Lemi ATALAY | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
Kemalist ideolojinin Türkiye’nin siyasal düşün hayatındaki kabul görülürlüğü günden güne azalsa da, Kemalizm merkezinde gerçekleşen tartışmalar tam tersine artmaktadır. Bu tartışmaların çoğunda Kemalizm olumsuzlanan bir özne olarak, günümüz Türkiyesi’nin sorunlarının temel kaynağı olarak gösterilmektedir. Bu olumsuzlamaların bir kısmı da Kemalizm’i tarihte çeşitli zamanlarda geçerli olmuş diğer ideolojilerle, düşüncelerle özdeşleştirme şeklinde gerçekleşmektedir. Korporatizm, jakobenizm, Bonapartizm bu bağlamda ele alınabilecek bazı siyasal akımlardır. Daha önce dergimizde korporatizm ve jakobenizm konusu ile ilgili makaleler yer almıştı. Bonapartizm konusu ise ülke çapında da çok sık ele alınmamakla birlikte siyasal, sınıfsal ve toplumsal açıdan önemli tartışmaları içermektedir. İşte bu inceleme yazısında, Kemalizm-Bonapartizm konusundaki tartışmaların geçerliliğine dair fikir yürütmeye çalışacağım. Kemalizm-Bonapartizm özdeşliği ya da benzerliği hakkında sağlıklı bir değerlendirmede bulunabilmek için önce doğal olarak Bonapartizm konusunda belli bir fikir sahibi olmamız gerekmektedir. Bu nedenle bu incelemenin ilk bölümünde Bonapartizm’in ne olduğuna değinilecektir. Ardından Kemalist ideolojinin özgün bir Bonapartizm olduğuna ilişkin çeşitli yazarlar tarafından savunulan görüşler aktarılacaktır. Son bölümde ise yapılan bu benzeştirmelerin ne kadar uygun olup olmadığı tartışılacaktır.
Bonapartizm
Bonapartizm kavramı genelde bilindiğinin aksine Napolyon Bonaparte için kullanılmış bir kavram değildir. Bonapartizm kavramı ilk olarak sosyalist düşünce sisteminin kurucusu Karl Marx tarafından Napolyon’un yeğeni olan Louis Bonaparte’a ithafen kullanılmıştır. Önce Fransa’daki II. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı, ardından da II. İmparatorluk döneminin imparatoru olan III. Bonaparte ile ilişkin görüşlerini Karl Marx, “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i” adlı eserinde dile getirmiştir. Buradaki 18 Brumaire, aslında Napolyon Bonaparte’ın Fransa’daki I. Cumhuriyet’i ortadan kaldırıp imparatorluğunu ilan ettiği tarihi ifade etse de, benzer bir şekilde cumhuriyeti ortadan kaldırıp imparatorluğu kuracak olan III. Bonaparte’ın düzeni Karl Marx için bambaşka bir toplumsal-politik sistemi ifade etmektedir. Louis Bonaparte ile özdeşleştirilen Bonapartist düzeni anlayabilmek için önce Fransa’daki tarihsel süreci basitçe hatırlamakta yarar vardır. Napolyon’un, cumhuriyet rejimini 1799 yılında ortadan kaldırarak kurduğu imparatorluk devri 1814 yılına kadar sürecekti. 1814-1830 yılları arasında Restorasyon dönemi diye adlandırılan süreçte Bourbon hanedanı ikinci kez tahta geçip, kralcı siyasal düzen yeniden tesis edilecektir. Restorasyon döneminde hüküm süren Bourboncular esasen büyük toprak sahiplerinden oluşmakta ve modern toplumun gelişmesi sonucunda burjuvalaşan bir yapıda idiler. 1830 yılında bu kralcı düzen bir burjuva devrimi ile daha ortadan kaldırılıp bu sefer meşruti monarşik bir düzene geçilecektir. Yeni bir anayasa kabul edilip, egemenliğin ulusa ait olduğu ilan edilecek ve kralın yetkileri sınırlandırılacaktır. Bu dönemde Louis-Philippe kral olarak görev yapacak, toplumda ise toprağa dayalı burjuva yerine Orleanscı olarak nitelendirilen ticaret burjuvazisi daha hakim konumda olacaktır.1848 yılında ise başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesi Marx ve Engels’in yayımladığı “Komünist Manifesto”nun da etkisiyle kuvvetli bir işçi hareketi ve direnişine sahne olacaktır. Avrupa’da dolaşan “komünizm hayaleti” burjuva tarafından feodal kralcı düzene karşı elde edilen kazanımlara sosyal bir boyut eklemeyi hedefliyordu. 1848 yılındaki bu işçi ayaklanmaları hayal ettiği kendi devrimine ulaşamasa da en azından Fransa’da tekrardan cumhuriyetin kurulmasını sağlayacaktı. İşte bu yeni Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı da 10 Aralık 1848 tarihinde yapılan seçimlerde oyların %74’ünü alarak iktidara gelen Louis Bonaparte olacaktır.

