GEZİ DİRENİŞİ

tarafından
746
GEZİ DİRENİŞİ

* Ece YÜCE | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu

Giriş

Mayıs ayının sonunda başlayan ve haziran ayı boyunca devam eden Gezi Direnişi Türkiye’de bir dönüm noktası olmuş ve aynı zamanda gelecekteki büyük değişimlerin de habercisi olmuştur. Başlangıçta herkes sadece ağaçlar için meydana çıkmış, fakat sonrasında bu küçük eylem daha özgür ve demokratik bir Türkiye talebinin dile getirildiği toplumsal bir eylem haline gelmiştir. Direniş sırasında iktidar ve polis baskı uyguladıkça halk direnmiş ve Türkiye tarihinde eşi benzeri olmayan bir halk hareketine imza atılmıştır. Bu yazının ilk bölümünde genel olarak Gezi Direnişi boyunca yaşananlara değinilecek, diğer bölümlerinde ise sırasıyla direniş esnasında uygulanan polis şiddeti, Başbakan’ın direnişe karşı tavrı ve direniş boyunca medyanın durumu anlatılmaya çalışılacaktır.

Gezi Parkı’nda neler olduğunu anlatmadan önce eylemlerin başlamasında ilk adım olan Taksim Yayalaştırma Projesi’ne ve beraberinde Topçu Kışlası’nın yapılmasıyla ilgili uygulamalara değinmekte fayda görmekteyiz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Taksim Meydanı’nı Yayalaştırma Projesi ve bu projenin kapsamında meydanın yanında bulunan Gezi Parkı yerine Topçu Kışlası’nın yeniden inşa edilmesi yönündeki talepleri Gezi Direnişi’ni tetikleyen ilk adım olmuştur. Yayalaştırma     projesi     meydandaki trafiği yeraltına indirerek meydanın kullanımını bütünüyle yayalara açma amacını taşımaktadır ve çalışmalarına 31 Ekim 2012 tarihinde başlanmıştır. 1780 yılında Osmanlı Padişahı I. Abdülhamit tarafından yapılan ve 1940 yılında yıkılan Topçu Kışlası’nın Gezi Parkı’nın bulunduğu alana tekrardan yapılması fikri ise özellikle iktidar tarafından son dönemlerde sıklıkla dile getirilen bir proje olmuştur. Gezi Parkı’ndaki birçok ağacın kesilmesine sebep olacak ve neredeyse Taksim’deki tek yeşil alan olan Gezi Parkı’nı ortadan kaldıracak bu projenin yapım kararı İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından 16 Eylül 2011 tarihinde alınmıştır. Fakat 17 Ocak 2013’te İstanbul 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından kışla yapımı, İstanbulluların kolektif belleğine yer etmiş Taksim Gezi Parkı’nın kullanımını sınırlandırdığı gerekçesiyle onaylanmamıştır. Bunun üzerine İBB tarafından karara itiraz edilmiş ve sonrasında bu proje Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu tarafından 28 Şubat 2013 tarihinde onaylanmıştır. Bu onaydan sonra Taksim Dayanışması yaptığı açıklamalarla, hiçbir şekilde kamu yararını gözetmeyen, kent kültürünü hiçe sayan ve bu nedenle de şehircilik ilkeleriyle çelişen bu projeye karşı yoğun tepki göstermiş ve karar idari yargıya taşınmıştır. Kısacası, Taksim Meydanı ile ilgili, tartışmaya oldukça açık olan bu uygulamaların hiçbir itiraz dikkate alınmadan tepeden inmeci bir zihniyetle onaylanması, aylar sonra Taksim Meydanı’nda başlayacak ve kısa sürede tüm ülkeye yayılacak olan direnişe zemin oluşturmuştur.

