Lemi ATALAY | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
Giriş
Marksizm günümüzde sosyal bilimleri etkileyen düşünce sistemlerinin en başında yer alıyor. Bu durumun oluşmasına temel sebep olarak, düşünce sisteminin kurucusu Karl Marx’ın sosyal bilimlerin hemen hemen her alanında çeşitli radikal fikirler ortaya koymasını gösterebiliriz. Karl Marx bu kadar fazla alanla ilgili çeşitli söylemler ileri sürerken, tabi ki her alana katkısı aynı derecede yeterli değildi. Bu nedenle kimi düşünürler daha sonraları, Marx’ın temel fikirlerinden yola çıkarak bu yeterli olmayan alanları doldurmaya çalıştılar. Sonuçta ortaya konan farklı düşünceler Marksizm tartışmalarını çoğalttı ve Marksizm’in etkisinin genişlemesine yol açtı. Öte yandan, Marx’ın genç ve olgunluk dönemlerinde yoğunlaştığı konuların farklılık göstermesi Marksizm üzerinden yapılan tartışmaları çeşitlendirdi ve bütün bunların sonucunda karşımıza çok sayıda farklı Marksizmler çıktı. İşte bu çalışmada ben bu farklı Marksizmleri değerlendirmeye çalışacağım. Doğal olarak önce Marx’ın temel fikirlerini değerlendirerek Marksizm’in pratiğe dönüştürülme sürecinde işe başlayacağım, daha sonra farklı ülkelerde meydana gelen fikir tartışmalarını ele alacağım, son olarak da Marksist ideolojiye düşünsel yenilikler getiren çeşitli akımları sizlere aktarmaya çalışacağım.
Karl Marx ve Ortodoks Marksizm
Karl Marx’ın düşüncelerinin ayrıntılarına geçmeden önce şu noktayı belirtmek istiyorum. Marx doğal olarak hiçbir zaman kendi düşünce sistemini Ortodoks Marksizm olarak nitelendirmedi. Bu nitelendirme, Marx’tan sonra “Marx’ın düşünceleri geçerliliğini yitirdi ve değiştirilmesi gerekiyor.” savlarını ortaya atanlara karşın, Marksizm’in hala temel anlamıyla geçerli olduğunu iddia edenleri tanımlamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu önemli noktayı açıklığa kavuşturduktan sonra Karl Marx’ın düşünce sistemini incelemeye geçebiliriz.
Karl Marx’ın düşünceleri kendisi gibi bir başka Alman filozof olan Hegel’den etkilenmiştir. Marx’ın düşünce sisteminin en önemli temel taşlarını oluşturan diyalektik, tarihsellik, yabancılaşma gibi kavramlara esas olarak Hegel’de rastlayabiliriz. Hegel’den yola çıkan Marx onun fikirlerini hem geliştirmiş, hem de radikalleştirmiştir. Hegel’in tarih anlayışı, tezantitez- sentez üçgeninde şekillenen diyalektik bir mantık etrafında, evrensel aklı temsil eden Tin’in açılımını ve ilerleyişini konu edinmekteydi. Ancak Marx diyalektik bir mantıkla gelişen bu tarihsel süreci, Tin’in açılımı olarak değil, üretimin esas belirleyici olduğu bir gelişim olarak betimlemektedir. Marx’ın düşüncesinde üretim kavramı temel baş aktördür. Marx’a göre tarihte, insan, toplum ve doğa karşılıklı bir etkileşim sürecindedir. İnsan ürettikçe doğayı da değiştirir ve bu değişim daha sonra kendisine de yansır. İnsan ürettiği sürece değiştiği için her defasında ihtiyaçları da değişir ve tarih işte bu değişim doğrultusunda ilerler. Öte yandan insan sadece emeğiyle üretime geçtiği zaman kendi varlığının bilincine de vardığından, özgürlüğünü de ancak üretim yoluyla kazanacaktır. Marx’ın üretimi ve dolayısıyla ekonomiyi, tarihin temeline yerleştirmesinden dolayı Marksist düşünce sistemi aynı zamanda “tarihsel materyalizm” şeklinde de anılmaktadır.
Karl Marx bu anlayıştan yola çıkarak tarihi farklı üretim tarzlarının hakim olduğu çeşitli aşamalara ayırmaktadır. Bu aşamalar; ilkel komünizm, kölelik, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizmdir. Herhangi bir mülkiyetin olmadığı ve bir nevi doğa durumu olarak nitelendirebileceğimiz ilkel komünizm ve tarihin nihayetinde ulaşacağı gerçek komünizm evresi hariç, tarihin tüm evrelerine üretici güçler ile üretim araçlarına sahip olanlar arasında var olan sömürücü üretim ilişkileri hakimdir. Üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki bu fark aynı zamanda belirli tarihi aşamadaki sınıfları bize göstermektedir. İşte bu sınıflar aynı zamanda tarihin bir motorudur. Çünkü sınıflar arasındaki bu mevcut sömürü ilişkisi, sınıf mücadelesi sonucu değiştirilmekte ve sınıflar tarihin itici gücünü oluşturmaktadır. Üretim aracılığıyla özgürlüğünü kazanan bireyin gerçek özgürlüğüne kavuşabilmesi ise ancak bu sınıf mücadeleleri sonucu sömürünün ortadan kaldırıldığı sınıfsız topluma, yani tarihin komünizm aşamasına ulaşılmasıyla gerçekleştirilecektir.
