düşün: Türkiye’ye romanlarınızla ciddi katkılarda bulunan önemli yazarlardansınız. Tarihteki önemli aydın kişilikleri, tarihsel olayları, kurgu ve anıyı birbiriyle harmanlayarak anlatan birçok kitap yazdınız. Tarih romancılığı yapmaya nasıl başladınız?
Yazdıklarımla bir mesaj iletmek bir tarihçi olarak benim en önemli amacım. Osmanlı Devleti’ni ele aldığım zaman, Osmanlı dönemindeki düzensizlikleri ortaya çıkarıyor, insan haklarının ve demokratik hakların olmamasını, Mithat Paşa’nın nasıl öldürüldüğünü, III. Selim’in ne gibi baskılar altında kaldığını anlatıyorum. Her romanımın ileriye dönük, devrimci bir mesaj içermesine önem veriyorum. Okuma toplantılarında temas ettiğim öğrenci ve öğretmenlerin bana her yerde ‘bize tarihi sevdirdin’ demelerine, romanlarımla anlatmak istediğim mesajın yerine ulaşmış olmasına çok mutlu oluyorum.
düşün: Tarih romancılığı yapmadan önce bir gazetecilik geçmişiniz
var. Bu sürede iletişim alanında yaptığınız çalışmalardan bahsedebilir misiniz?
Gazetecilik yaptığım sürede röportaj, dış politika ve sosyal siyasal konularla ilgilendim. Fransa’da UNESCO’da yirmi beş yıl boyunca gazetecilik eğitiminden sorumluydum, özgür iletişim ve düşünce özgürlüğü konularında çalıştım. UNESCO’daki görevim süresince Afrika, Latin Amerika, Arap ve Asya ülkelerinde yeni iletişim araçlarının geliştirilmesi için eğitim semineri düzenledik, bazı yerlerde gazetecilik okullarının açılmasına yardım ettik, basın ahlakı üzerine çalışmalar yaptık. Amacı barışa hizmet etmek olan mesleksel örgütler arası işbirliğini geliştirmeye , iletişim yoluyla savaşlara karşı barışı sağlamaya çalıştık. Tek yönlü habercilik anlayışından
farklı olarak, düşünceler paylaşılarak anlaşmaya varıldığı için iletişimin çok yönlü ve daha demokratik olduğunu savunduk. Eski sistemde Associated Press, IFB, Reuter, International Press Use, Tass gibi tek yönlü haber ajansları, haberlerin Paris’ten, Londra’dan, New York’tan dağıtılıp empoze edilmesine hizmet ediyordu. Biz, her toplum kendi düşüncesini ve eğilimlerini açıklayabilsin, bu alanda karşılıklı bir mekanizma işlesin diye, her ülkenin kendi haberini hazırlamasını, haberler basın alanında tekelleşmiş ülkelerin süzgecinden geçmeden, ülkelerin kendi aralarında haberleşmelerini savunduk. Amerika’nın ve İngiltere’nin emperyalist tekellerine karşı çıkmak üzere yeni ülkeleri destekleyerek, bu ülkelerde toplantılar yaparak, uzmanlar aracılığıyla düşüncelerini geliştirmelerine yardım ederek, haber ajansları arasında işbirliği sağlayarak yaptığımız çalışmalar sonucunda 70’li yıllarda tekellerin yıkılması UNESCO’ya karşı büyük bir tepki oluşturdu. İçinde Sovyetler, Amerika, İngiltere, Fransa ve Afrika’nın bulunduğu, Nobel ödülü almış olan İrlanda dış işleri bakanı Mc Bride’ı başkanı seçtiğimiz uluslar arası Mc Bride Komisyonu’nu kurduk. Komisyonun emperyalist sisteme ve tekelciliğe karşı bir haber dolaşımı sağlama ve medyanın geliştirilmesi düşüncesiyle oluşturduğu “Özgür Haber Dolaşımı” raporu tekelci güçler tarafında müthiş bir tepki yarattı ve UNESCO’nun özgürlüğe karşı çıktığı söylendi. Amerika ve İngiltere UNESCO’dan istifa ederek yirmi sene UNESCO’nun dışında kaldı. Bütün bu gazetecilik eğitimiyle, basın, iletişim ve kültür politikalarıyla yaptıklarımız demokrasi, barış ve uluslar arası anlayışı sağlamak için verdiğimiz savaşın olumlu olduğunu gösterdi.