Direniş Alanından Yaşam Alanına Gezi Parkı

Taksim’de meydanı yayalaştırma çalışmaları devam ederken 27 Mayıs 2013 tarihinde akşam saatlerinde Gezi Parkı’na giren iş makineleri tarafından parkın duvarı yıkılmış ve 5 tane ağaç yerinden sökülmüştür. Bunun üzerine yıkımı ve ağaç katliamını önlemek amacıyla parka gelerek geceyi parkta geçiren, sökülen ağaçların yerine ertesi gün tekrar fidan diken Taksim Dayanışması üyelerine ve bir grup çevreci gence polisten biber gazlı ilk müdahale gelmiştir. Fakat bu aşırı müdahale eylem yapanların direncini kırmak yerine tepkinin daha da büyümesine ve daha fazla gencin katılımıyla parka çadır kurularak nöbete başlanmasına yol açmıştır. İş makinelerinin Gezi Parkı’na girmesini önleyen nöbet tutma eylemi üçüncü gününde sürerken Başbakan Erdoğan’dan olaylara ilişkin ilk açıklama gelmiştir. Erdoğan çevresel bir duyarlılıkla hareket eden eylemcilerin taleplerini dikkate almak ve uzlaşmacı bir tavır ortaya koymak yerine umursamaz bir tavır takınmış ve demokrasilerde asla yeri olamayacak otoriter bir tutumla şu cümleleri kullanmıştır: “Taksim Gezi Parkı şöyle olmuş, böyle olmuş, orada gelip gösteri yapacaklar şudur budur vesaire. Ne yaparsanız yapın. Biz kararı verdik, verdiğimiz gibi bunu işleyeceğiz.”* Daha sonrasında İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve İçişleri Bakanı Muammer Güler de birer açıklama yapmıştır. Vali Mutlu olaylarda iyi niyetli insanların bazı gruplar tarafından kışkırtıldığını öne sürerken, Bakan Güler de polisin “girmeyin” dediği veya “bu yasak eylemi yapmayın” dediği yerlere ısrarla girilmesi durumunda müdahale etmekten başka çaresi olmadığını söyleyerek polisi savunmuştur.** Yapılan bu üç açıklamaya bakıldığında, üçünün de meydana gelen olayların içeriğinin doğru anlaşılamadığı/anlaşılmak istenmediği ve bir şekilde üstünün kapatılmaya çalışıldığı rahatlıkla görülmektedir.     Devlet     yetkilileri     tarafından bu tarz açıklamalar yapılırken polis de o vakte kadar almış olduğu talimatlar neticesinde eylemcilere karşı iki şafak baskını düzenlemiştir. Yoğun biber gazının, tazyikli suyun kullanıldığı ve çadırların zabıta tarafından yakıldığı bu baskınlar, Erdoğan’ın adeta bir inatlaşmayı andıran söylemleri ve diğer devlet yetkililerinin olayları dikkate almaz tavırları ile birleşince, İstanbul’daki birçok insan olanlara tepki göstermek için “her yer Taksim, her yer direniş” sloganlarıyla Taksim’e akın etmiştir. Bazı eylemciler de Gezi Parkı’ndakilere destek olmak adına kendi mahallelerinde tencere tava eylemlerine başlayarak tepkilerini dile getirmişlerdir. İstanbul’da eylemler bu şekilde devam ederken Ankara’da halk 31 Mayıs gecesi sokaklara dökülmüş ve meclise yürümüştür. Böylece eylemler sadece İstanbul ile sınırlı kalmamış, başta Ankara, İzmir, Eskişehir, Adana, Mersin ve Hatay olmak üzere yurdun dört bir yanına yayılmıştır. Her kesimden insan haziran ayı boyunca hem polisin şiddetli müdahalelerine hem de iktidarın otoriter tutumuna karşı direnmiştir.

Gezi Parkı’ndaki bu bekleyişe birçok sanatçı aktif olarak katılmış, direniş için yapılan şarkılar direnişin birer simgesi haline gelmiştir. Bununla beraber mizah da direnişin en özgün yanını oluşturan bir eylem yöntemi olmuştur. Eylemcilerin mizah anlayışlarıyla ürettikleri sloganlar, siyasette öfkenin hakim olmadığı bir dil yaratmış ve eylemcilerin daha özgür bir toplum özlemini yansıtmıştır. Direniş süresince taraftar grupları eylemlere katılarak geniş kitleleri hareketlendirmiştir.

Direniş boyunca meslek örgütlerinin de önemli katkıları olmuş, KESK, DİSK, TTB, TMMOB* gibi örgütler iş bırakma eylemleriyle direnişe destek olmuşlardır. TTB’den gönüllü doktorlar polis müdahalesinde yaralananların tedavisinde önemli roller oynamış ve gönüllü avukatlar gözaltına alınanların savunmalarıyla ilgilenmişlerdir. Türkiye’de Gezi Parkı nöbeti devam ederken eylemlere yurtdışından da büyük destek gelmiş, çeşitli ülkelerde eylemler yapılmış ve yurtdışından birçok sanatçı da eylemlere destek mesajları göndermiştir. Gezi Parkı’nda konserler ve festivaller düzenlenmiş, parkta market, revir, Çocuk Gezim Atölyesi ve kütüphane kurularak park adeta bir yaşam alanı haline getirilmiştir. Bunların yanında ülke sorunlarını tartışmak adına Taksim Halk Meclisi kurulmuştur. Bu oluşum daha sonrasında başka illere de yayılmış ve forumlar düzenlenmeye başlanmıştır.