Marx’ın tarihsel materyalizm anlayışındaki bir başka önemli kavram da altyapı-üstyapı ayrılığıdır. Marx’a göre insanların yaptıkları ile yaptıklarının nasıl ifadelendirildiği arasında önemli bir ayrım vardır. İnsanın yaptıkları maddi bir şekilde insan-toplum-doğa arasındaki ilişkiler olarak altyapı alanında bilimsel bir şekilde belirlenirken, insanın yaptıklarının ifadelendirilmesi ise üstyapı alanında ideolojik, kültürel, politik, felsefik, dinsel, hukuksal bir şekilde belirlenir. Maddi üretimin tarihin temelini oluşturmasını bilimsel olarak nitelendirmeyi, bu düşüncenin aynı zamanda “bilimsel sosyalizm” olarak ifadelendirilmesinde de görebiliriz. Marx’tan önce de birçok toplumcu düşünür olsa da onlar “hayalci-ütopik sosyalistler” olarak nitelendirilmiştir. Çünkü onlar somut gerçekler yerine, olması gereken ideal düzeni tasvir etmişlerdir. Ancak Marksizm gerçek maddi durumla ilgilendiği için bunların aksine bilimseldir. İdeolojinin, dinin, hukukun, ailenin bu şekilde olumsuzlanması ise üstyapının, altyapıya tabi bir görünüm almasını ve dolayısıyla siyasal iktidarın, ekonomik iktidarın yansımasından ibaret olduğunu bizlere anlatır. Diyalektik ve materyalist bir şekilde ilerleyen tarihte, devrim de işte ancak değişen üretim ilişkilerine ayak uyduramayan üstyapının yani siyasal iktidarın değiştirilmesi ile birlikte gerçekleştirilir.
Bu temel kavramsal çerçeveyi çizdikten sonra Marx’ın tarihsel aşamalarını değerlendirmeye geçebiliriz. İlkel komünizmi herhangi bir mülkiyetin olmadığı bir nevi doğa durumu diye ifade etmiştik. Köleliğin hakim olduğu üretim tarzında ise mülksüzleştirilmiş üreticilerin zor gücüne sahip özel mülkiyet sahipleri tarafından sömürüldüğünü görürüz. Feodalizmin hakim olduğu üretim tarzında ise belli biçimlerde topraklandırılmış üreticiler bu sefer hukuki erkle de donatılmış özel mülkiyet sahipleri tarafından sömürülmektedir. Marx’ın esas ilgi alanı olan kapitalizm ise el emeği ve basit üretim aletlerinin yerini makine ve buhar gücünün kullanımına bıraktığı, yani sanayi devriminin hakim olduğu dönemdeki fabrika sahibi burjuva ile fabrikalarda çalışan işçiler arasındaki sömürü ilişkisine sahne olmaktadır. Aslında Marx kapitalizme sadece olumsuz bir anlam yüklemez. Sonuçta kapitalizm de tarihteki devrimsel süreçlerden birisidir ve Marx kapitalizmi feodal ilişkilerin çözüldüğü, insanın kendisini sınırlayan dar toplumsal ilişkilerden kurtulduğu ve bireysel özgürlüğün önünün açıldığı bir aşama olarak da görür. Ancak iktisadi üretime verilen önemin de en fazla arttığı bu dönemde, bu olumlu gelişmelere rağmen sömürü de bir o kadar artmıştır. Çünkü insanoğlu, tarihin hiçbir döneminde ürettiğine bu kadar yabancılaşmamıştır. İşçi, fabrikalarda üretim faaliyeti sonucu yarattığı değerden az pay aldığı için, hiçbir zaman yarattığı ürünü satın alamayacak ve yarattığı ürün ona yabancılaşacaktır. Yarattığı artı değer ise sermaye sahibinin birikiminin kaynağını oluşturacağı için, bu artı değer işverenin elinde giderek onu ezen bir güç haline gelecektir.
Marx’a göre kapitalizmin gelişmesi ve sanayileşmenin artmasıyla birlikte, sermaye ve üretim araçları belirli ellerde toplanacak, ara tabakalar eriyerek toplumun büyük çoğunluğu proleterleşecek, sadece emek gücü ile geçinmek zorunda bırakılan bu işçiler, düşecek kâr oranları nedeniyle karın tokluğuna çalıştırılacaktır. Kapitalist ile işçi sınıfı arasındaki artan bu çelişki, işçilerin “kendiliğinden bir sınıf” olma boyutundan “kendisi için bir sınıf” olma boyutuna evrilmelerini sağlayacaktır. Bu durumun kapitalizmin düşecek kâr oranları nedeniyle art arda krizlere girmesiyle birleşmesi sonucu, işçi sınıfı yani proletarya altyapıda gerçekleşen bu değişikliği, üstyapıya taşıyıp düzeni yıkacak, siyasal iktidarı ele geçirecek ve böylece sosyalist devrim gerçekleşmiş olacaktır.
Marx’ın tarih görüşündeki sosyalizm aşaması ise proletarya diktatörlüğünü ifade eder. Bu aşama tamamen sınıfsız bir toplumu öngören komünizm aşamasına geçişi sağlayacak bir süreçtir. Bu aşamada da tarihin diğer aşamalarında olduğu gibi bir sınıf diğer bir sınıf üzerinde hakim olmaya devam edecektir, ancak bu durum diğer hakimiyetlerden farklı olacaktır. Çünkü bu diktatörlüğün amacı o güne kadarki tarih boyunca hep görüldüğü üzere bir sınıfın diğerleri üzerindeki hakimiyeti sağlamlaştırıp korumak değil, sınıfları ortadan kaldırmak olacaktır. Bu aşamada üretim sermayenin ihtiyaçlarına göre değil halkın ihtiyaçlarına göre gerçekleştirilecek, üretim araçları toplumsallaştırılacak ve üstyapı kurumları ortadan kaldırılacaktır. Tüm sınıf farklılıklarının ortadan kalkması ve devletin sönümlenmesi sonucu varılacak aşama ise tarihin son aşaması olan komünizm aşamasıdır. Bu aşamada herkese yetecek kadar bir üretim yapılacak, insanlar yetenekleri doğrultusunda üretim alanlarında adil bir şekilde çalışacak, üretilen bolluk herkese eşit derecede ihtiyaçlara göre dağıtılacak ve insan tüm tarih boyunca yaşadığı yabancılaşmadan kurtulup üretimi ile bütünleşecek; yani gerçek özgürlüğüne kavuşacaktır. Bu özgür birey örneğin, gündüz atölyede çalışıp üretim yapacak, öğleyin resim yapıp balık tutacak, akşam da felsefe eleştirisi ile uğraşacaktır.
Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel şema bilimsel olduğu iddia edilse de henüz gerçekleşme olanağı bulamamıştır. Kapitalizm içine girdiği krizlerden çeşitli yöntemlerle çıkmış, işçi sınıfı kavuştuğu olanaklarla daha rahat bir hayat sürme şansına kavuşmuş ve kendi için sınıf bilincine ulaşamayıp, devrimci potansiyeli azalmıştır. Kapitalizmin içine girdiği krizlerden kurtulması bu sefer “Marksizm’in krizi” tanımlamalarını ortaya çıkarmıştır. Bir kesim, yukarıda bahsettiğimiz temel Marksist prensiplere sıkı sıkıya bağlı kalarak Marx’ın anlattığı sürecin er ya da geç gerçekleşeceğini savunan Ortodoks Marksist çizgide yer almış, diğer kesimler ise yine Marx’tan yola çıkıp bu krizi atlatmanın farklı yollarını denemiştir. Kimileri bunu uygulamaya geçirmiş, kimileri de düşünsel temellerini geliştirmiştir. Şimdi uygulama alanının değerlendirmesi olarak üç ülkeyi sırayla ele alacağım; Rusya, Almanya ve Çin.
Lenin, Trotskiy, Stalin ve Sovyet Deneyimi
Yukarıda temel görüşlerini anlattığım Marksist ideolojinin ilk uygulanış yeri Rusya olmuştur. Gramsci’nin “Kapital’e karşı devrim” olarak ifade ettiği, Sovyet devrimi gerçekten ilginç bir deneyimdir. Çünkü yukarıda anlattığımız sosyalist devrimin nesnel koşullarının belki de en az geçerli olduğu ülke Rusya idi. Zaten Marx da esas olarak sosyalist devrimin gerçekleşeceği ülke olarak İngiltere’yi öngörüyordu. Çünkü en gelişmiş kapitalist ekonomi bu ülkedeydi. Rusya’da bırakınız kapitalizmi, henüz feodalizm aşamasından tam anlamıyla kurtulunabilmiş değildi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen toplumdaki devrimci potansiyeli iyi örgütleyen Lenin,devrimi gerçekleştirebilmişti. Lenin bu nedenle Marksizm’in politik babası olarak görülür. Marx ideolojinin felsefik temellerini oturtmuş ve daha çok mevcut kapitalizmin ekonomik tahlillerini ortaya koymuştu, ancak devrimci mücadelenin stratejisi ya da devrim gerçekleştikten sonraki aşamalar olan sosyalizm ve komünizm üzerine ayrıntılı çalışmalarda bulunmamıştı. İşte Lenin sosyalist devrimin stratejik mücadelesini örgüt ve taktik düzeyinde sistemli bir biçimde kuran ilk kişi oldu.
Aslında Çarlık Rusya’da sosyalist gruplarda hakim olan ilk görüş Marx’ın tarih şemasına uygun olarak ülkede önce burjuva demokratik devriminin gerçekleştirilip ardından sosyalist devrime geçilmesi idi. 1905’te bunun ilk adımları atılmış ancak daha fazla ilerlenememişti, çünkü Rusya’da burjuva sınıfı Batı’daki gibi gelişmemiş ve devrimci bir potansiyelden uzaktı. Aksine düzenden rahatsız olan işçi sınıfı kurmuş olduğu konseylerle (sovyetler) bu potansiyele daha yakındı. İşçi sınıfının bu devrimci potansiyeli devrimin önderlerinden Lev Trotskiy’nin “sürekli devrim” teorisini geliştirmesini sağlayacaktı. Trotskiy’nin teorisi, hem çarlığın çöküşünü izleyecek burjuva-demokratik cumhuriyet fikrine (Menşeviklerin görüşü), hem de reformlarını burjuva-demokratik bir çerçevenin dışına çıkarmayacak işçi-köylü hükümeti fikrine (Bolşeviklerin görüşü) karşıydı. Onun fikri Rusya’nın özgün koşulundan kaynaklanan ve sosyalizme doğrudan geçişi üstlenecek bir işçi sınıfı hükümeti kurmaktan geçiyordu. Bolşeviklerin lideri Lenin’in de zamanla Trotskiy’nin bu fikrini benimsemesi devrimi hızlandıracak etkenlerdendi.
Lenin, sovyetlerin devrimci potansiyelinin farkındaydı ve onları Paris Komünü’ne benzeterek dipten doruğa tüm devlet yaşamını demokratik bir şekilde örgütleyecek bir yapı olarak görüyordu. Ancak yine de burjuva toplumundan gelebilecek olası bilinç azaltıcı etkileri önlemek ve işçi sınıfının “kendisi için sınıf” konumuna gelerek devrimi gerçekleştirebilmesi için “öncü bir partinin” bilinçlendirici dış müdahalesini şart olarak görüyordu. Çünkü bu öncü parti işçi sınıfının isteklerini ve sosyalizmin gereklerini en iyi tahlil edebilecek kurumdu. Öte yandan Lenin’e göre devrimci mücadelenin kapitalizmin normal gelişim gösterdiği bir toplumda verilmemesinden dolayı, proletaryanın bu mücadelesini devrimci-demokrat diğer hareketlerle birleştirmesi gerektiği açıktır. İşte bu hegemonyayı da kurabilecek olan yine sadece öncü partidir.