düşün: Basında özgür düşünce ortamının oluşması ve gelişmesi için
çalıştınız. “Özgürlüğe Kurşun” adlı eserinizde bahsettiğiniz, 1939 yılından
itibaren başlayan ve günümüze kadar süre gelen, gazeteci ve aydın katliamları
hakkında; Sabahattin Ali, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Muammer
Aksoy gibi toplumda kanaat önderi, gündemi belirleyen, insanlara yol göstermeye
çalışan gazeteci ve akademisyenlerin faillerinin hala meçhul olmasını, gerçek
suçluların bulunup cezalandırılmamasını ve hükümetlerin bu konudaki
politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim Özgürlüğe Kurşun kitabımda ele aldığım öldürülen gazeteciler Hasan Fehmi, Samim ve Zeki tesadüfen, o dönemde batıya açık bir okul olan ve içinde daha aydın insanların yetiştiği Galatasaray’dan mezundurlar. Bu aydınlar daha demokratik bir rejim, daha fazla düşünce özgürlüğü istedikleri ve İttihatçılar’a muhalefet ettikleri için o zamanlarda olmayan derin devlet yerine İttihatçılar’ın komiteleri aracılığıyla öldürülüyorlar; Hasan Fehmi köprü üstünde öldürülüyor, Samim vuruluyor. İttihatçılar’ın birtakım örgütler kuran kanadı Şükrü Bey, Zeki Bey’in Bakırköy’de öldürülmesinde Çerkez Ahmet’i tetikçi olarak tutuyor ve Çerkez Ahmet, Zeki Bey davasında mahkum olup beraat ettikten sonra Ermeni Tehcirinde; İstanbul’da bazı ünlü, lider olacak durumdaki Ermenilerin Anadolu’dan Suriye’ye götürülmesinde Şükrü Bey tarafından kullanılıyor.. Cemal Paşa, Enver Paşa,Talat Paşa üçlüsünün Talat Paşa’sı, yedi Ermeni gazeteciyi yolda öldüren Çerkez Ahmet’in idamının istendiği hakkında fikri sorulunca itiraz etmiyor ayrıca Suriye’de ordu komandonu olan vali Cemal Paşa Çerkez Ahmet’in Ermenileri öldürdüğünü biliyor ve bu yüzden Çerkez Ahmet’i öldürmesi bilinen bir olay değildir. Cumhuriyet döneminde ise, Atatürk zamanında öldürülen gazetecinin olmamasının yanı sıra İnönü döneminde öldürülen Sabahattin Ali’yi Başın Öne Eğilmesin kitabımda anlattım. Sabahattin emperyalizme, dikta rejimine, baskıya, her türlü sömürüye, gericiliğe, şeriata, kadınların ezilmesine karşı olan, insan haklarını savunan, yalnız işçi sınıfını değil ezilen bütün halk kitlelerini, memuru, dar gelirliyi, köylüyü, esnafı korumaya çalışan ve bunu hayatıyla ödeyen bir aydındı. Öldürülmesi katiyen bir devlet kararı değil aksine kişisel kindendi. Ajan Ali Ertekin Sabahattin’i emniyete götürüyor hangi örgütle çalışıyorsun diye sorguluyorlar ve düşünce olarak marksist olmasına rağmen Komünist Parti üyesi olmayan, kimseden emir almayı sevmeyen, bir disiplin altında çalışmayı kendine yediremeyen, özgür hareket eden Sabahattin bir iki polis şefi tarafından işkence sırasında öldürülüyor. Fakat devlet katillere sahip çıkıyor, ne 1948 Halk Partisi dönemindeki Nihat Erim ne de Demokrat Parti iktidara geldiğinde Menderes ve Samet Ağaoğlu Sabahattin’in nasıl öldürüldüğünü bilseler de üstünde durmuyorlar, katillere sahip çıkıyorlar. Bunlardan sonra 27 Mayıs 1960’da gelen Milli Birlik Komitesi, Adalet Partisi, AKP de bu konuyu ele almıyor. Kısacası 1948’den bu yana bütün hükümetler, bütün partiler ve rejimler, çok sevdiğim arkadaşlarım Uğur Mumcu, Taner Kışlalı ve Abdi İpekçi’nin öldürülmelerinde de olduğu gibi katillere sahip çıktılar. Tutucular düzeni sağlamak için susuyorlar, olayların üstüne gitmiyorlar; örneğin bir bakan “Bir duvardan bir tuğla çekersen duvar yıkılır.” diyor. Susurluk olayına kadar aynı zincirde devam eden ve emperyalist duvarın yıkılmasını istemeyen bu korkunç sistemde emperyalistler ile içerideki işbirlikçilerin aralarında imzalanmış bir sözleşmeleri olmasa da aralarındaki zımni anlaşmaya göre ortak programlarını bozmamaya ve bu duvarı yıkmamaya çalışıyorlar.