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılabileceği gibi bu direniş tüm farklılıkları içinde barındıran geniş halk kitlelerini, birçok meslek örgütünü, sanatçıyı, akademisyeni, siyasi topluluğu, parti örgütünü iktidara karşı bir araya getirmiştir. Özellikle belirtmek gerekir ki kitlelerin bu şekilde bir araya gelmeleri herhangi bir örgütün veya partinin yönlendirmesiyle değil, kendiliğinden gerçekleşmiştir. Bu nedenle eylemler geniş halk kesimlerinden destek görmüştür. Kısacası bu birliktelik, kutuplaşmaların hakim olduğu bir ortamı ortadan kaldırarak direnişin en önemli özelliklerinden biri haline gelmiştir.

Barışçıl Eylemlerin Karşısında Polis Şiddeti

Gezi Parkı olaylarında değinilmesi gereken önemli noktalardan birisi de yurdun birçok yerinde uygulanan polis şiddetidir. Direniş süresince polisin, barışçıl eylemlerle kendi düşüncelerini ifade etmeye çalışan insanlara polisin orantısız güç kullanması birçok kesimde tepkiye yol açmıştır. Polis bu eylemlerde sağlık açısından olumsuz etkileri oldukça fazla olan biber gazını aşırı miktarda kullanmış ve biber gazı kapsülleri doğrudan insanlar hedef gözetilerek atılmıştır. Ayrıca kapalı alanlarda kullanımı kesinlikle yasak olan biber gazı, eylemcilerin sığındıkları, yaralananların tedavi gördükleri otel ve cami gibi yerlere sıkılmıştır. Polisin evlerin içine bile biber gazı atarken çekilmiş birçok görüntüsü sosyal medyaya yansımıştır. TTB’nin 15 Temmuz 2013 tarihinde yaptığı açıklamaya göre, hemen hemen tamamı polis şiddetinden kaynaklanan 8163 kişi yaralı olarak revirlere, kamu ve özel hastanelere başvurmuş, 106 kişi kafa travmasına uğramış, 63 kişi ağır yaralanmış ve 11 kişi de gözünü kaybetmiştir.* Ayrıca polis gözaltılarda tamamen hukuksuz olarak bazı kadın eylemcilere çıplak ve genital arama yapmış ve bazı eylemciler de polis tarafından gözaltında taciz edilmiştir. Ne yazık ki polis teşkilatı tarafından tüm bu usulsüzlüklerle ilgili gerekli önlemlerin alınması mümkünken hiçbir önlem alınmamıştır. Direniş sırasında çekilen birçok videoya da konu olan bu durumla ilgili polislere devlet tarafından herhangi bir yaptırım uygulanmamış, kasıtlı olarak insan hayatıyla oynanmıştır. Eylemlerde polis plastik mermi kullanmış, birçok insanı otoparklara, kuytu köşe sokaklara sıkıştırarak darp etmiştir. Ne yazık ki anlattığımız bu polis şiddeti gencecik insanların hayatına mal olmuştur. 26 yaşındaki kaynak işçisi Ethem Sarısülük polis kurşunuyla, 22 yaşındaki Abdullah Cömert başına isabet eden bir gaz kapsülüyle öldürülürken, 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz ise polis ve birkaç sivil tarafından dövülerek öldürülmüştür. Ayrıca eylemler sırasında 19 yaşındaki Mehmet Ayvalıtaş isimli bir genç de yürüyüşe katılan insanların arasına giren bir otomobil tarafından ezilerek öldürülmüştür. Adana’da da Mustafa Sarı isimli bir komiser alt geçit inşaatından düşerek eylemlerde hayatını kaybetmiştir. Gezi Parkı eylemlerinin devam ettiği sırada Diyarbakır’ın Lice ilçesindeki Kayacık Köyü Jandarma Karakolu inşaatının protesto edilmesi sırasında Medeni Yıldırım isimli 18 yaşında bir genç, jandarmanın ateş açması sonucu hayatını kaybetmiştir. Bu olay Gezi Direnişi sırasında gerçekleştiği için Gezi eylemcileri Medeni’yi, eylemlerde polis şiddetiyle hayatını kaybedenlerden ayrı tutmayarak onun da hakkını savunmuştur. Ayrıca Gezi ruhunun bir uzantısı olarak eylül ayında ODTÜ’deki yol inşaatına karşı başlatılan direnişe destek vermek üzere Hatay’da düzenlenen eylemlere katılan Ahmet Atakan isimli bir genç de hayatını kaybetmiştir. Bu noktada KONDA’nın 4 bin 411 Gezi Parkı eylemcisi üzerinde yapmış olduğu bir araştırmaya değinmek, polis şiddetinin direniş üzerinde nasıl bir etki yarattığını anlamak açısından yararlı olacaktır. Yapılan araştırmaya göre Gezi Parkı’ndaki insanların %49,1’i polisin bu müdahalelerini gördükten sonra parka gelmeye başlamışlardır.** Kısacası müdahaleler insanlar üzerinde caydırıcı bir etki yaratmaktan çok birlik ve beraberliği artırmış, çevreci bir hareket, polisi halkına karşı bir silah gibi kullanan iktidarın gittikçe totaliterleşen tutumuna karşı bir protestoya dönüşmüştür.

Ne yazık ki yaşanan bu vahşete karşı çıkmak ve polisin aşırı şiddet kullanımını kabul ederek olayları yumuşatıcı bir tavır takınmak yerine iktidar, direnişe destek veren binlerce insana karşı polisi savunmuştur ve hatta Başbakan yapmış olduğu bir konuşmasında “Diyorlar ki, polise talimatı kim verdi? Ben verdim.”*** diyerek yaşananlara göz yumduğunu açıkça belli etmiştir. Ayrıca polisin uyguladığı şiddet, devlet yöneticileri tarafından “polis tedbir alıyor” ve “kendine saldıranlara karşılık veriyor” denilerek meşru gösterilmeye çalışılmıştır. Fakat polis daha direnişin ilk günlerinde herhangi bir taşkınlıkta bulunmadan parkta bekleyenlere biber gazı sıkmış, direniş sırasında “Duran Adam” eylemlerine katılanlara müdahale etmiş ve hatta bazılarını gözaltına almıştır. Yine aynı şekilde direniş boyunca hayatını kaybedenleri anmak için Taksim Meydanı’na karanfil bırakmaya gelen bir yığın insana ağır müdahalede bulunmuştur. Direniş sırasında yaşanan şiddeti protesto etmek amacıyla Çağlayan Adliyesi’nde basın açıklaması yapmak üzere bir araya gelen avukatlara müdahale ederek 49 avukatı gözaltına almıştır. Ayrıca eylemler sırasında yaralananlara tıbbi yardımda bulunan sağlık görevlilerinden de gözaltına alınanlar olmuştur. Tüm bunlar da yöneticilerin yukarıda bahsettiğimiz ifadelerinin bir geçerliliği olmadığını göstermiştir. Başbakan Erdoğan’ın 24 Haziran’da Polis Akademisi mezuniyet töreninde “Polisimiz demokrasi sınavını başarıyla vermiş, destan yazmıştır.”* şeklindeki açıklamaları ise demokratik ve barışçıl eylemlere bile tahammülünün olmadığını göstermiştir.

Başbakan’ın Gezi Algısı

Başlangıçta eylemleri polis şiddeti dışında tırmandıran bir diğer etken Başbakan Erdoğan’ın olayları küçümseyici tutumu, çeşitli komplo teorileriyle ve aslı astarı olmayan ithamlarla eylemlere katılan insanları suçlayıcı tavrı olmuştur. Erdoğan olaylar yeni yeni alevlenirken: “Taksim Gezi Parkı ile alakalı gösteriler yapılıyor. Gerekçe ne? Ağaçlar kesiliyor, buraya Topçu Kışlası yapılacak, burada AVM olacak. Biz Topçu [K]ışlası[’]nı yapacağız. Topçu Kışlası gökten zembille inen proje değil.”** demiştir. Daha sonrasında meydana bir cami yapılacağını ve Atatürk Kültür Merkezi’nin de yıkılarak yerine dev bir kültür ve opera binası inşa edileceğini açıkça beyan etmiştir. Bu ifadelerden anlaşılabilir ki Erdoğan halkın belli bir kesiminin demokratik taleplerini yansıtan Gezi eylemlerine ilişkin yatıştırıcı bir açıklama yapmaktan kaçınmıştır. Demokrasinin azınlığın da isteklerini rahatlıkla dile getirebildiği bir yönetim şekli olduğunu unutarak toplumun bazı kesimlerinin ihtiyaçlarını görmezden gelmiş ve dediğim dedik bir tutum takınmıştır.