Devrim böylesine demokratik bir yapıya sahip olan sovyetler ve öncü partinin demokratik hareketleri hegemonik bir şekilde örgütlemesi sonucu gerçekleşmiş olsa da ilerleyen süreçte gelişen olaylar devrimi bu demokratik boyuttan uzaklaştıracaktı. Aslında Lenin ve Trotskiy’nin esas olarak düşündükleri sadece Rus devrimi değil, bir Avrupa devrimiydi. Onlar Rusya’daki bir devrimin önce Alman, sonra da tüm Avrupa proletaryasını tetikleyeceğini ve burjuvazinin tüm kalelerinin düşeceğine inanıyordu. Ancak bekledikleri gerçekleşmedi. Avrupalı güçlerin Rusya’da destekledikleri karşı devrimci güçler iç savaş sonrası başarıya ulaşamamıştı, ancak Avrupalılar en azından bu devrimin kendi topraklarına sıçramasını engellemişlerdi. Almanya’daki, İtalya’daki olası devrimci hareketler henüz başlangıç aşamasında bastırılmıştı. Rusya’da meydana gelen iç savaş ve devrimin dış destek alamaması öncü partiyi hem yalnızlaştırdı hem de daha merkezi hale getirdi.
Öncü parti kavramının özünde potansiyel olarak yer alan otoriterleşme eğilimi, devrim sırasında kurulan hegemonyanın da mevcut koşullar altında zayıflamaya başlamasıyla daha da belirgin hale geldi, ki bu eğilimler Lenin’in ölümünün ardından Stalin dönemiyle birlikte daha da artacak, sosyalizm artık üretim araçlarının devletleştirileceği bir geçiş süreci olmaktan ziyade, küçük bir azınlığın işçi sınıfı adına toplumu otoriter bir şekilde yönettiği bir boyuta dönüşecekti. Stalin bu dönemde tek ülkede de olsa sosyalizmin geçerli olabileceği fikrini ortaya atarak Marksizm’in evrensel tarihsel materyalizm anlayışını da yenilemiş oluyordu. Milliyetçiliği Marksizm ile birleştiren bu görüş, diğer ülkelerdeki sosyalist hareketlerin de Sovyet Devrimi’ne tabi olması anlayışı ile birlikte, Stalin otarşisini Komintern aracılığıyla diğer ülkeler üzerine yayan bir şekil almasına da yol açtı. Sürekli devrim tezi ile Lenin’e devrim sırasında katkıda bulunan Trotskiy, Stalin döneminde ülkeden uzaklaştırılmasının da etkisiyle bu sefer işçi devletinin bürokratikleşmesi teorisini geliştirdi. Trotskiy bu teorisiyle devrimin azınlık diktasına dönüşmeden de gerçekleştirilebileceğine inanan kesimlerin ilham kaynağı olmuş oldu.

Luxemburg, Kautsky, Bernstein ve Alman Deneyimi
Alman deneyimi başlığı altında inceleyeceğimiz bu üç düşünürün ortak yönü Rus deneyiminin otoriter ve anti-demokratik yönlerine karşı olmalarından kaynaklanmaktaydı. Bu belki de kapitalizmin ve dolayısıyla liberal demokrasinin daha gelişmiş olduğu bir batı ülkesinden gelmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bu ülkedeki Marksist uygulamalar daha demokratik bir düzen içerisinde hayat bulabildi. İlk inceleyeceğimiz düşünür olan Rosa Luxemburg’un en önemli tezi işçi sınıfının kendiliğinden hareketi idi. O, Lenin tarafından formüle edilen öncü parti tezlerine şiddetle karşı çıkmaktaydı. Luxemburg’a göre proletarya ancak kendiliğinden bir eylem içinde öğrenmeye ve olgunlaşmaya başlar. Gerçek devrim profesyonel devrimcilerle işçi sınıfı arasında yapay bir bölünme ile değil aksine parti tabanının genişletilmesi yoluyla mümkün olurdu. Bu durumu şu ünlü sözleriyle ifade etmekteydi; “Tarihsel olarak gerçekten devrimci bir hareketin yaptığı hatalar, en akıllı Merkez Komitesi’nin yanılmazlığından kat be kat daha yararlıdır.” İktidar, yukarıdan küçük bir parti merkezi tarafından değil, aşağıdan işçilerin kendileri tarafından ele geçirilmeliydi, devrim ancak bu şekilde gerçekleştirilebilirdi. İşçi sınıfının en önemli gücü olarak da genel toplu grevi savunan Luxemburg, Kautsky ve Bernstein’ın aksine mecliste verilecek mücadeleyi kabul etmiyordu. Luxemburg’un Marksist düşünceye diğer iki önemli katkısı olarak, emperyalizmin kapitalizme artı değer sağlamak için üçüncü dünya ülkelerini nasıl sömürdüğünü ortaya koyması ve işçiler tarafından verilen her bir tekil mücadelenin ayrı anlamları olduğunu savunarak, katı sınıfsal bütünlük tezlerinden ilk kopuşları sergilemesi olarak gösterebiliriz.
Karl Kautsky ise Marx ve Engels’den sonra Ortodoks Marksizm’in en önemli figürlerinden biri iken Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Sovyet Devrimi’nin anti-demokratik faaliyetlere yönelmesi ve kapitalizmin beklenenden farklı bir gelişmeye sahne olmasıyla birlikte fikirlerinde bazı değişiklikler yapmış bir düşünürdür. Bu değişiklikler yüzünden Lenin tarafından “dönek” diye aşağılanacak Kautsky, demokrasiye olan inancı ve şiddet yöntemlerini reddedişiyle tanınıyor. Luxemburg’un aksine parlamenter mücadelenin yararlılığına inanan Kautsky’ye göre, parlamenter faaliyetler işçi sınıfına politik olgunluk kazandıracak ve örgütlenme kuvvetini artıracaktı. Sosyalizme mutlaka barışçı ve demokratik yollardan ulaşılmalı ve bu yol da parlamenter mücadeleden geçmektedir. Kautsky, Marx’ın proletarya diktatörlüğü anlayışının, sosyalizm aşamasında proletaryanın çoğunluğa sahip olmasından dolayı ister istemez kaynaklanan bir durum olarak tasvir ettiğini, ancak Rusya’da uygulananların bu duruma uymadığını belirterek Sovyet yönetimini zorba bir hükümet biçimi olmakla suçluyordu. Kautsky, Bernstein’dan ise iki noktada ayrılıyordu, bunlardan ilki Bernstein’ın aksine işçi sınıfının koalisyon yapmadan tek başına kendi partisi aracılığıyla iktidarı almasıydı. İkincisi ise uzun bir süreç sonunda da olsa Marx’ın tarihsel materyalizmi doğrultusunda sosyalizme ulaşılacağı yönündeki sıkı inancını korumuş olmasıdır.
