Cumhuriyet’imizin aydınlanma öncülerinden Hasan Ali Yücel bu kitabında iyi insan olmanın gereklerini anlatıyor. İnsanoğlunun birbirini acımasızca yok ettiği İkinci Dünya Savaşı’nın ardından insanlığa yol göstermek için yazılmış bir kitap. İnsanların toplum içinde ve toplumların birbirleriyle uyumlu bir şekilde yaşamasını iyi bir insan olmaya bağlıyor. Yani ona göre her şeyin başı iyi bir insan olmaktır. İyi bir insan olmanın da yazarın “insanlığın ahlak ve fazilet güneşleri” olarak adlandırdığı düşünürlerin, peygamberlerin ve bilim insanlarının oluşturduğu ahlak yasalarına uymakla mümkün olabileceği savunuluyor. Bunu savunmasının nedenini de insanoğlunun içinden geçtiği yıkımın maneviyata olan ihtiyacı arttırması olarak gösteriyor; fakat buradaki kastı sadece maneviyata önem vermek değildir. Manevi ihtiyacın bizi bilim ve teknikten uzaklaştırmaması gerektiğinin altını özellikle çizer. Bunu da şu cümlede çok güzel özetlemiştir: “İstikbalimizin emniyeti, her iki kuvvet arasında kuracağımız ahenktetir.”(s. 9). Bu kitap özelde insanımıza yazılmış olsa da içinde evrensel değerler barındırıyor ve her insana yol gösterici niteliktedir.
Kitap birinci kapı, ikinci kapı, üçüncü kapı ve dördüncü kapı şeklinde dört bölüme ayrılmış ve her bölüm kendi içinde üç alt bölüme ayrılmış. İyi bir insandan iyi bir insanlığa giden süreç bu bölümler içinde özelden genele doğru işlenmiş. Bireyden başlanarak sırasıyla çevre, millet ve insanlığa doğru gidilir. Daha iyi anlaşılması için kitabın yapısı şu şekildedir:
Giriş
Birinci Kapı:En Eski Üç Ahlakçı
- 1. Buda ve Budizm
- 2. Konfuçyüs
- 3. Sokrates
İkinci Kapı: Üç Büyük Din ve Üç Büyük Peygamber
- 1. Hz. Musa ve Musevilik
- 2. Hz. İsa ve Hıristiyanlık
- 3. Hz. Muhammed ve Müslümanlık
Üçüncü Kapı:Tek İnsan ve Üç Çevre
- 1. Aile
- 2. Okul
- 3. Meslek
Dördüncü Kapı:Topluluklar ve Toplulukların Birliği
- 1. Millet
- 2.Devlet
- 3. İnsanlık ve Tek Dünya
Çıkış
Bu yapı Hacı Bektaş-ı Veli’nin dört kapı kırk makam öğretisini andırıyor. Bu da Hasan Ali Yücel’in Anadolu’nun kültür ve düşünce yapısından etkilendiğinin bir kanıtı gibidir; fakat onun düşünce yapısı Anadolu ile sınırlı değildir. Belli bir sistematiğe göre yazılması, tanımlar üzerinde durması, kesin yargıların ve kabullerin olması bakımından Aristoteles’in kitaplarını da anımsatıyor. Yararlandığı şahsiyetler bu ikisiyle de sınırlı değil elbette. Kitap okunurken bu çok net görülebilir. Kendi düşüncelerini desteklemek için kitabın hemen her yerinde özlü sözlere, ayetlere, hadislere, hikayelere yer veriyor. Bunun yanı sıra fikirlerinin doğruluğunu kanıtlar nitelikte istatistiki veriler sunuyor. Böylece, başta da belirttiğim gibi, kendisinin savunduğu maneviyat ve akıl arasındaki ahengi kendince kurmuş oluyor. Kitabın geneline insanlığın içinden geçtiği tarihi olaylardan ders çıkarmış fikirler hakim. Ders çıkarılan bu olaylardan en büyüğü şüphesiz İkinci Dünya Savaşı’dır. Savaşı takip eden ve iki kutuplu bir dünyanın olduğu yıllarda yazılmış olmasının da nedeni budur. Yazar savaş karşıtı, uzlaşmacı, hoşgörülü, birleştirici bu fikirleri kitap boyunca okuyucuya aktarmayı hedeflemiş.
