* Doç. Dr. Şehriban KAYA | Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Bangladeş’in başkenti Dakka’da 24 Nisan 2013’te çöken tekstil fabrikalarının bulunduğu Rana Plaza’dan 1038 kişinin ölü bedenleri çıkarıldı. Aylık ortalama 37dolar için çalışan işçilerin ölü bedenleri, sağken ürettikleri dünyaca ünlü markaları satın alanların gündemini ne kadar meşgul etti bilinmez ama ortada yüzleşilmesi gereken küresel bir sorun olduğu aşikar. Wall Street Journal, 20 milyar dolarlık tekstil endüstrisine sahip Bangladeş’te hükümetin üç fabrikayı “güvenlik sebepleriyle” tamamen ve 18 fabrikayı da geçici olarak kapattığını bildirdi. Bangladeş hükümetinin endüstride iyileştirmelere gidileceğini belirtmesine rağmen ne tür iyileştirmelerin nasıl ve ne zaman yapılacağı kesin olarak bilinmedikçe kuşkuların giderilmesi mümkün değil. Wall Street Journal’a konuşan İşçi Hakları Konsorsiyumu Başkanı, “Büyük markalar ve şirketler ücretleri yükseltmediği sürece, bu sistemin bitmesi mümkün değil. Fabrikalar ancak bu şekilde güvenlik önlemleri kurmayı başarabilir. Bu olmazsa hükümetin yaptıkları kısa ömürlü olur.” diyerek sorunun asıl kaynağını dile getirmiştir. World Socialist Web Site’ın haberine göre, Rana Plaza’da Wall Mart, El Corte Ingles, JC Penney, Kik, C & A, Be netton, Mango, Trimark ve Primark markaları için üretim yapılıyordu.1 Bu markaların tüketicileri elbette aylık 37 dolar için çalışan ve yaşamını yitiren işçiler değildir. Markaların ortak özelliği dünyanın hemen hemen her yerinde satılıyor olması ve büyük bir tüketici kitlesine hitap ediyor olmasıdır. Son iki yüzyıldır insanlık görülmemiş bir bolluk içinde yaşıyor ancak aynı zamanda olağanüstü bir yoksulluk içinde de yaşıyor. Kapitalizmin emek ve sermaye çelişkisini çözümleyen Marx’tan 100 yıl sonra Kadro dergisini çıkaran Şevket Süreyya Aydemir ve arkadaşları, günümüzde asıl çelişkinin merkez metropolitan ülkelerle çevredeki sömürge ya da yarı sömürge bağımlı yoksul ülkeler arasındaki çelişki olduğunu dile getirmişlerdir. Kapitalizm küresel ve eşitsiz bir gelişme dinamiğiyle karakterize olmuş bir üretim tarzıdır ve bu eşitsiz gelişmenin kurbanları elbette çevredeki az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke halklarıdır. Kapitalizmin uluslararasılığa ne kadar gereksinim duyduğu bu noktada açıkça görülebilir.

1980’lerden itibaren tüm dünyada egemen olan neoliberal kapitalizmin küreselleşme süreçleri, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde yoksulluğun artarak yaygınlaşmasına neden olmuştur. Küreselleşme süreçlerini kısaca özetleyecek olursak ilk karşımıza çıkan sermayenin, çok uluslu şirket stratejileriyle, işgücü maliyetlerinin daha düşük, hammadde kaynaklarının daha ucuz ve kolay erişilebilir, vergi düzenlemelerinin daha elverişli bölgelere, daha doğrusu kürenin her yerine gitmesi ve yatırımlarını yapması olacaktır. Küreselleşmenin ikinci süreci, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi yani tam zamanlı işlerin yerine yarı zamanlı geçici işlerin ortaya çıkmasıdır ki bu, sosyal güvenceden yoksun, örgütsüz çalışan emekçi sınıfları ortaya çıkarması anlamına gelir. Devletin ekonomiden tamamen elini çekmesi ve sadece güvenlikle uğraşması yani devletin düzenleme dışı bırakılması yine küreselleşmenin bir diğer önemli sürecini oluşturur. Burada en dikkat çekici durum kamu hizmetlerinin özelleştirilmesidir ki sonucu toplu işçi çıkarmalar ve yaygın işsizlik olur. Burada devletin düzenleme dışı bırakılması ulus devletin vatandaşına garanti etmek zorunda olduğu politik, ekonomik ve sosyal hakları da erozyona uğratmaktadır. Üretim tarzının küresel bir hale gelmesi söz konusuyken bir dünya devletinin var olmaması emekçi sınıfları son derece savunmasız bırakmaktadır. Emekçi sınıfları küresel kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin yıkıcı etkilerinden koruyabilecek tek aygıt ulus devlet olabilirdi ki ulus devlet de ne oliberal dünya düzeni içinde tartışılan ve gücü kırılan bir kurum olmuştur.