Edward Bernstein ise revizyonizm ve sosyal demokrasinin kurucusu olarak bilinir. Diğer iki düşünürün aksine Ortodoks Marksizm ile bağlarını daha radikal bir şekilde koparmıştır. Bu düşüncedeki temel noktası da Marx’ın kapitalizm tahlillerinin geçerli olmadığına dair inancıydı. Bernstein’a göre Marx’ın belirttiğinin aksine kapitalizmde tekelleşme çok ciddi boyutlarda olmamış, küçük işletmeler yok olmamış sadece şekil değiştirmiş, işçilerin durumunda önemli kazanımlar elde edilmiş, orta sınıflar yok olmamıştı. İşçi sınıfı yine tam olarak istenen durumda değildi ama işte sosyal demokrasi, parlamenter mücadele ile bunun yollarını sağlamak için çalışacaktı. Yine Marx’ın aksine siyasal üstyapıyı ekonomik altyapıdan özerkleştiren Bernstein bu anlamda radikal bir adım atmıştı. Politik mücadeleye çok önem veriyor, Kautsky’nin aksine diğer sınıflarla işbirliği yapılmasını önemsiyordu. Bu doğrultuda sosyal demokrat partiyi sadece işçilerin değil tüm ezilenlerin partisi olarak görüyor, ancak yine de işçi sınıfının önderliğinden vazgeçmiyordu. Bernstein’ın getirdiği bir başka yenilik de üretim odaklı ekonomi anlayışından tüketim odaklı bir anlayışa geçip “tüketimde adaleti” daha önemli bir sorun olarak görmesiydi.
Mao ve Çin Deneyimi
Rusya ve Almanya’daki farklı uygulama ve düşüncelere baktıktan sonra uygulama alanında son ülke olarak Çin’e geçelim. Çin, Rusya gibi kapitalizmi yaşamamış geri bir ülke olmasına rağmen, Çin’de Rusya’dakinin aksine işçi sınıfı namına neredeyse herhangi bir belirti bile yoktu. İşçi sınıfı yerine çok büyük bir köylü kitlesine sahip olan Mao Zedong, bu kitlenin devrimci kapasitesini açığa çıkaracak stratejiler geliştirerek başarılı oldu. Marksizm’i milliyetçilikle birleştirmenin bir başka örneği olan Maoculuk aynı zamanda emperyalizme karşı verilen ulusalpopüler devrimci mücadelelerin de esin kaynağı olmuştu. Gerçekten de Mao, Marksizm’in evrensel bir tarih teorisi sunduğunu kabul ediyor ancak bunu dogma olarak değil esnek şekillerde yorumlanarak her ülkenin somut koşulları na uygulanmasını tavsiye ediyordu. İşçi sınıfının gelişmemiş olduğu az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerinde, bu anlayıştan yola çıkan özgül devrimci kitleler çeşitli gruplarla işbirliği halinde gerçekleştirdikleri “milli demokratik devrimlerle” hem emperyalist hem de feodal bağlardan kurtulmayı amaçlıyorlardı. Bu demokratik devrimin ardından gelişecek toplumsal yapılar sonucu, bu sefer işçi sınıfı önderliği altında sosyalist bir devrim aşamasına geçilecekti.
Gramsci ve Hegemonya
Marksizm’in üç farklı ülkede uygulamaya konması sırasında pratik alanla bütünleşirken yaşadığı değişiklikleri inceledikten sonra şimdi de Marksizm üzerindeki düşünsel farklılaşmaları ele almaya çalışalım. Yazımın giriş bölümünde Marx’ın hem farklı dönemleri üzerine farklı okumalar yapılabildiğini, hem de bazı eksik bıraktığı alanları doldurmaya çalışan girişimlere rastlanılabildiğini belirtmiştim. Bu farklı okuma ve geliştirme çabalarının en önemlisi kuşkusuz İtalyan siyaset adamı ve düşünür Antonio Gramsci’den gelmiştir. Gramsci’yi Hegelci Marksizm denilebilecek bir akımın temsilcisi olarak görebiliriz. Lukacs, Sartre ve Frankfurt Okulu temsilcilerini de yine bu akımın önemli düşünürleri olarak sayabiliriz. Bu akım özetle, genç Marx’ın yabancılaşma kavramı etrafında Hegel’den etkilenen düşüncelerini temel alıp, yaratıcı insan ve eylemci özneye ağırlık vermiştir. Marx’ın ilerleyen dönemlerdeki ağır kapitalizm çözümlemeleriyle birlikte bireyi bir nevi ikincil plana atan yaklaşımının olumsuz izlerini silmeyi amaçlamışlardır. Bu çözümlemelerdeki determinist yaklaşımla birlikte kitleler bir nevi pasif insan yığını olarak görülmeye başlanmış, ekonominin mutlak belirleyiciliğinin de etkisiyle bireyin tarihteki aktif iradesi neredeyse unutulmuştur. Sovyet uygulamalarıyla bireylerin bir yığın olarak görülmesi anlayışı iyice tescillenirken, Hegel’e ve genç Marx’a referans veren bu düşünürler aslında Marx’ın bireysel özgürlüğe verdiği önemi tekrardan hatırlatmak istemişlerdir.