Erdoğan direnişi zayıflatmak adına sürekli olarak eylemcilere yüklenmiş ve onlara karşı çeşitli ithamlarda bulunmuştur. Eylemlere katılanlara çapulcu diyerek insanları küçümseyici bir tavır takınmış ve onları, haklarına sahip çıkan birer birey olarak görmek yerine isyancı olarak görmeyi tercih etmiştir. Fakat Erdoğan’ın insanları azarlamak için kullandığı bu ifade, istediği yankıyı uyandırmamış ve kitleleri öfkelendirmemiştir. Aksine insanların “hepimiz çapulcuyuz” diyerek bu kelimeyi benimsemesini sağlamıştır. Ayrıca Erdoğan süreç boyunca eylemlere katılanlara marjinaller ve vandallar diyerek de direnişin ruhunu karalamaya çalışmıştır. Sırf eylemcileri kötülemek ve direnişin barışçıl yanına gölge düşürmek adına eylemcilerin kamu mallarına zarar verdiğini, yakıp yıktığını, başörtülü kadınlara saldırdığını söylemiştir. Bununla da yetinmeyerek biber gazından etkilenenlerin, polis müdahalesi sonucu yaralananların sığındığı ve tedavisinin yapıldığı Dolmabahçe Camii’ne eylemcilerin ayakkabılarıyla girmelerini eleştirmiş ve orada içki içildiğini öne sürmüştür. Fakat Erdoğan’ın eylemcilere yönelttiği bu ithamların doğruluğu kanıtlanamamıştır. Genel olarak şöyle ifade edilebilir ki bu eylemlere genciyle, yaşlısıyla ve çocuğuyla geniş bir halk kitlesi destek vermiş ve bu da Erdoğan’ın marjinal gruplar nitelemesini komik bir ifadeden öteye götürmemiştir. Ayrıca İlker Özdemir’in ifade ettiği gibi “Şaşırtıcı bir inatla direnen insanların bir araya gelmesinden ortaya çıkan neşeli yaşam enerjileri ve direnme konusundaki inadı bu insanların içinde öfke ve şiddet barındıran insanlar olduğu savını da geçersiz kılmıştır.”1

Direniş boyunca Erdoğan, eylemlerin başlangıç aşamasını görmezden gelerek protestolara katılan insanların ideolojik eylem yaptığını öne sürmüş ve bu şekilde dikkatleri başka yöne çekmeye çalışmıştır. Fakat Emre Kongar’ın da ifade ettiği gibi: “Sürekli olarak ‘camiye ayakkabılarıyla girdiler’ ve yalanlanmış olan ‘camide içki içtiler’, ‘türbanlılara saldırdılar’ söylemini tekrarlaması bir yana, 22 Haziran Samsun mitinginde ‘onlar milyonlarca tweet atsınlar, bizim tek bir besmelemiz oyunlarını bozar’ diyerek, gerilimi din ideolojisi üzerinden tırmandıran Başbakan’ın kendisi olmuştur.”2 Bu noktada KONDA’nın anket sonuçlarına tekrardan bakmanın     yararlı     olacağını     düşünmekteyiz. Anket sonuçlarına göre herhangi bir derneğe, kulübe veya partiye üye olmayanların oranı %79 çıkmıştır ve bu oran da Erdoğan’ın direnişi ideolojik bir eylem olarak nitelemesini geçersiz kılmıştır.* Tüm bunlara ek olarak Erdoğan, geniş halk kitlelerinin daha fazla özgürlük ve yönetimde daha fazla söz hakkı için bu eylemleri gerçekleştirdiğini ve eylemlerin kendiliğinden geliştiğini kabul etmek istememiş, bu nedenle de eylemleri dış mihrakların ve faiz lobisinin organize ettiğini öne sürmüştür.

Bu kısımda değinilmesi gereken bir diğer nokta da Erdoğan’ın süreç içerisinde, Gezi eylemleri ile ilgili çeşitli isimlerle yapmış olduğu görüşmelerdir. Bu görüşmeler kapsamında Erdoğan’ın belirlediği ilk heyete Taksim Dayanışması dahil edilmemiştir. Sonrasında Erdoğan, görüşmelerine Gezi Parkı eylemlerine katılmayan dolayısıyla da Gezi ruhunu temsil etmeyen isimlerle devam etmiştir. Ancak bu görüşmelerden sonra sürpriz bir kararla Taksim Dayanışması üyelerinden ve eylemlere aktif olarak katılan sanatçılardan oluşan bir grupla görüşeceğini bildirmiştir. Toplantıya katılan isimlerin aktardığına göre bu görüşme gergin geçmiş ve Erdoğan uzlaşmaz tavrından geri adım atmamıştır. Böylece Erdoğan Gezi’nin gerçek temsilcilerini dikkate almak yerine, kendi istediği isimlerle, kendi istediği şekilde görüşerek direnişin yansıtıldığı gibi olmadığını göstermek istemiştir. Ayrıca bu görüşmeden yaklaşık bir ay sonra, kapatılan Gezi Parkı’nın tekrar açılması üzerine parka gitmek isteyen Taksim Dayanışması üyeleri gözaltına alınmıştır. Gözaltı sonucunda Dayanışma üyeleri tutuklanmamışlardır, fakat soruşturmaları terör soruşturması şeklinde devam etmiştir. Bu da Dayanışma’ya terör örgütü suçu yüklenmeye ve aynı zamanda Dayanışma’nın susturulmaya çalışıldığının bir göstergesi olmuştur.

Eylemler devam ederken Erdoğan, adeta bir güç gösterisi yaparak otoritesini pekiştirmek ve “Türkiye’nin istencini sokaktakiler değil AKP’yi seçimle iktidara getirenler temsil ediyor.” diyebilmek için “Şu anda evlerinde bizim zorla tuttuğumuz bu ülkenin en az yüzde 50’si var.”** şeklinde bir ifade kullanmıştır. Erdoğan yaptığı bu açıklama ile halkı birbirine düşman etmeye, kendi tabanını Gezi eylemcilerine karşı tahrik etmeye ve toplumu kamplaştırmaya çalışmıştır. Bu düşüncesini de gerçekleştirebilmek ve kendisine oy veren yüzde elliyi meydanlara çıkarabilmek adına Ankara, İstanbul, Samsun, Kayseri ve Erzurum’da “Haydi büyük oyunu bozmaya!” sloganıyla Milli İradeye Saygı Mitingleri düzenlemiştir. Nitekim Erdoğan’ın halkı karşı karşıya getirme çabası sonuç vermiş ve Gezi Parkı’nda nöbete devam edenlere saldırmaya başlayan palalı saldırganlar ortaya çıkmıştır.

Direniş Boyunca Medya

Gezi Parkı eylemleri boyunca iktidar çeşitli yaftalamalarla ve komplo teorileriyle direnişi insanların gözünde etkisiz hale getirmeye çalışmış ve bu amacını gerçekleştirmek için medyayı kullanmaktan hiç kaçınmamıştır. Direniş boyunca iktidar ve iktidara yakın medya patronları tarafından medyaya geniş bir sansür uygulanmıştır. Özellikle direnişin ilk günlerinde birçok kanal ve gazete yaşanan olayları halka hiç yansıtmamış veya tarafsızlık ilkelerini gözardı ederek iktidar yanlısı bir tutumla olayları haberleştirmiştir. Yine direnişin ilk günlerinde CNN Türk yaşanan olayları aktarmak yerine penguen belgeseli yayınlamış, birçok kanal da normal yayın akışlarına devam etmiştir. Örneğin, Taksim Meydanı’ndan canlı yayın yaptığı sırada NTV, AKM’nin üzerinde asılı olan “Kes Sesini Tayyip” afişinin Tayyip kısmını sansürleyerek “Kes Sesini” yapmıştır. Yayıncılık ilkeleriyle çelişen bu gibi örnekler de iktidarın medya üzerindeki yaptırımını bizlere açıkça göstermiştir. Medyanın bu durumu halkın da tepkisini çekmiş, NTV ve Habertürk binası önünde medyanın olaylara ilgisiz kalmasının protesto edildiği birçok gösteri düzenlenmiştir. Özellikle Oğuz Haksever’in, NTV’deki programında, Gezi Eylemleri’ni destekler nitelikte bir konuşma yapan İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Fatmagül Berktay’ın sözünü ayağa kalkarak kesmeye çalışması üzerine ertesi gün NTV önünde düzenlenen gösteri dikkatleri çekmiştir. Medyada durum böyle olunca insanlar yaşananlardan haberdar olabilmek ve doğru bilgiyi edinebilmek amacıyla sosyal medyaya yönelmek zorunda kalmıştır. Bilişim çağının en önemli sonuçlarından biri olarak değerlendirebileceğimiz Twitter, Facebook gibi sosyal ağlar sayesinde Türkiye’nin dört bir tarafından gelen haberler, yaşananları birebir gözler önüne seren fotoğraflar ve videolar, olay anında paylaşılmış ve böylece sosyal medya direnişin haber kaynağı haline gelmiştir ve insanların örgütlenerek eyleme geçmelerine yardımcı olmuştur. Halk Twitter’a bu denli ilgi gösterince Başbakan Erdoğan direnişin sosyal medyadan aldığı gücü kırmak için şu cümleleri kullanmıştır: “Şu anda Twitter denilen bir bela var, yalanın daniskası burada. Sosyal medya denilen şey: [B]ana göre toplumların baş belası.”* Başbakan’ın bu sözleri polis için adeta yeni bir talimat olmuş ve bazı insanlar Twitter’daki paylaşımlarından dolayı tutuklanmıştır.

Direniş boyunca Halk TV, Ulusal Kanal, Cem TV, TV EM, +1, İMC ve Hayat TV gibi kanallar eylemler hakkında sürekli yayın yapmıştır. Fakat ne yazık ki Halk TV, Ulusal Kanal ve EM TV iktidarın yaptırımlarından nasibini almış ve yayınlarından dolayı RTÜK tarafından para cezasına çarptırılmıştır. Hayat TV ise kapatılmanın eşiğine gelmiştir. Diğer yandan eylemler dış basında oldukça yer etmiş ve bu nedenle dış basın, sosyal medyanın yanında halkın diğer haber kaynaklarından biri haline gelmiştir. Sosyal medyada da karşılaştığımız gibi halkın ilgisi dış basına kaydıkça Başbakan da geri durmamış, bu sefer de yabancı basının içerideki isyancılarla birleşerek iktidara karşı oyun oynadığını ileri sürmüştür.

Olaylar esnasında gazeteler, Gezi Parkı ile ilgili doğru düzgün bir bilgi aktarımı sağlamazken; Star, Yeni Şafak, Bugün, Türkiye, Habertürk, Sabah ve Zaman gazeteleri Başbakan Erdoğan’ın konuşmasında geçen “demokratik taleplere can feda” sözünü aynı gün manşet olarak yayınlamış ve yedi gazetenin birden aynı manşeti taşımaları oldukça eleştirilmiştir. Süreç içerisinde Gezi Parkı eylemlerine yakınlığıyla bilinen gazetecilerin bazıları işten çıkarılmış, bazıları istifa etmek zorunda kalmış, bazıları da zorunlu izne gönderilmiştir. Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi Başkanı Gökhan Durmuş, Gezi Parkı olaylarının başladığı 27 Mayıs’tan 22Temmuz tarihine kadar geçen sürede sendikanın tespit edebildiği kadarıyla en az 22 basın emekçisinin işten çıkarıldığını, 37 gazetecinin istifa ettiğini ve 14 gazetecinin ise zorunlu izne gönderildiğini söylemiştir.** Yine sendikanın yayınladığı listeye göre, bu gazeteciler arasında İsmail Küçükkaya, Ece Temelkuran, Mirgün Cabas, Uğur Dündar, Can Ataklı, Banu Güven, Ali Kırca gibi isimler bulunmaktadır. Bu süreçte NTV’nin sahibi, iktidara yakınlığıyla bilinen Doğuş Grubu’nun genel müdürü Cem Aydın’ın yaşananlara daha fazla tahammül edemeyerek çalışanlardan ve izleyicilerden özür dilemesi üzerine süresiz izne gönderilmesi oldukça dikkatleri çekmiştir. Ayrıca, son sayısında Gezi olaylarını işleyen NTV Tarih dergisi bağlı bulunduğu grup tarafından yayınlanmadan kapatılmıştır.