Karl Marx, çapsız ve zayıf bir karakter olarak nitelendirdiği Bonaparte’ın ilerleyen süreçte nasıl olup da Meclis’i ortadan kaldırıp kendi hükümdarlığını kurduğunu kitabı boyunca anlatmaya çalışmıştır. Marx’ın anlatmaya çalıştığı bu süreç aslında burjuvazinin yönetememe krizini ifade etmektedir. Yeni Cumhuriyet’in ilk yılında anayasa hazırlamakla görevli Kurucu Ulusal Meclis’e cumhuriyetçi burjuvazi hakimdi. Marx’a göre bu grup, burjuvazinin büyük ortak çıkarlarına dayanmayan, kendine mahsus üretim ilişkilerinin ayakta tuttuğu bir fraksiyondu. Saf cumhuriyetçi eğilimler taşıyan yazarlar, avukatlar, subaylar ve memurlardan oluşmaktaydı. Ancak anayasanın kabulüyle feshedilen Kurucu Meclis’in yerine oluşturulan Ulusal Meclis’te bu grup etkisini yitirecek, hakimiyet zoraki cumhuriyetçi olan Bourbon-Orleans ittifakı tarafından simgelenen düzen partisine geçecekti. Düzen partisi daha sonra politik manevralarla Ulusal Meclis’te Jakobenlerin devamı niteliğindeki sosyal demokrat Montagne grubunu da tasfiye edip hakimiyetini iyice pekiştirecekti.Ancak düzen partisi ittifakı için meclis gerçek bir idealden ziyade burjuvazinin ayrı ayrı değil hep birlikte hükmünü sağlamaya yarayan bir yapı olarak görülmekteydi. Çünkü eski düzende ya sadece toprağa dayalı burjuva ya da ticaret burjuvası tek başına hüküm sürebiliyordu, şimdi ise diğer bütün sınıflara karşı burjuva sınıfı olarak hep birlikte iktidardaydılar.“Kalpleriyle kralcı, kafalarıyla cumhuriyetçi olan” bu grubun parlamenter demokrasiye aykırı hareketleri bir bakıma Louis Bonaparte’ın darbesinin de önünü açacaktı. Montagne grubunu Meclis’ten tasfiye ederken, genel oy ilkesini sınırlarken aynı zamanda millet iradesini de değersizleştirecek olup, bu nedenle kendi meşruiyetlerini de kaybetmiş olacaklardı. Bu meşruiyet kaybı, sürekli meclis tatilleri ile sonuçlanan yönetememe krizleri ve ekonomik bunalım ile birleşince Louis Bonaparte için tarihi fırsat gelmişti. 1851 yılında cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılması ve genel oy ilkesinin geri getirilmesi teklifleri reddedilince; ordu, kilise ve geniş köylü kesimlerinden elde ettiği desteğe dayanarak önce meclisi feshetti, ardından da 1852 yılında cumhuriyeti kaldırarak imparatorluğunu ilan etti.
Bonaparte’ın tek başına iktidarı elde etmesi süreci etrafında gelişen tarihsel olayları inceledikten sonra Marx, oluşan tabloyu sınıfsal açıdan değerlendirmeye geçer. Marx’a göre Fransız Devrimi’nin ardından iyice güçlenmeye başlayan devlet aygıtı, artık Bonaparte ile birlikte sadece egemen sınıfların bir aracı olmaktan çıkmış, nispeten özerk bir pozisyona kavuşmuştur. Ancak bu devlet gücünün ayakları yine de tamamen havada değildir, çeşitli sınıfları temsil etmektedir. Bonaparte en başta Fransa toplumunun en kalabalık sınıfı olan küçük toprak sahibi çiftçileri temsil etmektedir.9 Ancak bu köylü devrimci değil, muhafazakar toplum özlemindeki köylüdür. Bonaparte, onlara genel oy hakkını geri verip yücelten, burjuvaziye karşı koruyup saadete kavuşturacağına inandıran bir söylem içine giriyor. Öte yandan şehirde başıboş gezen işsiz lümpen proletaryayı yüksek maaş vaatleriyle ordusuna alıp, onların koruyucusu bir pozisyona bürünüyor. Burjuvazinin kalbi olan orta sınıfı da maddi iktidarlarını koruma vaadiyle ikna ediyor. Ayrıca merkezin gücünü toplumun her kesimine yayılmasını ve her kesimince hissedilmesini sağlayacak güçlü bir bürokrasi sınıfı tasarlıyor. Sivil memurlardan oluşan bu gruba kilise ve ordudan da destek sağlanıp güç pekiştiriliyor. Kısacası Bonaparte bütün sınıflar nezdinde ataerkil bir hayırsever olarak görünmek istiyor.

Marx’a göre Bonaparte’ın bu şekilde sınıflar üstü bir yapı yaratıp iktidara gelmesi aslında tarihsel anlamda bir ilk durumu ifade eder. Çünkü Marx’ın klasik ekonomi-politik anlayışına göre “alt yapı, üst yapıyı belirler”; yani ekonomik ilişkilerde egemen olan sınıf aynı zamanda politik gücün de sahibidir. Fakat Bonaparte’ın durumunu incelediğimizde görüyoruz ki, toplumda egemen sınıf burjuvazi olmasına rağmen devlete güçlü bir figür etrafında şekillenen sivil-askeri bürokrasi egemen olmuştur. Bu ilk bakışta Marx’ın tezine aykırı bir durum gibi gözükse de, gerçekte durum sadece şekil değiştirmiştir. Devlet ve bürokrasi görece özerk bir statüye ulaşmış gibi dursa da aslında hakim olan yine burjuva düzenidir. Çünkü burjuvazi kendi sınıfsal çelişkilerini aşamayıp yönetememe krizi içinde bulunduğundan, güçlü bir figürün kendilerini ezme pahasına da olsa kendilerinin düzenini sürdürmesine göz yummaktadır.11 Bu nedenle tasvir edilen mevcut durum, Marx’a göre sınıf mücadeleleri tarihinde egemen sınıfın doğrudan devlete sahip olamadığı bir ilk durumu teşkil eder. Ancak Marx’a göre bu süreç politik ya da ekonomik kriz koşullarından doğduğu için olağanüstüdür ve aynı zamanda geçicidir. Sınıfsal çatışmalar yumuşayınca ya da ekonomi düzene girince burjuvazi tekrar egemenliğini eline alacaktır. Ya da işçi sınıfı buna dur deyip kendi devrimini yapacaktır.

Bütün bu bilgilerin ardından şu genel tanımlamaları yapabiliriz; Bonapartizm, ekonomik ya da politik kriz dönemlerinde farklı sınıflar arasında denge kuran bir iktidarı ifade eder. Ancak bu iktidar her ne kadar burjuvaziye rağmen tesis edilmiş olsa da yine de burjuvazi içindir. Bu egemenlik düzeni içinde burjuva sınıfı siyasetle uğraşma endişesi ve yükünden kurtulup, eski dönemde olmadığı kadar sanayi ve ticaretin gelişmesi için uğraşacaktır. Bu denge iktidarı popülist ve milliyetçi söz ve eylemlerle desteklenip, merkezi ve otoriter bir bürokratik yapı ile kuvvetlendirilmektedir.Günümüzde ise her düşünce sistemi olduğu gibi Bonapartizm de değişen koşullarla birlikte evrilmiş ve yeniden farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bugün de Bonapartizm genel olarak yukarıda belirtilen ifadelerin de yardımıyla, parlamenter rejimin krize girdiği durumlarda darbe yapan askeri vesayet rejimlerini ya da ciddi bir halk desteğini arkasına alıp güçlü, otoriter bir iktidar kuran figürlerin kurduğu düzenlere ilişkin kullanılmaktadır. Çünkü her iki versiyonda da burjuvazi ekonomik iktidarını korumak için parlamenter demokrasinin sağladığı nimetlerden geçici olarak vazgeçmeyi tercih etmektedir.
Bonapartizm ve Türkiye
Türkiye’de Kemalizm’in Bonapartizm’e benzediği yönündeki tespitler çeşitli yazarlar tarafından dile getirilmiştir. Bu tespitleri yapan yazarlardan bazıları Hasan Bülent Kahraman, Hilmi Yavuz ve Fikret Başkaya’dır. İlk ikisi köşe yazılarında çok kısaca bu konuya değinmesine rağmen, Fikret Başkaya “Paradigmanın İflası” adlı kitabında Kemalizm-Bonapartizm ilişkisini geniş bir şekilde ele almıştır. En kapsamlı inceleme Fikret Başkaya tarafından yapıldığı için bu bölümdeki tartışma onun görüşleri üzerinden anlatılacaktır. Öncelikle Fikret Başkaya Bonapartizm’i nasıl görüyor, bu konuyu ele alarak başlayalım. Başkaya’ya göre Bonapartizm bir bunalım rejimidir. Kapitalizmin yükselme ve normal gelişme dönemlerinde klasik parlamenter rejimler burjuvazinin tarihsel çıkarlarına daha uygun düşerken, bunalım dönemlerinde ise çeşitli diktatörlükler ya da duruma göre sosyal demokrasi gündeme getirilir. Bu nedenle burjuvazi işçi sınıfının yükselen mücadelesini bastırmak üzere ya da egemen sınıflar arasındaki sürtüşme patlama noktasına geldiğinde geçici olarak doğrudan siyasal yöntemlerden vazgeçer. Zaman kazanarak iktidarını sağlamlaştırmak için böyle bir yola başvurur. Başkaya’ya göre Bonapartizm de işte böyle bir bunalım durumunda sınıflar arasında özel bir dengenin var olduğu yönetim biçimidir.Bu tanımlamadan yola çıkan Başkaya Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında tamamen aynı olmasa da Bonapartizm’in orijinal bir versiyonunun hakim olduğunu ileri sürer. Orijinalliği Kemalist diktatörlüğün burjuva bir devlet yapısı içinde Bonapartlaşmış olmayıp, aksine devletin kuruluşunu Bonapartist bir şekilde gerçekleştirmesinde yatmaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de ne doğru dürüst bir burjuva sınıfı ne de doğru dürüst bir işçi sınıfı bulunmaktaydı. Bu nedenle Kemalist bürokrasi bu iki sınıf arasındaki gerilimi çözmeye yönelik geçici bir Bonapartist denge rejimi değildi. Amacı daha çok Bonapartizm’deki gibi sınıflar üstü görünüp, burjuvazinin devlet desteğiyle güçlenip ağırlığını artırmasını sağlamaktı. Ancak bunu sağlamak o kadar kolay olmadığı için Batı toplumlarına nazaran bu geçici süreç görece daha uzun sürecekti. Başkaya’ya göre bu durum, geri kalmış ülkelerde rastlanan Bonapartist yöntemlerin birçoğunda görülen ortak bir nokta olup, bu yönetimlerin klasik Batı Bonapartizmi’nden ayrıldıkları noktayı oluşturur. Bu farklılaştırmadan sonra Başkaya’nın Bonapartizm ile Kemalizm arasında tespit ettiği temel benzerliklere geçelim. İlki, Kemalist diktatörlüğün bir yandan burjuva demokratik bir anayasa ve parlamentoya dayanır gibi görünüp, öte yandan bütün bunları aşan gerektiğinde Bonaparte’ın istediği biçimi verebildiği bir şahsi rejim olması; ikincisi, bir yandan toplumsal sınıflardan bağımsız görünmesi, diğer yandan tarihsel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil ediyor olması; üçüncüsü, işçi sınıfını ezerken dönem dönem burjuvaziye de vurması, aynı zamanda her iki sınıfı da kontrol etmesi ve sonuncusu, kendi dışında bir siyasal etkinliğe izin vermemesi ve devletin bürokratik aygıtının oluşturduğu bir siyasal yapının toplumu yukarıdan aşağıya doğru ve kendi iradesiyle düzenlemesi. Başkaya, bu temel tespitleri yaptıktan sonra uygulamaları inceleyerek kendi görüşlerini güçlendirmeye çalışır. Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmadaki “Bizim halkımız çıkarları birbirinden ayrı sınıflar halinde değil, tersine varlıkları ve çalışmaları sonuçları birbirine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakika dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır, işçilerdir. Bunların hangisi ötekisine karşıt olabilir? Hepsinin birbirine muhtaç olduğunu kim inkar edebilir?” sözünü örnek gösteren Başkaya, Atatürk’ün tasvir ettiği durumun Bonapartist rejimlerde diktatörün tüm sınıfların üstünde ve sınıflar karşısında tarafsızmış izlenimi yaratmaya çalışan durumu ile örtüştüğünü iddia eder. Yine Kemalizm’in devletçilik temelli ekonomik uygulamalarının kapitalist birikimin cılızlığını ortadan kaldırmayı amaçladığını, özel sektörün gelişmesine ivme kazandırmayı istediğini, kendi burjuva sınıfını yaratmak isterken bürokratlarını burjuvalaştırdığını ve ayrıcalıklı bir konuma soktuğunu ileri sürer.18 Üst yapı alanında yapılan hukuksal ve toplumsal devrimlerin de Batı kapitalizminin gelişmesine ayak bağı olan yapı ve formları ortadan kaldırmak amacına hizmet ettiğini düşünen Başkaya, sonuçta bütün bu bahsedilen ekonomik atılımların Bonapartist rejimde kapitalizmin sağlamlaştırılması yönündeki atılan adımlarla benzeştiğini savunur. Öte yandan Başkaya, halkevlerinin kurulup yaygınlaştırmasını da Bonapartist rejimde görülen popülist hamlelere örnek olarak gösterir. Sadece baskıya dayalı bir iktidar kurulamayacağı için halk içinden yandaş bulma gereksinimi

bu tür faaliyetlerle karşılanacaktır. Aynı şekilde Atatürk’ün meclisi ortadan kaldırıp askeri bir diktatörlük kurmamasını da Bonapartizmi’ni demokratik bir görüntüyle gizlemeye yarayan popülist bir hamle olarak nitelendirir.Çünkü aslında seçimler özgür bir ortamda yapılmıyor, Meclis Atatürk tarafından istenildiği gibi şekillendiriliyordu. Başkaya’ya göre halkçılık ilkesiyle birlikte sınıflar arası çatışma değil uyumun var olduğunun ileri sürülmesi de bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü, burjuva ile işçi arasında bir çıkar uyumu bulmak söz konusu değildir. Başkaya’ya göre buradaki amaç sınıfların olmadığını vurgulayarak partilere de ihtiyaç olmadığını göstermek, dolayısıyla sınıfsız bir topluma tek partinin yeteceği izlenimini yaratmaktır. Başkaya çok partili hayata geçişi de yine Bonapartizm penceresinden analiz eder. Ona göre yukarıda Bonapartist özellikleri anlatılan Kemalist rejim, uygulanan ekonomik faaliyetler sonucu asalak burjuvazinin iyice palazlanması sonucu misyonunu tamamlamış olacaktı. Yani bürokrasinin egemenliğini sürdürdüğü olağanüstü geçici rejim, burjuvazinin temsilcisi olan Demokrat Parti’nin hüküm süreceği normal parlamenter düzene yerini bırakacaktı.