Antonio Gramsci’nin bir başka önemi de belki de teori ve pratik birliğinin Marksist düşünce çevresinde yansıdığı en son kişi olmasından gelmektedir. Gerçekten sosyalist mücadelelerin aldığı üst üste darbeler sonrası 1940’lardan sonra Marksizm üzerine yazıp çizen kişiler artık sadece filozoflar ve üniversite profesörleri olmaya başlamıştır. Gramsci de bu darbelere maruz kalan bir düşünür ve siyaset adamıdır. Sosyalist mücadeleye aktif olarak katılmış, İtalya’da sovyet sistemi benzeri “fabrika konseyleri” kurulmasına öncülük etmiş, daha sonra parlamentoda görev almış, ancak Mussolini yönetimi tarafından hapishanelerde ölüme terk edilmiştir. Marksizm tarihini derinden etkileyecek görüşlerini de işte bu hapishanelerde yazmış ve görüşleri daha sonra “Hapishane Defterleri” adı altında yayınlanmıştır.
Gramsci’nin düşüncelerinin çıkış noktası, sosyalist devrimin Marx’ın belirttiğinin aksine batının gelişmiş ileri kapitalist devletlerinde değil de az gelişmiş feodal bir doğu toplumu olan Rusya’da gerçekleştiğinin nedenlerini araştırmak olmuştu. Bu noktadan yola çıkan Gramsci düşüncelerini Marx’ın eksik bıraktığı üstyapı üzerine yoğunlaştırmıştır. Gerçekten de Gramsci altyapı ve ekonomi ile ilgili neredeyse pek bir fikir beyan etmemişti. Onun yoğunlaştığı konular daha çok sınıfları bloklar halinde birleştiren ideolojilerin rolü, eğitimin toplumsal niteliği, aydınların tarihi yapısı gibi konular olmuştur. Gramsci’nin yukarıda sorduğu temel soruya verdiği yanıt batı toplumlarında doğu toplumlarına oranla gelişmiş ve güçlü bir sivil toplum anlayışının bulunmasıydı. Bu nedenle batıda siyasal başarı elde etmenin yolu toplumun çeşitli kademelerine yayılmış bu sivil toplumu fethetmekten geçmektedir. Doğu toplumlarında böyle bir yapı olmadığı için doğrudan devleti ele geçirmek belki daha kolay olabilirdi, ama batı toplumlarında benzer bir strateji başarısızlığa uğrayacaktır. Çünkü Gramsci’ye göre batı toplumlarında kapitalizm, ideolojisi aracılığıyla sivil toplumun çeşitli katmanlarını da “rıza” yoluyla içine alan “tarihsel bir blok” kurmayı başarmıştır.
Gramsci, toplumun bu katmanlarına ait görüşlerin şekillenmesini, mekanik determinist bir anlayış doğrultusunda altyapının üstyapıyı doğrudan etkilemesi sonucu oluşan basit bir süreç olarak görmez. Aksine bu toplumsal grupların fikirleri üzerinde karşıt cepheler arasında aktif bir mücadele vardır ve ancak bu gruplar üzerinde rıza yoluyla bilinç oluşturabilen kesim “ideolojik hegemonyasını” da kurabilmiş olacaktır. Kapitalist düzen de sağlamlığını esas olarak medya, kiliseler, okullar gibi sosyalleşme mekanizmalarının manipülasyonu yoluyla, kendi değer ve inançlarını sivil toplumun katmanlarına kabul ettirip, kültürel bir hegemonya kurmasından almaktadır. Kapitalizm bunu sadece ekonomik altyapıyı değil, politik ve kültürel üstyapıyı da fethedip, toplumun tüm katmanlarına ulaşarak yapmıştır. Bunu yaparken de sadece devletin zor gücü ile değil aksine çeşitli rıza mekanizmaları ile başarmıştır.
İşte tüm bu nedenler dolayısıyla batı toplumlarında sosyalist devrim Sovyet Rusya’daki gibi ani bir “cephe savaşı” sonucu değil aksine uzun dönemli zorlu bir “mevzi savaşı” sonucu kazanılabilecektir. Bunu yapabilmek için sosyalist grupların toplum üzerinde kapitalist bloğun kurduğu gibi rıza yoluyla bir karşı hegemonya kurması gerekecektir. Bunu yapmaya katkı sağlayacak yapı ise Lenin’deki gibi bir öncü partinin politik önderliği değil, kitlelerin gündelik yaşamı ve devrimci parti arasında bir konuma sahip olan “organik aydınlar” tarafından temsil edilen ahlaki ve entelektüel bir önderliktir. Ahmet Bekmen’in çok güzel ifadesiyle; “daha çok öğretmenlik ve avukatlık gibi mesleklerde somutlaşan ve kitleler ile organik bağları olan bu yarıaydınların kitle ile sistem veya devrimci parti arasındaki bağı kurarak, bir yandan ideolojinin kitlelerden kopuk hale gelmemesini, diğer yandan da ideolojinin kitlelere ulaştırılmasını sağlayan bir tür çift yönlü işlevi” mevcuttur.
Gramsci’nin Marksist düşünceye getirdiği iki diğer yenilik de klasik sınıf anlayışını yeniden yorumlaması ve Hegelci önceden belirli teleolojik tarih görüşünü reddetmesidir. Ekonominin determinist etkisini kabul etmemesinin bir sonucu olarak Gramsci sınıfları da tam olarak belirli özneler olarak değil karmaşık kolektif iradeler olarak görür. Organik ideolojinin kuracağı hegemonya da işte bu karmaşık iradelerin birbirine eklemlenmesi sonucu oluşacaktır. Gramsci bu karmaşıklığı tespit etmesiyle günümüz toplum anlayışına yaklaşsa da, en nihayetinde bu karmaşıklıkları birleştirecek potansiyeli sadece bir sınıf yapısında görerek yine de ekonomik temelden tam anlamıyla kopamamıştır. Gramsci’nin tarih görüşü ise belli bir hedefe doğru giden devrimci ya da evrimci bir anlayıştan uzaktır. Ona göre tarih böyle bir sürekliliğin aksine çeşitli hegemonik ideolojilerin tarihsel blok kurma yolunda mücadele ettiği süreksiz bir yapıyı temsil etmektedir.