Birinci kapıda en eski üç ahlakçı olan Buda, Konfuçyüs, Sokrates ele alınır. Bu düşünürlerin hayatları, fikirleri ve öğretileri özetlenir. Üçünün de neredeyse aynı tarihlerde ve farklı medeniyetlerde(Hint, Çin, Yunan) yaşadığının ve öğretilerinin benzerliklerinin altı özellikle çizilmiştir. Bunun nedeni hepsinin birbirinden habersiz olmasına rağmen ahlak kurallarının değişmezliğini göstermek istemesi. Onların fikirlerini öğrenmekle “Olgun Adam” anlayışını tanıyacağımız savunuluyor. Böylece iyi bir insan olma yolunda ilk adım atılmış oluyor. Üç düşünürün öğretileri tıpatıp aynı olmasa da aynı temel üstüne kurulu. Mesela hepsindeki ortak nokta bilgisizliğin sorunların kaynağı olduğu düşüncesi. Ahlak kuralları da neredeyse aynı: öldürmemek, çalmamak, yalan söylememek, adaletli olmak vb. İnsanoğlunun içinde bulunduğu topluma düzen vermesi bu kurallar sayesinde mümkün olmuştur. Bunlardan söz edilmesi yazarın bu kuralların geçerliliğine hala inandığını gösteriyor ve onlara uymamız gerektiği açıkça söylenmemiş olsa bile anlatılması bu sebepledir.
İkinci kapıda üç büyük din olan Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık ile bu dinlerin tamsilcileri olan üç büyük peygamber Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed anlatılıyor. İkinci bölümde de ilk bölümdeki gibi ahlak kurallarına değiniliyor. İyi bir insan olmadaki ikinci adım da budur. Dinler itikadi olarak değil, ahlak özelinde inceleniyor. Semavi dinleri anlamanın günümüzün dünyasını anlamamız için elzem olduğu görüşünde. Üç dinin tarihi ve peygamberlerin hayatları kısaca ele alınıyor. Bunlardan insanlık için dersler çıkarılıyor. Tam da burada Hasan Ali Yücel insanlara bir eleştiride bulunmakta. Ona göre peygamberlerin öğretileri insanlar tarafından anlaşılmamış ve uygulanmamıştır. Hz. İsa’nın fikirlerinin anlatıldığı bir bölümde yazar şunları not eder: “Bu dört satır içine sığan fikirler, o devirde yaşayan insanların kafasına ve kalbine sığmadı.”(s. 81). Aslında günümüzde ve geçmişte din adına akıtılan kan düşünüldüğünde hiç de haksız sayılmaz. Barışı, kardeşliği, iyiliği, sevgiyi öğütleyen bu öğretilerin nasıl bu hale evrildiği de bir başka konudur. İslamiyete, bizi ve kültürümüzü daha fazla ilgilendirdiğinden, geniş bir yer ayrılmış. Bu bölümde günümüzde de süren tartışmalara cevaplar vardır. Her şeyden önce İslamiyet’in bütün insanlığa gönderildiği belirtiliyor. Bunun üzerinden dinin anadilde öğrenilmesi meselesine değinilir ve Müslümanlığın Araplık haline getirilmesi eleştirilir. Günümüzde de aynı tartışmaların sürmesi bu kitabın işlediği fikirlerin önemini kanıtlamaktadır.