Kemalizm
Bonapartizm’i genel ve Türkiye ölçeğinde ana hatlarıyla inceledikten sonra, şu ana kadar ortaya atılan fikirleri Kemalizm bağlamında tartışmaya geçebiliriz. Kemalizm’i kabaca, CHP’nin 1935 programında tanımlandığı şekliyle altı ok olarak bilinen cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik ve inkılapçılık ilkeleri olarak ele alırsak; Bonapartizm tartışmasının daha çok Kemalizm’in halkçılık ve devletçilik ilkeleri ile alakalı olduğu görülecektir. İdeolojilerin daha çok içerdiği toplumsal, ekonomik ve felsefi görüşler üzerinden tanımlandığı düşünülürse bu iki ilke cumhuriyetçilik ilkesi ile birlikte Kemalizm’in ideolojik tonunu belirleyen ilkelerdir. Milliyetçilik, laiklik ve inkılapçılık ilkeleri ise bu açıdan bakıldığında daha çok bir siyasal duruş, konumlanış ve metodolojik yaklaşım öğelerini ifade etmektedir. Bu noktadan yola çıkarsak Kemalizm ile Bonapartizm benzerliğini tartışmadan önce halkçılık ve devletçilik ilkelerini kısaca değerlendirmekte yarar vardır. Halkçılık kavramının birçok alt bileşeni olsa da konumuz açısından ilgili olanı solidarist içeriğidir. Dayanışmacılık olarak da ifade edilebilecek bu yaklaşım Fransız sosyolojisi kaynaklı olup, toplumdaki sınıf ve çıkar çatışmalarını yadsımayı ve toplumsal uyumu arzu eden bir düşünce akımıdır.24 Ülkemizde de “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz.” ifadesinde karşılığını bulan bu yaklaşım, Avrupa’daki sınıf kavgaları yüzünden yaşanan olumsuzlukları, henüz gerçek anlamda sınıfların belirginleşmediği bir ortamda, başlamadan önlemek ister. Çünkü böylesine bir çatışma ulus olma sürecinde bir toplum için tahrip edici etkiler doğuracaktır. Bu nedenle toplum halkçılık ilkesine göre sınıf değil, meslek esaslı tanımlanır. Bunlar çiftçiler, tüccarlar, sanayiciler, işçiler, memurlar vb. gruplardır. Amaç bu grupların ortak bir hedef

altında uyumlu bir şekilde çalışarak, ülkenin içinde bulunduğu kalkınma ortamına katkı sağlamasıdır. Halkçılık ilkesiyle toplumsal yönü vurgulanan bu felsefenin ekonomik yaklaşımı da devletçilik ilkesiyle tanımlanmıştır. Milli iktisat yaklaşımının 1929 Dünya Buhranı’nın ardından yöntem değiştirmiş halini ifade eden devletçilik ilkesi de, hedeflenen kalkınmanın bir an önce gerçekleştirilebilmesi için devletin ekonomideki rolünü artırmayı amaçlar. Özel girişimcinin yapamadığı sanayi hamlesini, devlet kuruluşları öncülüğünde planlı bir şekilde gerçekleştirmeyi hedefler. Devlet burada özel sermayeyi ya da mülkiyeti kısıtlayıcı bir tutum izlemez. Aksine özel girişimi sanayi hamlesinin içine katmak için çaba gösterir. Amaç hem özel sermayenin yapamadığı büyük girişimleri ya da verimli olmadığı için girmek istemediği projeleri üstlenmek hem de liberal piyasa ekonomisinin toplumsal kaos yaratıcı olası olumsuz etkilerini törpülemektir.