Althusser ve Yapısalcı Marksizm
Marksist ideolojiye düşünsel anlamda bir başka katkı da Fransız düşünür Louis Althusser’den gelmiştir. Ancak bu katkı diğerlerinin aksine daha soyut ve teorik düzeyde olup, pratiklikten yoksundur. Althusser yukarıda bahsettiğimiz Hegelci Marksistlerin yaptığı genç Marx okumalarını kabul etmez ve doğrudan Kapital’in temel alınması gerektiğini savunur. Ona göre Marx’ta hümanist bir yön aramak gereksizdir. Yabancılaşma gibi Hegel’den alınan kavramlar zamanla Marx’ta önemini yitirmiş olup, bu durumun genç Marx ile epistemolojik bir kopuşu simgelediğine inanır. Marx’ın olgunluk döneminde ele aldığı konulara ağırlık veren Althusser toplumu bu anlayış doğrultusunda yapılar düzeyinde inceler. Ancak toplumun Ortodoks Marksizm’deki klasik altyapı-üstyapı ayrılığından daha karmaşık olduğunu belirten Althusser, bu yapıları dört temel kategoride ele alır; ekonomik, siyasi, bilimsel ve ideolojik. Bu yapılar birbirleriyle etkileşim halinde olup, toplumsal belirlenim; altyapının üstyapıyı basitçe etkilemesi şeklinde değil, daha karmaşık bir üst-belirlenme süreci sonucunda oluşmaktadır. Ancak Althusser yine Marksist gelenekten tam anlamıyla kopamaz ve ekonomiye son kertede belirleyici ve merkezi bir rol biçer.
Öte yandan tarihi öznesiz bir süreç olarak gören Althusser, bu yapıların insan niyet ve eylemlerinden tamamen bağımsız olduğunu savunur. Hatta, psikanaliz görüşün de etkisiyle, insanların bilinçdışı faaliyetleri sonucu bu yapıların etkisi altında kalıp, onları benimsediklerine inanır. Bu yapılar arasında ideolojiye ayrı bir önem veren Althusser, “devletin ideolojik aygıtlarıyla” toplumsal ilişkileri yeniden belirlediğini belirtir. Örneğin bir işçiyi sisteme karşı direnemeyecek bir şekilde yeniden üretmek için devletin sadece çalışma alanındaki kontrol ile değil; aile, din, okul gibi çeşitli aygıtlar aracılığıyla yaydığı düşünceler ile bu işlevi yerine getirdiğini anlatır. Bu nedenle Althusser’e göre, ideoloji tarihin her döneminde toplumsal kaynaşmanın vazgeçilmez bir harcı olmuş olup, ondan kurtulmak mümkün değildir. Komünizmde bile ideolojinin etkisi kalkmayacak olup, benzer bir şekilde bu yanılma ve aldatma düzeni insanların bilinçaltlarında çeşitli şekillerde etkisini gösterecektir. Bu görüş aslında anti-hümanist bir Marksist okumanın izlerini bizlere göstermektedir.
Laclau-Mouffe ve Post-Marksizm
Marksizm’e yapılan düşünsel katkılar bağlamında son olarak ele alacağım konu post- Marksist yaklaşım olacak. Malumları olduğu üzere 1980’lerden sonra post-modernizmin etkisiyle bir çok düşüncenin başına “post” kelimesi konularak yenilenmiş, geliştirilmiş versiyonları ifade edilmeye çalışıldı. Marksizm de bu akımdan etkilenen düşünce sistemlerinden biri oldu. Post-Marksizm akımının en ünlü düşünürleri Arjantinli Ernesto Laclau ile Belçikalı Chantal Mouffe olarak görebiliriz. İkilinin birlikte yazmış olduğu “Hegemonya ve Sosyalist Strateji-Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru” adlı eser Marksist literatürde ciddi yankılar uyandırdı. Aslında ikili, kitaplarında yukarıda işlediğimiz birçok temel Marksist görüşü reddediyordu. Buna rağmen Marksist olarak adlandırılmalarını kullandıkları temel kavramların kökenini bu düşünceden almasına ve kapitalizmin doğurduğu tüm eşitsiz ve baskı politikalarına verilen direniş mücadelelerini önemsemelerine bağlayabiliriz.
Hegemonya kavramına çok önem veren ikili aslında Marx’tan çok Gramsci’den temel alıp yola koyulmuşlar, ancak Gramsci’nin düşüncelerini de bir adım öteye taşıyıp radikalleştirmişlerdir. Kuşkusuz nasıl Gramsci 1930’lardadüşün, ki toplumun Marx’ın eserlerini verdiği 1800’lerdeki toplumdan daha karışık olmasından yola çıktıysa, Mouffe ve Laclau’nun toplumsalın bugün ulaştığı muazzam farklılık ve karmaşıklıktan etkilenmemeleri olanaksızdı. İki düşünüre göre bütün bu farklılıklardan dolayı artık klasik Marksist anlamda bütüncül sınıf kalıplarını kullanmak mümkün değildir. Toplumu burjuva ve proleter diye iki kampa ayırıp bu kampların mücadelesi olarak artık tanımlayamayız. Hem işçi sınıfı tek bütüncül bir yapıda değil çok parçalı özellikler göstermektedir, hem de toplumda bu iki sınıflamanın dışında çok çeşitli kimliklere sahip özneler mevcuttur. Bu nedenle Gramsci’nin de Althusser’in de yapmaya çalıştığı ancak tam anlamıyla ulaşamadığı şeyi Mouffe ve Laclau yapar; ekonomik indirgemeci ve belirlemeci yaklaşımın reddi. Çünkü ancak ekonominin bu özcü yaklaşımı reddedildiği takdirde toplumsal alanda vücut bulan bu farklı kimlikler anlaşılabilecektir.