Günümüzde ulus devleti basitçe ulusallık açısından değerlendirmek, onu kamusal bir aygıt olarak ekonomik üretim ve dolaşım devresi içindeki yeri açısından değerlendirmemek, ulus devletin kamusal, sosyal, ekonomik işlevini yeniden üretecek tartışmalar ve politikalar geliştirmemek, küresel kapitalizm sistemi içinde dezavantajlı ülke vatandaşlarının zararına işlemektedir. 1038 vatandaşını yitiren Bangladeş’in ulus devletinin, çöken binada üretim yaptıran çok uluslu şirketlerle ilişkisi ve vatandaşını ne derece koruyabildiği ortadadır.
Küreselleşme süreçlerinde, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üzerinde etkinliğinin artması son derece merkezidir. Bu ulus üstü kuruluşlar, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere neoliberal politikalara yapısal uyum programlarını dayatırken, dünyada halihazırda var olan gelir dağılımı eşitsizliğinin yoksul ülkelerin aleyhine daha da çok bozulmasına ve yoksulluğun artarak yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Yoksulluğun artışı ve yaygınlaşması Bangladeş gibi ülkelerde insanların ayda 37 dolar gibi bir ücret için iş güvenliği sağlanmamış yerlerde çalışmasına neden olmaktadır. Uluslararası yoksulluk araştırmalarında ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarını bertaraf etmek için temel ihtiyaçlar değil, günlük tüketim değeri kişi başına dolar cinsinden belirlenmektedir. Dünya Bankası, uzun yıllar günlük 1 dolarlık gelirden yoksun olmak durumunu mutlak yoksulluk olarak tanımlamakla birlikte, 2008 yılından itibaren günlük 1.25 doların altında gelire sahip olma durumunu mutlak yoksulluk olarak tanımlamaktadır.2 Burada günlük 1.25 doların altında gelire sahip olanlar, hayatta kalabilmek için gerekli minimum kaloriye ulaşamayanlardır. Bu noktada aylık 37 dolar ücretle iş güvenliğinden yoksun çalışan işçiler mutlak yoksuldurlar yani bugünden yarına sağ çıkabilmek için gerekli kaloriyi alacak durumda olmayanlardır.
Dünyaca ünlü markalar için üretim yapan işçiler bugünden yarına çıkacak kaloriyesahip olacak kadar bile ücret alamazken ve üstüne bir de asgari iş güvenliğinden yoksunken bu markalar dünyanın dört bir yanında satışa sunulmakta ve ciddi bir alıcı kitlesine hitap etmektedir. Sermayenin serbestçe dolaşıp işgücü maliyetinin en az olduğu yerlerde üretim yapması mümkünken, emek, istediği şekilde dolaşamamaktadır. Bu durumda hayatta kalabilmek için ve günlük yeniden üretimleri için gerekli kaloriye dahi sahip olamayacakları bir ücrete razı olup çalışmak zorunda kalmaktadır dünyanın az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke halkları. Küreselleşme süreçlerinin arkasındaki neoliberal politikalar, bugün dünya üzerinde yaşanan yoksulluğun en temel kaynağıdır. Küreselleşme süreçleri bağlamında az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere dayatılan yapısal uyum politikaları sonucunda, bu ülkeler dış borç ve faizler nedeniyle kaynaklarını gelişmiş ülkelere transfer etmek zorunda kalmışlar ve güçlü, kararlı bir büyüme için gerekli yerel yatırımları yapamamışlardır. Bangladeş Devlet Başkanı’nın konuşmasına dönecek olursak bu açık ve net bir şekilde görülmektedir. Endüstride iyileştirmeye gideceklerini vaat etmek aslında aynı zamanda milyonlarca doların döndüğü tekstil endüstrisinde koşulların hiç de iyi olmadığını ortaya koymaktadır. Dünyaca ünlü markalar için üretim yapan ve ulusal gelir elde eden bir Bangladeş ulus devleti, vatandaşının en temel hakkı olan yaşam hakkını korumaktan acizdir ki bu durum emekçi sınıfların küresel kapitalizmin karşısındaki güçsüzlüğünü açıkça göstermektedir.
Neoliberal dünya düzeninin meşrulaştırıcı söylemi ise yeni muhafazakarlıktır. Yeni muhafazakarlık, Keynesci ekonomi politikalarının reddedilmesi, devletin küçültülmesi, kültür, eğitim ve aile gibi konularda gelenekselciliğin yeniden inşa edilmesi ve güçlü bir ulusal savunmanın kurulması şeklinde dört temel özellik çerçevesinde tanımlanabilir.3 Yeni sağ kavramı ise hem muhafazakarlığı hem de neoliberalizmi ifade etmek için kullanılır ki 1980 sonrası küreyi belirleyen ekonomik dünya düzeninin özetidir. Devletin terk edeceği üretim ve hizmet alanlarının serbest piyasa ve sivil toplum kuruluşları tarafından doldurulması istenirken neoliberaller için önemli olan serbest piyasa sürecinin işlemesi, yeni muhafazakarlar için önemli olansa geleneksel dayanışma ve yardım kuruluşlarının canlandırılmasıdır.4 Bu noktada da kültürel çeşitlilik tartışmaları ve yerel kültürlerin özgünlüğü, kültürel çeşitliliğe saygı söylemi devreye girmiştir.

“Küreselleşmiş neoliberal dünya sisteminin sermayesi emekçi sınıfları ve ezilen yoksul halkları somut mücadele alanının dışına atmak ve bölmek için başka mücadele alanlarını ikame etmek ister ve bunun stratejileri de elbette Washington ve Brüksel’deki thinktanks tarafından oluşturulur” tespitini yapan Samir Amin komplocu bir tarih anlayışını savunmuyor.5 Burada asıl anlatılmaya çalışılan politik İslam, politik Hinduizm ya da politik Budizm gibi sosyal hareketlerin araçsallaştırılmasıdır. Bu hareketler mücadeleyi kültür alanına taşıyor ki bu da kültürel özgünlük yaklaşımının benimsenmesine neden oluyor. Bu bir kere benimsenince, emekçi sınıfları kendilerini ezen ve sömüren dünya kapitalist sistemiyle karşı karşıya getirecek çatışma gündem dışına atılıyor. Bu gündem dışına atılma enkaz altında kalan ölü işçi bedenleri ya da botlarda ölen mültecileri görmemeye neden oluyor. Danimarkalı karikatüristin çizdiği karikatürün İslam’ı aşağıladığını düşünen milyonlar birçok ülkede sokağa dökülmüş ve ciddi bir sosyal hareketlilik oluşturabilmiştir. Londra’dan Paris’e, Kabil’den Kahire’ye kadar tam bir transnasyonal (ulus ötesi ya da ulus aşırı) kamusal bir alan oluşturan bir sosyal harekete dönüşebilmiştir. Aynı kamusal alanın Bangladeş’teki enkazdan çıkan 1038 ölü beden için oluşmaması kültürel özgünlük yaklaşımının öne çıkarılmasının bir sonucudur.
Yeni muhafazakarlık ve kültürel çeşitlilik söylemleri dikkatleri toplumsal eşitsizlik ve sınıf mücadelesinden uzaklaştırırken, farklılıkları da yücelterek ezeli cinsel farklılık ya da milliyet, din ve ırk gibi sınıftan daha büyük farklılıkları sermaye lehine kullanmak üzere araçsallaştırmaktadır. Yeni muhafazakarlığın yücelttiği ve öne çıkarmaya çalıştığı aile ve cemaat ilişkileri aslında toplumun değer verme iddiasında olduğu paylaşım, özveri, karşılıklı güven, anlayış, sevgi ve saygı gibi değerlerin siyasi, toplumsal ve ekonomik hayatta tümüyle uygunsuz görülmesindendir. Bu değerler bugünün koşullarında rekabet ve kâr değerlerine dayanan, denetimsizlik, tercihsizlik ve yabancılaşma üreten sistemin tam da temelden yok saydığı şeylerdir. Kişilerarası ilişkiler, duygu ve şefkatle ilgili değerler, toplumsal ve ekonomik gerçekliklerden boşaltıldıkları ölçüde, ailenin kadının ve cemaatlerin sırtına yüklenir. Toplumun kurtulmak istediği değerlerin deposu olarak “aileye dönüş” maskeli yeni sosyal politikalarda da açıkça görülebilir.6 Hükümetlerin istemediği yükü boşalttığı yer, aileye dönüş kisvesi altında gerçekleşirken aslında bu yük de kadına boşaltılır.7
Kültüre, aileye ve cemaatlere dönüş, devletin üretim ve dolaşım mekanizmalarının tamamen dışına çıkartılarak bu alanların boşaltılması, emekçi sınıfları küreselleşmenin baş aktörü çok uluslu şirketler karşısında güçsüz bırakmakta, aile, cemaat tipi örgütlenmeler ise ekonomik, siyasi ve toplumsal alanda herhangi bir güç oluşturmalarını sağlayamamaktadır. Son derece küreselleşmiş ve kürenin her yerine gidebilen sermaye karşısında aile ve cemaat tipi örgütlenmelerle çıkılmayacağı açıktır. Sermaye aile ve cemaat tipi örgütlenmelerle değil rekabet ve kar mantığıyla işlerken, ayda 37 dolara iş güvenliğinden yoksun çalışan emekçi sınıfları aile ve yerel kültüre cemaatlere mahkum etmektedir. Kendilerini koruyacak güçlü bir devlete sahip olmayan emekçi sınıfların iş güvenliğinden yoksun çalışmaları ve çalışmalarına rağmen mutlak yoksulluktan çıkacak kadar gelir elde edememeleri küreselleşmenin çarklarının nasıl işlediğini ortaya koymaktadır.