İşte bu devletçilik ve halkçılık ilkelerinin olumsuzlanması da Fikret Başkaya’nın Kemalizm-Bonapartizm benzeştirmesinin temelini oluşturmaktadır. Aslında, Fikret Başkaya Türkiye’deki durumun klasik Bonapartizm’den farklı olduğunu vurgulayıp, Atatürk’ün bir sınıf çatışması ortamından sıyrılarak gelen bir figür olmadığını belirterek yerinde bir tespit yapmıştır. Fakat bu tespitine rağmen, Atatürk’ün yine de kendisini toplumda pek varlığı hissedilmeyen sınıfların üstünde görerek kapitalizmi egemen kılmaya çalıştığını öne sürerek, Atatürk’ü Bonaparte ile benzeştirmiştir. Halbuki Karl Marx kitabının önsözünde, kitabı yazmasındaki amaçlardan birinin Bonaparte’ın Sezar ile karıştırılmasını önlemek olduğunu belirtmiştir. Çünkü her iki figürde de benzer özellikler olsa da ikisi de farklı maddi koşulların geçerli olduğu ortamlarda hüküm sürmüşlerdir. Bu nedenle böyle bir benzetme yapmak ona göre hatalıdır.25 Bu mantıktan yola çıkarsak sanayi devrimini yaşamış, sınıf çatışmalarını en ileri düzeyde hisseden Fransa toplumunu yöneten Bonaparte ile halen feodal ilişkilerden kurtulamamış Türkiye toplumunu yöneten Atatürk arasında benzerlik kurmak pek uygun değildir. Benzerliğin içeriğine gelecek olursak, Atatürk’ün sınıflar üstü bir konumda bulunduğu, kendi burjuvazisini yaratmak istediği gibi tespitler gerçekçidir. Ancak Atatürk bunu yaparken yine de kapitalist sistemi egemen kılmak gibi bir amaç gütmemiştir. Atatürk modern kurum ve değerlerin işlevsel olabilmesini sağlamak amacıyla aynı zamanda ekonomik kalkınmayı da gerçekleştirmek istiyordu. Bunu yapmak için de güçlü bir orta sınıfa olan ihtiyacın bilincindeydi. Onların da yeterli olamadığı noktalarda da devlet bu işlevi üstlenecekti. Bu karma sistem de kendi deyimiyle ne sosyalizmdi ne de liberalizmdi. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdi.26 Ancak sosyalist düşünceye inanan kişilerin determinist materyalizmden kurtulamamasından dolayı, kapitalizm ile sosyalizm arasında kalan ara katmanları algılayamamaları ya da algılamak istememeleri de normaldir. Bu kişiler, bu noktada Karl Marx’ın da belirttiği devletin görece özerkliğinin bir aldatmaca olduğu inancını benimseyerek; bunun yamalı bir kapitalizm olduğunu, devletin yine de burjuvazinin hizmetinde olduğunu savunurlar. Atatürk kendi burjuvazisini yaratmaya çalışırken, bunu klasik anlamda bir sınıfsal burjuvazi olarak değil, milli iktisat anlayışı doğrultusunda girişimci rolü üstlenecek sanayici ya da tüccar yaratma arzusu ile gerçekleştirmiştir. Devlet bu kesimi desteklerken aynı zamanda işçisini de koruma altına almaktaydı. Amaç Bonaparte da olduğu gibi kişisel iktidar hırsı değil, geç uluslaşan ve modernleşen bir ülkenin ortak bir ülkü