Öte yandan iki düşünüre göre sabitsizlik bütün toplumsal kimliklerin de bir koşuludur. Nasıl iki temel sınıfsal kimlikten bugünkü çeşitli kimliklere gelinmişse, bu süreç yine devam edecektir. Bu noktada Gramsci’yi takip eden ikili, bu kimliklere uygun Hegelci bir teleoloji aramanın gereksiz olduğuna inanır. Bu sabitsiz kimlikler aynı zamanda birbirleriyle etkileşim halinde olup -Althusser’den aldıkları kavramla- bir üstbelirlenim ilişkisi içindedir. Dolayısıyla hegemonik mücadele bu farklı kimliklerin çeşitli eşdeğerlik zincirleri kurarak birbirlerine eklemlenmelerini öngörür. Ancak bu eklemlenme çabası hiçbir zaman tümüyle dikişli bir bütün oluşturmayacaktır, çünkü her defasında farklı bir antagonizma mücadelesi (siyasal çatışma) bu zinciri kırıp farklı boyutlarda başka bir hegemonya kurulmasına yol açacaktır. Bu da hegemonik ilişki içine giren farklı kimliklerin özgüllüklerini kaybetmemesini sağlayacaktır. Bu nedenle Laclau ve Mouffe, Gramsci’nin aksine toplumda tek bir hegemonya mücadelesi değil birden çok hegemonya mücadelesi olduğunu savunurlar. Ancak bu süreç ne mutlak sabit ne de mutlak sabitsiz bir durumdadır. Çünkü mutlak sabitsiz bir durumda, herhangi bir eklemleme ilişkisini mümkün kılacak bir düşünsel ortaklık sağlanamazdı. Bu nedenle eklemlemeler sonucu kurulan hegemonya kısmi bir sabitlik içermektedir.
Bu temel öngörülerden yola çıkan düşünürler, sol bir alternatifin ancak toplumsal bölünmeyi yeni bir temel üzerine yerleştiren farklı bir eşdeğerlikler sisteminin kurulmasına dayalı olarak tasarlanabileceğini düşünürler. Dolayısıyla solun görevi liberal demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğulcu bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir. Çünkü artık, Foucault’nun deyimiyle iktidarın her yerde olduğu bir dönemdeyiz. İktidarın olduğu her yerde bir baskı ve bu baskıya karşı verilen bir direniş mevcuttur. Bu direnişlerin hiçbirinin birbiri üstünde özsel bir önceliği yoktur. Feminist mücadele de, çevresel mücadele de, etnik mücadele de aynı eşdeğerliktedir ve bunlar ancak birbirlerine eklemlendiği ölçüde bir anlam kazanacaktır. Çünkü birine verilecek ayrıcalık, diğerlerini ona tabi kılacak ve eninde sonunda bizi tekrar bütünsel bir anlayışa götürecektir. Bu da mücadelenin radikal boyutlarda da olsa çoğulcu karakterden gitgide uzaklaşıp, anti-demokratik bir boyut almasına yol açacaktır. Çünkü toplumsalın tümünü kapsamayı düşünen bir yaklaşım eninde sonunda totaliter bir kimliğe bürünecektir. Bu noktada çok hassas olan Mouffe ve Laclau, hegemonik mücadelelerin hiçbir zaman sıfır toplam oyunu şeklinde tasarlanmamasını savunur. Post-Marksist düşünce işte ancak bu şekilde radikal ve çoğulcu sosyalist bir karaktere bürünürse demokrasiyle olan geleneksel uzlaşmazlığını da ortadan kaldırmayı başarabilecektir.
Sonuç
Marksist ideolojinin tarih boyunca pratik ve teorik anlamda geçirdiği değişiklikleri inceledikten sonra en doktrinleşmiş ideolojinin bile değişime karşı direnemediğini ve kendini yenilemek zorunda kaldığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Karl Marx evrensel bir tarih anlayışı doğrultusunda bir ideoloji tasarlamıştı. Ancak bölgesel farklılıklar ve tarihsel gelişmelerin Marx’ın tasarladığından farklı gelişmesi siyasetçileri ve filozofları ideolojide değişiklikler yapmaya götürdü. Şu an için bu görüşlerden hangisi daha geçerli bunu söylemek zor, ama her bir düşünürün geliştirdiği kavramsal açıklamaların Marksist düşünceyi zenginleştirdiği açıktır. Her ne kadar artık post-Marksizm ile birlikte neredeyse Ortodoks anlayıştan tamamen uzaklaşılsa da, hemen hemen her Marksist, kapitalizm doğrultusunda oluşan iktidar ve baskı politikalarına direnç ve mücadele gösterilmesinde hemfikirdir. Bu ortak noktadan çıkıp farklı sonuçlara varsa da, her bir görüşün -demokrasi sınırları içerisinde kalmak şartıyla- toplumların gelişimine olumlu katkı sağlayacağına inanıyorum. Çünkü farklılıklar, düşünmeyi sorgulamayı sağlar; tek bir görüşün sabitleştirici durağanlığını önler. Siyasal çatışmalardan, demokrasi zemininde kaldığı sürece korkmamak; aksine bunları zenginlik olarak değerlendirmek gerekir. Kaldı ki Karl Marx’ın tasarladığı tarihsel yolu onaylasak da onaylamasak da, daha adil, daha eşitlikçi ve daha özgürlükçü bir dünyayı her düşünceden insanın paylaşması gereken ortak bir değer olarak görebiliriz. Bu nedenle Marksist ideolojinin, bu ortak değerleri ve demokratik hoşgörüyü paylaşan rekabetçi ideolojilerin yarıştığı bir sistem içerisindeki ideolojilerden biri olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunuyorum.