı tanımak istemeyince “Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr etmez. Dolayısıyla, boş yere vatanımız ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, kanaatler iflas etmeye mahkumdur. Her halde alemde bir hak vardır. Ve hak, kuvvetin üstündedir” (27) diyen Atatürk’ün, Sivas’ta 1919 Eylül’ünde topladığı kongrede Türk topraklarının sınırları çizildi. Kurtuluş Savaşı’nın hedefi, haksız işgale uğrayan ve Misak-ı Milli sınırları olarak tanınan bu toprakları kurtarmak; Türkiye Cumhuriyeti’nin amacı bu sınırları ulusal bütünlüğünün sarsılmasına meydan vermeden korumak oldu.
Düşünsel ilke, ulus-devlet olarak kurulan yeni Türkiye’nin yapısı içinden etnik veya dinsel boyutlu kurumların çıkarılmasıydı. Bunların başında şeriat hükümlerine dayandıkları için dinin çok ulusluluğu üzerine yapılanmış yönetim, yargı ve eğitim geliyordu. Saltanat kaldırılıp Cumhuriyet kurulduğunda, yönetimde süregelen halifelik, hukuku yönlendiren Şeriye ve Evkaf Vekaleti ve okullarda dinsel-bilimsel ayrışmasıyla çoğulcu eğitim sistemi kaldığı süre, laik, ulusal değerlerin yerleştirilmesinin, bu değerlere sahip kuşakların yetişmesinin söz konusu olamayacağını yakın tarihteki uygulamalar kanıtlamıştı. Bu noktadan hareketle Cumhuriyet’in duyurulmasından hemen sonra, ülkeyi ulusal bütünlüğe ve çağdaş uygarlığa ulaştıracak yolu açan büyük adım atıldı: 3 Mart 1924’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onanan üç yasa ile Halifelik kurumu, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı, okullar ulusal eğitimde birleştirildi. Böylece “Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin uyanışlarını öyle görüyorum” (28) sözleriyle ezilen ulusların sadece bağımsızlığının engellenmesine değil, aydınlanmalarının engellenmesine de meydan okuyan Atatürk’ün yönlendirdiği Türk Devrimi’nin önü açıldı. Tamamen bir düşünce hareketi olarak gerçekleşen bu devrim, sadece kurumlara ve toplumsal yaşama düzenlemeler getiren bir düzenleme değil, bütün topluma, hatta ezilen tüm uluslara ışık saçan bir aydınlanma hareketi oldu.
SONUÇ
İnsanlık tarihi yakından incelendiğinde de görülür ki bir inancın yöneticinin kanatları altında yeşermesine izin verildiğinde, o inanç söz konusu yerde yönetime egemen olmuştur, yargıya egemen olmuştur, eğitime egemen olmuştur. Eğitime egemenliği oranında kendi paralelinde insanlar yetiştirmiştir. Yetişenlerin geldikleri konumlarda da tabii ki yargı ve yönetimde aynı inancın üstünlüğü, hatta baskısı gözetilmiştir. Egemenlik gökten yere indirilip bilime dayalı laik eğitimin ışığı ve ulusal bütünlük sağlanamadıkça insanları yönlendirmek çok kolay olmuştur. İnsanları dinlere, tarikatlara göre, mezheplere göre ayrıştırınca da egemen gücün çıkarı doğrultusunda çatıştırmak da kolay olmuştur. İnsanlar bu çıkar çatışmalarının aslında dinsel değil, ekonomik nedenleri olduğunu göremediği sürece yararlanan sadece egemen güçler, kurumların başındaki kimseler olmuştur. Bu uygulamanın değişmesinin anahtarı bilim olduğundan, egemenliği elinde tutmak isteyenlerin bu anahtarı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarının günümüzde de büyük çoğunlukların bilimle çelişen geleneksel görüşleri sahiplenilmelerine yol açtığı bilinmektedir. Osmanlı devletinde de bu farklı olmamıştır. Hatta yakın sayılan bir geçmişte Namık Kemal de doğu toplumların çoğunun dinle ilişkilendirerek sımsıkı bağlı kaldığı gelenekçilikten “Acaba bu dünyayı insana mihnet yeri haline getirmeye gelenek dediğimiz batıl inançlar toplamından büyük hizmet etmiş bir şey var mıdır? Ölüm korkunçtur, ama bir anda geçer. Gelenekse ebedidir. İnsan gelenekten çektiği sıkıntıları ne hastalıktan ne ihtiyaçtan ne yokluktan ne de esaretten çeker… Bir milletin ilerlemesine gerçek bir ölçüt aranırsa halkının göreneğe uyma derecesine bakılsın” (29) diyerek yakınmıştı.
Atatürk işte bu uygulamaya son vermek üzere yola çıkmış, düşünsel baskıların, insanları, toplumları bölen etnik ve dinsel ayrışmaların çarçabuk düşmanlığa dönüştüğünü görerek bunu önlemek üzere halifeliği, saltanatı kaldırmış, siyasal sisteme ve yaşam biçimine inanç ve düşünce özgürlüğünü yerleştirmişti. İyiliği, kötülüğü öbür dünya için bir yatırım, ödül-ceza karşılığı olmaktan çıkarmak için dini yönetimden, eğitimden, hukuktan çıkararak insanların vicdanına bırakan laikliği bayrak edinmişti. Egemenliğin ulusa geçmesini, Türk Devrimi’yle de Türkiye’nin saygın, bilimde, teknikte, kültürde gelişmiş ülkelerin yanında yer almasını, sağlamıştı.
Ne ki onun Türk halkını sınırsal ve düşünsel tutsaklıktan kurtarmak için başlattığı Kurtuluş Savaşı’nın yüzüncü yılında tam bağımsızlığın, ulusal bütünlüğün, yönetime, eğitime yargıya kol kanat geren laikliğin, en önemlisi, bilimselliğin ciddi tehdit altında olduğu görülmektedir. Oysa bilim çağının getirilerini çok iyi değerlendiren Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken yeni yönetimi ve kazanımlarını bunların önemini ve değerini anlayan genç kuşakların koruyup yaşatacağını bilerek, Cumhuriyeti ve Türk devrimini bilimin ışığında geliştirmişti. Öncülüğünü yaptığı araştırma kurumları bir bakıma Kurtuluş Savaşı’nın kültür alanında devamı olmuştu. Ancak, yeni Türkiye’nin önüne açılan ışıklı yolu koruyan yasalar, yönetimler tarafından çarpıtıldığından, Türk halkını gerçek anlamda aydınlığa ulaştırması beklenen düşünsel devrim, umulduğu gibi gelişemedi. Hatta iktidarların politikaları doğrultusunda yorumlanıp, farklı kullanılarak çiğnendi. Ülkeyi hedeflenen çağdaşlığa ulaştıracak olan eğitim devriminin seyri, laikliği göz ardı eden zorunlu din derslerinin yanı sıra alfabe ve anadil ayrımları da getiren eğitim programlarıyla bütünleştiriciden ayrıştırıcıya dönüştü.
Yıllardır süregelen bu durum, Türkiye’yi Cumhuriyetin amaçladığı ulusal bütünlükten, çağdaş uygarlık düzeyinden ve cumhuriyetin kazandırdığı bağımsız değerlerden gitgide uzaklaştırmakta, hatta geriye çevirmekte. Ulusal, laik eğitimin temel değerlerinden verilen ödünlerle kazanımlarını giderek kaybeden Cumhuriyetin 100 yılına yaklaşırken, Türkiye’nin gelmiş olduğu acıklı duruma son vermenin tek yolu, Atatürkçü çizgiye ve uygulandığı süre içinde ülkeyi hep ileriye götürmüş olan laik, bilimsel, ulusal eğitime dönülmesidir. Böylece düşünceden korkmadan yetişen gençler, Atatürk’ün açtığı ışıklı yolda yürüyerek Türkiye’nin yeniden saygın, ileri ülke olmasını, düşünsel tutsaklık içinde bocalayan uluslara yeniden umut verip örnek olmasını sağlayacaktır.
Kaynakça
1. Nutuk, Cilt I. Ankara. 1967, s. 1
2. İbid. s. 11-12 (ulusal egemenliğe dayalı, kayıtsız koşulsuz bağımsız bir Türk devleti kurmak)
3. İbid. s. 13, 16
4. Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk kitabında onun kalk borusu çaldığında uyanamadığını, nedenini sorduğundaysa ülkenin halini düşünmekten gece boyunca gözüne uyku girmediğini, ancak sabaha karşı uykuya dalabildiğini söylediğini yazmaktadır.
5. 30 Ağustos 1924 bkz: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Derleyen: Nimet Arsan, Cilt II, Ankara 1952, s. 181
6. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Derleyen: Nimet Arsan, Cilt III, Ankara 1953, s. 67
7. Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Ankara 1970, s. 29-31
8. Sceneca, Ahlaki Mektuplar-Epistuale Morales Kitap I-XX, çeviren Türkan Uzel, Anlara 1992, s. 153
9. Bertrand Russel Outlines of Western Philosophy, Londra 1953, s 558-573 10. Spinoza, Etika II, Dünya Edebiyatından Tercümeler, İstanbul, 1947, s.8-34
11. Ralp Waldo Emerson, Ed. Edward C. Lindeman, N ew York 1954, s. 164-65
12. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul 1961, s. 151 -159; s. 336.
13. Yönetime miras yoluyla sahip olanlar monarşik, güç kullanarak ele geçirenler otokratik yöneticilerdir.
14. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi Cilt I, Konya 1966, s. 6
15. Abraham Eisenstadt, American History Book II s. 535-38
16. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, Ankara 1971, s.94
17. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu, Bilim, Kültür ve Eğitim Dili Olarak Türkçe TTK Ankara 1978.
18. Mustafa Akdağ. Medreseli İsyanları, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 1/4, s. 361-387
19. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, Ankara, 1980, s. 33
20. Bunlar ve benzer örneklerle geniş bilgi için bkz: Enver Ziya Karal Osmanlı Tarihi Cilt VI, Ank 1954 s.98-279
21. Atatürk’ün satır altlarını çizerek ve üzerinde notlar alarak okuduğu kitapları, Anıtkabir Derneği bu başlık altında 24 ciltlik değerli bir koleksiyon olarak yayınlamıştır.
22. Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, Ankara 1982, s. 20
23. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt I, Ankara, 1961, s. 216
24. Bkz. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, Madde 2
25. Hüseyin Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, s.218- 232
26. Cahit Tanyol, Atatük ve Halkçılık, İstanbul 1984, s.66
27. Temmuz 1919; Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara 1954, s.3
28. İbid. s. 17
29. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Cilt VIII, Ankara 1962, s.493