etrafında hızlı kalkınmasını sağlamaktır. Öte yandan Bonaparte’ın meclisi feshettiği ve bu durumun Bonapartizm’in en önemli özelliklerinden biri olduğu hatırlanacak olursa, Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu zamanlarında bile meclis iradesinden vazgeçmeyen, yasallıktan hiç taviz vermeyen Atatürk’ün farklılığı anlaşılacaktır. Fikret Başkaya’nın, 1930’lardan itibaren yapılan seçimlerin göstermelik olduğu ve meclisin Atatürk tarafından belirlendiği şeklindeki görüşü bir bakıma geçerli olsa da, bu olumsuzluk bağımsız milletvekili kontenjanlarının oluşturulması ve ileride Demokrat Parti’yi kuracak farklı görüşte kişilerin vekil yapılması gibi yöntemlerle giderilmeye çalışılmış, görece bir çok seslilik ortamı oluşturulmasına gayret gösterilmiştir. Amaç hiçbir şekilde sınıfsız bir toplumun, tek bir parti tarafından yönetilmesi değildir. Amaç bu olsaydı Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması girişimi denenemezdi bile. Ya da Atatürk tarafından Afet İnan’a yazdırılan ve okullarda okutulan Medeni Bilgiler kitabında çok partili modern bir demokrasinin ideali tasvir edilmezdi. Bütün bu değerlendirmelerin ardından Atatürk ile Bonaparte arasındaki benzerliklerin pek de yerinde olmadığını söyleyebiliriz. İlla bir benzetme yapılacaksa bu alanda daha çok Alman Bismarck ile bir benzetmede bulunulabilir. Çünkü Bismarck da batının diğer ülkelerine göre geç sanayileşen ve sınıf ayrımları o kadar belli olmayan Prusya’da devlet eliyle modernleşmeyi gerçekleştirmek istemiş, bunu yaparken de otoriter bir şekilde tüm sınıfların üstünde ortak iradeyi temsil etmeye çalışmıştır.27 Bu sınıfsal değerlendirme bakımdan Atatürk ile Bismarck benzeşmektedir, ancak iki liderin cumhuriyet ve monarşi gibi iki farklı düzene inanmaları bu benzeşimi de yine sınırlandırmaktadır.
Sonuç
Sonuç olarak kısaca şu değerlendirmelerde bulunmak mümkündür. 1930’lardaki uygulamalara bakıp Kemalizm’in Bonapartist olduğu yönünde tespitler yapmak çok tutarlı değildir. O dönemdeki uygulamalarda bu yönde izlenimler elde etmemize yol açan veriler olsa da aynı zamanda bu uygulamaların birçok farklılık da içermesinden dolayı tümüyle bu şekillerde adlandırılması yerinde değildir. Sosyal bilimler alanında yapılacak genellemeler ve sınıflandırmalarda daha hassas davranılmalıdır. Tabi ki genelleme yapmak için birebir aynı özelliklerin taşınması şartı aranmaz, ancak temel çıkış noktalarında ve maddi koşullarda bir farklılık varken böyle genellemeler yapmak tutarlı olmaz. Kemalizm bence bu tip benzetmelerin dışında kendine özgü bir ideolojidir, ki bu vurgu Atatürk de dahil olmak üzere o dönemde birçok kişinin söylemlerinde ifadesini bulan “biz bize benzeriz” sözünde görülebilmektedir.