Çeşitli felsefik öğreti ve dinlerin incelenmesinin ardından üçüncü bölümde bireyden çevreye geçiliyor. Artık bireyin alması gereken nitelikler ve uyması gereken kurallar belirlenmiş ve daha büyük topluluklara sırasıyla geçiş yapılıyor. Üçüncü bölümde bireyin aile, okul ve meslek çevresindeki hayatı, buradaki bireylerin birbiriyle ilişkisi ve bu çevrelerin daha büyük topluluklara etkisi konu ediniliyor. Çevrenin, bireyin yaşam tarzı ve düşünceleri üzerindeki etkisi büyüktür. Bundan dolayı bu konu, üzerinde durulması gereken bir konudur. Bölümün başında sorulan “Fert mi topluluk içindir; yoksa topluluk mu fert içindir?” sorusu önemlidir. Yani kural koyarken bireyi mi toplumu mu önde tutmamız gerekiyor? Kuralları bireyin hakkını çiğnemeden ve toplumun düzenini bozmadan dengeli bir biçimde belirlememiz gerektiği ileriki sayfalarda anlatılıyor. İnsan sosyal bir varlıktır, çevresinden bağımsız yaşayamaz ve bireyler hep birbirine ihtiyaç duyar. Aile de bu ihtiyaçtan doğmuştur yazara göre ve ailede fertler arasındaki bağların güçlü olması toplumun yararınadır. Aileden sonra okul gelir. Toplumun bir arada yaşamasının olmazsa olmazlarından biri eğitimdir. “İnsanları toplu surette yaşatan ve yeni yeni hamlelere çeken şeyler, gayeler, imanlar, emeller, müşterek bir anlayışın eseri olan bilgilerdir.”(s. 144). Bu cümle, eğitimin toplum için önemini çok güzel anlatıyor. İnsanlar bilgi ve tecrübelerini eğitim ile yeni nesillere aktarır. Tabii ki eğitimin kalitesi de önemlidir. Nitelikli insan yetiştirmenin yetiştirenlerin nitelikli olmasıyla mümkün olabileceği önemle anlatılıyor. Hasan Ali Yücel eğitimi ikiye ayırıyor: totaliter terbiye ve demokratik terbiye. Totaliter terbiye özgürlük barındırmaz ve tek tip insan yetiştirme amacındadır. Demokratik terbiyede ise bireyler özgürdür ve amaç iyi insan yetiştirmektir. Bizde olması gereken ise ikinci tip eğitimdir. Bunun dışında eğitimde birlik somut örnekler verilerek savunuluyor. Osmanlı Devleti’nde eğitimde birliğin olmamasından dolayı derin fikir ayrılıkları ve anlaşmazlıklar doğmuştur. Ayrı okullarda, ayrı kaynaklardan, ayrı görüşlerle terbiye alan insanların birbiriyle anlaşabilmesi de pek mümkün değildir zaten. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun önemini de bu örnek anlatıyor. Aile ve okuldan sonra sırada meslek geliyor. İnsanların birbirlerine muhtaç olduklarını daha önce söylemiştik. İşbirliği olmadan toplulukların bir arada yaşaması düşünülemez. Meslek de bu işbirliğinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Her birey toplumdaki görevini mesleği aracılığıyla yerine getirir. Aile, okul ve meslek çevresinin toplum için önemi de böylece anlatılmış olur.
Birey ve yakın çevresi incelendikten sonra daha büyük topluluklara geçilir. Dördüncü bölümün konusu da budur. Burada şu sorunun cevabı aranıyor: “Topluluk hayatı mı ilerliyor, dağınık hayata doğru mu gidiliyor?”(s. 171). İstatistiki veriler gösteriyor ki insan nüfusu giderek artmakta. Bu artmayla birlikte daha büyük topluluklar kuruluyor ve bu topluluklar da daralan yaşam alanları sebebiyle birbirlerine daha fazla yaklaşıyor. Daha büyük toplulukların kurulması ve bu toplulukların daha fazla etkileşim içinde olması yukarıdaki sorunun cevabını veriyor. Yazarın cevabı “Tek Dünya” yolunda olduğumuz yönünde. Büyük bir milletler ve devletler bütünü oluşacaktır diyor. Peki bu büyük topluluklar hangi temel üzerine kuruluyor? Yani bu toplulukları oluşturan şey coğrafya mı, din mi, dil mi, ırk mı? Asya kıtasını tek bir topluluk altında birleştirmek pek mümkün olmadığına göre bu temel coğrafya değildir. Din birlikleri de bilindiği gibi 20. yüzyılda gücünü yitirmiştir. Arap dünyasının dili ve ırkı ortak olduğu halde hepsini tek bir çatı altında toplamak da neredeyse imkansızdır. Karşı örneklerden sonra bu temelin milliyet duygusu olduğu belirtilir ve onu incelemeye geçilir. Ziya Gökalp’in millet tanımıyla başlanıyor. “Millet lisanca, dince, ahlakça, bediiyatça müşterek olan, terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bir zümredir. Milliyette şecere aranmaz. Yalnız terbiyenin ve idealin milli olması aranır.”