Devlet, vatandaşının politik, ekonomik ve sosyal haklarını güvence altına almak zorundadır. Bugünden yarına yeniden üretimini gerçekleştiremeyen insanlar açısından devamlı tartışılan konu, yoksulluk içindeyken politik ve toplumsal özgürlüklerin tartışılamayacağıdır. Ancak aşırı yoksulluk formundaki ekonomik özgürlük yoksunluğunun başka özgürlük türlerinin ihlali halinde kişiyi çaresiz bir av haline getirebileceği8 gerçeği Bangladeş’te çöken binadan çıkan 1038 ölü bedende cisimleşmiştir. Her yıl on binlerce kaçak göçmenin kuzeyin refah içindeki ülkelerine giderken yollarda ölmesi ya da sağ kalıp bu ülkelere ulaşanların her türlü iş ve yaşam güvencesinden yoksun çalıştırılmasında da görülebilir bu açıkça. Bununla birlikte, ekonomik özgürlük yoksunluğu sosyal özgürlük yoksunluğunu doğurabildiği gibi, sosyal ya da siyasal özgürlük yoksunluğu da ekonomik özgürlük yoksunluğunu besleyebilir pekala.9 Nobel ödüllü Hint bilim adamı Amartya Sen Özgürlükle Kalkınma kitabında insanların diledikleri tarzda yaşamaları için gereken beş özgürlük tipi belirlemiştir. Bu özgürlükler şunlardır: (1) siyasal özgürlükler, (2) iktisadi imkanlar, (3) toplumsal fırsatlar, (4) şeffaflık güvenceleri, (5) koruyucu güvenlik.10 Bu hak ve özgürlüklerin her biri kişinin genel kapasitesinin gelişmesine katkıda bulunur. İfade ve seçme özgürlüğü şeklinde siyasal özgürlükler iktisadi güvenliği geliştirmeye yardımcı olurken, eğitim ve sağlık imkanları biçiminde toplumsal fırsatlar iktisadi katılımı kolaylaştırır. Ticaret ve üretime katılma biçiminde iktisadi fırsatlar kişisel refahın yanı sıra, toplumsal imkanlar için kamusal kaynakların oluşmasına yardımcı olur. Sonuç olarak farklı özgürlükler birbirini güçlendirir.
Sen’in özgürlüğe yaptığı vurgu, yoksulluğun en dayanılmaz olduğu durumlarda en temel önceliğin hayatta kalmaya verilmesi ve demokratik haklardan bahsetmenin lüks olduğundan dem vurulmasına karşı son derece gerekli bir yaklaşımdır. İnsanların iş güvenliğinden yoksun yerlerde hayatta kalmaya yetmeyecek ücretlerle çalıştığı ülkede 1038 kişinin ölmesi ortadayken, özgürlükten bahsetmek lükstür demek küreşelleşmenin kanlı yüzüne doğrudan bakmaktan kaçmaktır. Bu noktada Boltanski’nin ahlak ile acı arasındaki ilişkinin siyasi bir mesele, bir eylem meselesi olduğu saptaması11 önemlidir. İnsanlar televizyonda Bangladeş’te çöken binanın altından çıkan 1038 işçinin bedenlerini onları enkazın önünden resimleriyle bekleyen yakınlarını izleyebilir ya da Ege’de batan bottan çıkan mültecilerin ölü bedenlerine bakıp ağlayabilir. Burada dehşetin faillerini suçlayarak öfkelenme ya da duygusallık söz konusudur. Bangladeş’te iş güvenliğinden yoksun çalışan işçilerin üretim yaptığı markaların giysileri üstümüzdeyken öfke ya da duygusallık insanlık için çözüm olmayacaktır. Boltanski kınama ve duygusallığa bel bağlamadan tercih edilebilecek üçüncü bir yolun olduğunu söyler ki, bu yol acıya doğrudan bakabilme cesareti göstermektir. Boltanski, ancak böyle bir bakışın ahlaktan beslenen siyasi eylemin gerçekçi zeminini oluşturabileceğini vurgular.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948’de onaylanarak ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25. ve 28. maddeleri söyledir:
Madde 25
1. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir.
2. Anaların ve çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün çocuklar, evlilik içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden yararlanırlar.
Madde 28
1. Herkesin bu Bildirge’de öngörülen hak ve özgürlüklerin gerçekleşeceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.12
Bu maddelerin kabulü sonrası geçen 65 yılda dünya ekonomik açıdan inanılmaz bir büyüme kaydetti. Ancak bu ekonomik büyüme insanlık için, insan yaşamları ve yaşam umutları için nasıl bir etki yaptı, soru budur. Dünya Bankası’nın 2000/2001 Gelişme Raporu’na13 göre, dünyada yaşayan 6 milyar insanın 2.8 milyarı yani yaklaşık beşte biri, günlük 2 dolarlık gelir sınırının altında yaşamaktadır. Bu nüfusun 1.3 milyarı ise günlük 1 dolarlık gelir sınırının altında yaşamaya mahkumdur. Aynı rapora göre, en zengin 20 ülkenin ortalama geliri, en fakir 30 ülkenin gelirinin 37 katıdır ve bu fark gittikçe büyümektedir. Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki gelir uçurumu, zengin ülkeler lehine artmaktadır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı 104 ülkeden, dünya nüfusunun %78’ini oluşturan 5.2 milyar insanı kapsayan verileri incelemiş ve bu ülkelerde yaşayan 1.7 milyar insanın, yani ele alınan nüfusun üçte birinin Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi’ne göre çok boyutlu yoksullukla yaşadığını tespit etmiştir.14 Bu ölçümlere göre dünya yoksullarının %51’i, yani 844 milyon insan Güney Asya’da, %28’i yani 458 milyonu da Afrika’da yaşamaktadır.
Yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawn “20. yüzyılı ardımızda bıraktık, ancak henüz 21. yüzyılda yaşamasını veya en azından bu yüzyıla uyan bir şekilde dü şünmesini öğrenmiş değiliz.”15 tespitinde haklıdır. 21. yüzyılda hala iş güvenliğinden yoksun çalışan, doğudanbatıya güneydenkuzeye en temel hak olan yaşam hakkına sahip olamadığı için kaçak göç ederken, denizlerde, nehirlerde, batan botlarda ölen mülteci halklar varken ve bu milyarların yaşamını iyileştirmeye yönelik siyasal düşünceler üretememişken, evet, gerçekten 21. yüzyılda nasıl yaşayacağımızı henüz bilmiyoruz.
KAYNAKÇA
1. http://www.bianet.org/bianet/insanhaklari/146525enkazdan1038iscicenazesicikti
2. United Nations World Development Program (UNDP), Human Development Report 2010, Oxford University Pres, New York, 2010.
3. Sallan Gül, Songül, Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa: Yeni Liberalizm, ve Muhafazakarlık Kıskacında Refah Devleti, Ebabil, Ankara, 2006.
4. a.g.e.
5. Amin, Samir, Modernite, Demokrasi ve Din Kültüralizmlerin Eleştirisi, Özgür Üniversite Kitaplığı Ankara, 2006.
6. Williamson J., Kadın Bir Adadır: Dişilik ve Sömürgecilik. Eğlence İncelemeleri: Kitle Kültürüne Eleştirel Yaklaşımlar, Modleski T. (der.). Metis İstanbul, 1995 s. 135155.
7. Kaya, Şehriban, 2012, “Sahibinden Satılık Korkular: Kadının Korkutulan Özne Olarak İnşasında Medyanın Rolü”, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 11 : 191211.
8. Sen, Amartya, , Özgürlükle Kalkınma, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2004.
9. a.g.e. 10. a.g.e
11. Boltanski L. Distant Suffering: Morality, Media, and Politics. Cambridge University Press, New York, 1999.
12. Pogge, Thomas, Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2006, s.6.
13. World Bank (2000). World Development Report 2000/2001, Attacking Poverty, Oxford University Press, New York.
14. United Nations World Development Program (UNDP), Human Development Report 2010, Oxford University Pres, New York, 2010.
15. Hobsbawn, Eric, “Sosyalizm başarısız oldu. Şimdi de kapitalizm çöküyor. Sırada ne var?” Guardian 10 Nisan 2009