düşün: Sizin ‘savaş yıllarında kültür devrimi’ olarak adlandırdığınız
köy enstitülerini anlatan Tarcan isimli kitabınızda da Sabahattin Ali’den bir
vurgu var. Öğrenciler Sabahattin Ali’den Nazım Hikmet şiirlerini okumasını
istiyorlar ve orada bir örgütlenme söz konusu değilken bu bile bir dedikodunun
çıkmasına sebep oluyor. Sabahattin Ali’nin komünizm aşıladığı, enstitülerin
komünizm propagandası yaptığı söyleniyor ve enstitüler çok fazla baskı görüyor.
O dönemlerde köy enstitülerinin yerini nasıl buluyorsunuz?
Atatürk zamanında Necati Bey, Vasıfçılar, Reşid Galip köy enstitülerine benzer çalışmalar yapıyorlar sonrasında Hasan Ali Yücel köy enstitülerini geliştirmeye çalışıyor. Köy enstitüleri cumhuriyetin, halk partisinin, devletin, kemalizmin kültür politikasına gayet uygun bir uygulama; çalışarak, üreterek, köyü aydınlatarak dünyaya örnek olan, dünya eğitim tarihinde eşi benzeri olmayan birtakım kurumların yaratılması, yalnız akademik olarak öğretmek değil öğrenilenlerin uygulanarak pekiştirilmesi, öğrencilerin kendi masraflarını çıkarmaları, ekim, hayvancılık, balıkçılık, duvar yapmaları UNESCO toplantılarına da zaman zaman örnek gösterilen, çok başarılı müthiş bir çalışma olarak görülüyor. Komünist propagandası katiyen söz konusu değildi, okullar çalıştığı zaman öğretmenler komünist propaganda yapıyor diye açılan bir dava, mahkemelere intikal eden, savcıların el koyduğu olaylar yoktu, ama ideolojik saldırılar vardı ki bazı insanlar bundan zarar gördüler. Örneğin Sabahattin Ali, Hasan Ali gibi aydınlar komünist olarak adlandırılıyordu. Hasan Ali benim çok sevdiğim, hayran olduğum, komünizmle alakası olmayan, kültür olarak din kültüründen gelen, Osmanlı kültürüne, Bektaşilik ve Mevlevilik’e meraklı, mistik havası olan, hoşgörülü bir aydındı. 1945’te Paris’e geldiğinde UNESCO’nun kuruluşu için Londra’da yapılan toplantıya katılan ve 27 Mayıs’tan sonra Milli Eğitim Bakanı olmayı bekleyen Hasan Ali, bakan da UNESCO Milli Komisyon Başkanı da olmadı ancak Milli Komisyon temsilcisi Tevfik Salim Paşa ve Milli Komisyon Başkanı Bedrettin Tuncel’in de bulunduğu delegasyonda UNESCO’ya gönderildi. Yıllar sonra ilk defa UNESCO toplantısında birlikte bulunduğumuz bir gün toplantıda Hasan Ali’ye “Sizin burada görmek istediğiniz arkadaşlarınız, tanıdıklarınız yok mu?” diye sordum. Kimler var demesi üzerine Abidin Dino, Avni Arbaş, Pertev Boratav’ın orada olduğunu söyledim. “Hepsini görmek isterim ama başkalarına haber verme” dedi. Bunun üzerine Hasan Ali’yi bizim eve çağırdım, ardından Pertev