(s. 177). Yani toplulukların millet olabilmesi için menfaatlerinin, ülkülerinin ortak olması gerekiyor. Milliyet kavramının iyi anlaşılması topluluk içindeki huzurun sağlanması açısından önemlidir. Bundan dolayı bu kavram üstünde bir hayli durulmuştur. Düşünceleri destekleyen somut örnekler, sayısal veriler, tarihi olaylar bu bölüm boyunca tartışılıyor. Eskiden günümüze sırasıyla kavim, ümmet ve millet toplulukları kuruluyor. Her topluluk anlayışı kendi döneminin dinamiklerine ve düşünce yapısına uygundur. Milliyet bilincinin oluşması için insanların derin bir çaba sarf etmesi gerektiği savunuluyor. Buna göre milli toplumlar ileri düzeydeki kültür seviyesinde oluşur. Buradan da milli toplulukların daha medeni olduğu sonucu çıkar. Bu kapının ikinci konusu da devlettir. Yazar milleti sosyal bir gerçeklik olarak, devleti de hukuki ve siyasal bir gerçeklik olarak tanımlar. Devletin doğabilmesi için bazı unsurların var olması gerekiyor. Bunlar millet, ülke, istiklal ve siyasi organizmadır. Milletin bağımsız sınırlar içinde oluşturduğu siyasi bir organizmadır devlet. Kurulan bu devlet düzeni insanların bir arada yaşamasını sağlayan bir düzendir. Devlet düzeni de insanlığın içinden geçtiği tarihi olaylarla zaman içinde değişime uğramıştır. Bu olayların en önemlilerinden Amerikan Bağımsızlığı ve Fransız İhtilali bu bölüm içinde epey yer kaplar. Aslında buraya kadar anlatılan her şey son bölüm için bir hazırlık aşaması gibidir. Son bölüm tek dünya konusuyla ilgilidir. Bireyden çevreye, çevreden millete, oradan da devlete vardık. Günümüz dünyasında devlet, varılacak son aşama değildir. İnsanlığın “Tek Dünya”ya doğru evrildiğini belitmiştik. “Kıtalar ve okyanuslar, havadan bakılınca görülür ki, bir bütünün parçalarından ibarettir.”(s. 221). Bölümün başında yer alan William Wilkie Collins’in bu sözü her şeyi özetliyor. Bu, medeniyetin son aşamasıdır. Artık kendimizi ve toplulukları buna adapte etmemiz gerektiği anlatılıyor bu bölümde. Dünya savaşları, Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bu bölümdeki ana başlıklardır. Tek Dünya kurulurken bireyselliği yok saymamamız gerektiğinin de altı çiziliyor, çünkü birey olmadan toplum olmaz deniyor.
Çıkış kısmı kitabın özeti gibi yazılmış. Buradaki bir kısım, kendi cümlelerimle anlatamayağım kadar mükemmel kaleme alındığı için aynen yazmak istedim: “Saadet, hayatını başkalarının hayatıyla muvazeneleyen, kendi yaşamasını başkalarını yaşatmakla ahenkli kılan fertlerden mürekkep bir toplulukta aranabilir. Ahlak, bu muvazene ve ahenkten doğar. Fazilet, başkalarını en aşağı kendi kadar düşünebilmektir.”(250-251). Medeniyetin son aşaması denilen, işte bu düşünce şeklidir. Dünyadaki huzura, barışa, mutluluğa varmanın anahtarını böylece insanlığa vermiş oluyor.
Bütün bu anlatılanlardan çıkarılacak sonuç çok basittir: Artık evrensel düşünmeliyiz. Kendimiz için istediğimiz güzel şeyleri bütün insanlık için istemedikçe birlikte huzurlu yaşamayı başaramayacağız. Maneviyata bugün hiç olmadığı kadar ihtiyaç vardır. Özellikle dolara tapanların, bir damla petrol için oluk oluk kan akıtanların, yaşama amacı hep daha fazlasını elde etmek olanların, aklın ve bilimin nimetlerinden faydalanmamakta ısrar edenlerin, kendi çıkarları için insanlığın geri kalanını yok sayan emperyal zihniyetlerin hüküm sürdüğü bu zamanda. Toplum Sözleşmesi kitabında J.J. Rousseau şöyle der: “İnsanlara kurallar koymak için tanrılar gerek.” Bu söz, “İyi Vatandaş İyi İnsan” okunduktan sonra daha fazla anlam kazanacaktır. İnsanların bir arada yaşaması için tanrılara, yasalara, toplumsal ahlak kurallarına ihtiyaç duyuyoruz. Halbuki kanımca ihtiyacımız olan tek şey vicdandır. Bu kitap, insanların vicdanına akılcı yollarla seslenen ve iyi insan olma yolundaki her ferdin okuması ve uygulaması gereken bir kitaptır.
Şenol Sürmeli
Yücel, Hasan Ali. (2011). İyi Vatandaş İyi İnsan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