geldi. Pertev bordo bir kravat takmıştı, Hasan Ali “Pertev, sizin bu kırmızı kravatınız yüzünden başıma neler geldi” diyerek takıldı. Pertev de “Bakın beyefendi sizin kravatınızda kırmızı noktalar var, ben çaktırıyor muyum” dedi. Pertev Boratav ve Zekeriya Sertel ne komünistti ne marksistti, ılımlı sosyalisttiler. Zekeriya Bey eşinin kurbanı oldu, Sabiha Hanım’ın yüzünden o hallere düştü. Pertev de Sabahattin de proleterya diktatörlüğünden yana değillerdi, demokrasi yanlısı insanlardı. Zaten Türkiye’de eskiden her türlü marksist, her türlü sol, sosyal demokrat ideolojileri, devletçiliği benimseyen insan komünist oluyordu, bu yüzden o zaman hepsi Moskova ajanı olarak ünlendi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın Ortadoğu üzerine etkileri muazzamdı ve sol eğilimleri baltalamak için hepsinin Moskova ajanı olduğu öne sürülüp insanlar tutuklanıyordu. Böyle bir ortamda köy enstitüleri dünya çapında örnek gösteriliyor ve müthiş bir başarıya sahip; öyle ki köylü çocuğu, öğrenci aydınlanmaya başlıyor, okuyor, üretirken genel kültür sahibi oluyor. Ben köy enstitülerinin dışındaydım, ne köy enstitüsü gördüm ne ziyaret ettim ama, bu enstitülerden yetişmiş nice aydın; Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Adnan Binyazar, Osman Şahin, Mehmet Başaran benim arkadaşlarım oldu, köy enstitüsü öğretmenlerinden Mualla Hanım’ı, Bedri Rahmi’yi, Sabahattin’i, Pertev Naili Boratav’ı tanıdım. Bu münasebetle köy enstitülerinden sorumlu olmaya başladım, yeni kuşak köy enstitülerinin çağırdığı toplantılara İzmir’de ve Mersin’de, yirmi sene önce İstanbul’da Lütfi Kırdar Salonu’nda Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Mehmet Başaran, Bahattin Fırtına ile beraber konuştuğum bir toplantıya katıldım. Köy enstitüleri Türkiye’yi sarstı, köylünün kendi kendini kalkındırabileceğini kanıtladı ve toprak ağaları bundan ürktüler. Enstitüler kapatıldığından beri ,orada yetişenler, hala bir savaş veriyorlar. Bugün enstitüler tekrar kurulamaz çünkü bugünün teknolojik gelişmeleri ve nüfusun köy ve kentlerdeki dağılımı eskiye kıyasla çok değişti. Ayrıca nüfusun köydeki oranı eskisi gibi yüzde 70-80 değil, bugün yüzde 20 civara indi; kent kesimlerinde gerici güçlerin etkisi altında kalan büyük bir köylü topluluğu var. Bugün köy enstitüleri kalsaydı laiklik sarsılmazdı, köylü kalkınırdı, aydınlanırdı.
düşün: Köy enstitülerinin UNESCO toplantılarında örnek
gösterildiğinden bahsettiniz. Sizin yurt dışında bulunduğunuz süre zarfında,
Türkiye Atatürk dönemi ve sonrasında nasıl bir izlenime sahipti?
1952’de yüksek lisans ve doktora için Paris’e gittikten sonra 1959’dan itibaren yirmi beş sene UNESCO’da çalıştığım sürede yalnız Fransa’dan değil, düzenlediğim toplantılara bütün ülkelerden insanların katılması sebebiyle dünyanın her tarafından çeşitli insanlarla beraber oluyordum. Benim çevremdeki insanların hepsi, gerici, tutucu bir İslam toplumu batı uygarlığını seçerek çağdaşlaşma yolunda bir dönüşüm geçiren Türkiye’ye çok olumlu bakıyordu. Kemal Atatürk’e herkesin hayranlığı vardı; gittiğim yerlerde, Afrika’da Türkiye deyince akıllarına Atatürk geliyordu, “Sen bizim Atatürk’ümüzsün, madem ki Türksün, onun için Atatürk olur” diyorlardı, bu şekilde birbirine karıştırıyorlardı. Kuzey Afrika ülkelerinde; Tunus’ta, Cezayir’de, Fas’ta müthiş bir Atatürk hayranlığı vardı, Türk deyince hayranlıkla ve saygıyla “Aaa Atatürk” diyorlardı. Yalnız Atatürk döneminde değil ondan sonra da Türkiye’yi batılı ülkelerin arasında sayıyorlardı. Yabancı ülkelerle altmış senelik temasım olduğu süre boyunca hiçkimse bana ve Türkiye’ye gerici gözüyle bakmıyordu aksine Türkiye’yi bir Avrupalı ülke olarak görüyorlardı.
düşün: En son Nazım Hikmet’i anlattığınız “Hava Kurşun Gibi Ağır”
romanını yazdınız. Nazım Hikmet’in ayrılığı ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’
olarak tanımladığı şiirin ses kaydının sizin arşivinizden çıktığı, sonra
yayınlandığı söylendi.
Nazım ile Paris’te beraberken sesini kaydetmek istediğimi söyledim. Nazım otele gel dedikten sonra yanıma bir ses alma makinesi alarak otele gittim. Bir saate yakın “Havana Röportajı” ve ‘Saçları Saman Sarı’ şiirlerini okudu, Havana’dan yeni döndüğü için orada yaşadıklarını anlattı. Geçen sene Mehmet Aksoy’un yaptığı Nazım heykelini Havana’ya götürdüğümüz grupta Nazım’ı tanımış olan bir ben vardım, Sabahattin’i tanıyan insanlardan da sağ kalan beş kişi arasındayımdır. Çok geniş bir lider, aydın ve seçkin kitlesiyle konuşma mutluluğuna eriştim; Sabahattin’le, Nazım’la arkadaşlık ettim, Atatürk’le, İnönü’yle, Menderes’le, Celal Bayar’la konuştum, Trikopis’le röportaj yaptım. 1927’de on dört yaşındayken, yazları Kartal’a gelirdik. Bir gün Atatürk Ankara’dan İstanbul’a gelecekti, Kartal kaymakamı Bahir Öztrak ile beraber şehrin gençlik bandosu eşliğinde Pendik’te tren istasyonuna gittik, orada Atatürk’le el sıkışma mutluluğunu yaşadım. Atatürk’ü Haydarpaşa’da, Kral Edward geldiğinde Moda’da, İran şahı geldiğinde Maltepe’de, onuncu yılda tribünde, Ortaköy’de Galatasaray’da okurken Atatürk motorla okulun önünden geçerken de gördüm. Çocukluğumdan beri bütün aile Atatürkçü idik, babam Atatürk’ün emrinde çalışmıştı, ailemde Atatürk’ün yakını olan, onun sofrasında bulunan birkaç milletvekili; Süreyya Yiğit eniştem, Profesör Vasfi Reşit eniştem ve Atatürk’ün yakın arkadaşı olan bir dayım vardı. Ben okuma yazma bilmeden evvel Tevfik Fikret’in bazı şiirlerini ezbere bilirdim, daha sonra Faruk Nafiz’i, Yahya Kemal’i öğrendim ama Nazım’ı öğrendikten sonra yıllarca onun hayranı olarak kaldım.
düşün: Bize zaman ayırdığınız, sorularımızı cevaplandırdığınız ve
anılarınızı paylaştığınız için teşekkür ederiz.