Bu süreçte bazı gazeteler taraflı yayın yapmakla kalmamış, örneğin Akit gazetesi 18 Haziran’da verdiği bir haberde “İşte Çapulculara Destek Verenler” başlığını kullanmış ve yazıda isim isim Gezi Parkı’na destek veren siyasileri, gazetecileri, sanatçıları ve işadamlarını hedef göstermiştir.* Bu hedef göstermelerden özellikle Mehmet Ali Alabora’ya karşı yapılanlar halktan tepki toplamıştır. Yeni Şafak gazetesi, Twitter’da yazdığı “Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı? Hadi gel.” yorumundan dolayı Alabora’yı halkı isyana teşvik etmekle suçlamıştır.

Tüm bunlar açıkça göstermiştir ki direniş boyunca halkın demokratik haklarından biri olan doğru bilgi edinme hakkı iktidar tarafından kasıtlı olarak engellenmiş ve demokrasinin olmazsa olmazlarından biri olan özgür basın ve ifade özgürlüğü gibi kavramlar bu süreçte tedavisi zor yaralar almıştır.

Sonuç

Gezi Parkı Direnişi siyasette; öfkeyi, ötekileştirmeyi ve şiddeti reddeden ve bunların yerine barışı, birlik ve beraberliği benimseyen yeni bir dil yaratmıştır. Bu özgün ve barışçıl dil aynı zamanda Türkiye’de yeni bir direniş kültürü oluşturmuş ve bu kültür Türk toplumunda 11 yıldır hiçbir muhalefet partisinin yapamadığını yapmıştır. Derin bir mizah, insan ve doğa sevgisinin meydana getirdiği bu dil ile beslenen ve yaşam tarzlarına müdahale edilen insanların bir araya gelmesiyle büyüyen direnişin geleneksel örgüt eylemlerinden farklı yapısı, hiçbir ideolojiye ve partiye bağlı olmadan kendiliğinden gelişmesi, Türkiye’de bundan sonra da devam edecek yeni bir toplumsal muhalefetin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Gezi Parkı eylemleri, seçim kazanmayı her istediğini yapmak olarak algılayan iktidarın çoğunlukçu yönetim anlayışından halkın memnun olmadığını göstermiştir. Aynı zamanda bu eylemler, demokrasiyi sadece seçim sandığına indirgeyen, böylelikle de vatandaşların oy verdikten sonra görevlerinin tamamen bittiğini düşünerek halkı pasifleştirmeye çalışan ve halkın dört yıl içerisinde herhangi bir uygulamayı protesto etmesini demokrasi dışı bir faaliyet olarak göstererek eylem hakkını elinden alan iktidara karşı bir eleştiri olmuştur. Tüm bu nedenlerle halk, karar mekanizmalarında daha fazla söz sahibi olabilmek adına sokaklara çıkmış ve yaptığı eylemlerle katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi anlayışını var ederek hem mevcut anlayışın değişmesi gerektiğini vurgulamış hem de topluma örnek teşkil etmiştir.

Yukarıda bahsettiğimiz katılımcı demokrasinin bir sonucu olarak doğan ve “Nasıl bir gelecek kurabiliriz?”in tartışıldığı forumlar birçok ilde düzenlenmiştir. Herhangi bir yönlendirmeden ziyade kendiliğinden oluşan ve ihtiyaçtan doğan bu forumlar, katılımcılarıyla beraber kendi yaşam alanlarıyla ilgili sorunlara çözüm bulmaya çalışmış, böylece de yereldeki demokrasinin canlanmasına katkı sağlamıştır.

Şüphesiz ki Gezi Direnişi bütün bu özellikleriyle bugünün ve geleceğin siyasetine yön verecektir. Yaşananlar iyi analiz edildiğinde ve özellikle muhalefet direnişten kendi payına düşeni iyi yorumlayabildiği takdirde, Gezi Direnişi hem halkın hem de geleceğin yöneticilerinin siyaset anlayışlarını olumlu yönde değiştirebilecek ve Türkiye’deki demokrasinin gelişimine önemli katkılarda bulunacaktır. Bugün Gezi eylemlerinin bir uzantısı olarak ülkenin birçok yerinde çeşitli usulsüzlüklere karşı hala devam eden eylemleri, insanların bu usulsüzlükler karşısına eskisi gibi korkmadan ve daha kolay örgütlenerek çıkabildiğini, katılımcı demokrasi anlayışının en büyük sonuçlarından biri olan forumların hala düzenlendiğini göz önünde bulundurursak bundan sonra yaşanacakların Gezi’den elde edilen direniş kültürü üzerine kurulacağı açıktır.

KAYNAKÇA

1.http://gundem.milliyet.com.tr/gezieylemleriningerceknedenleri/gundem/ydetay/1728946/default.htm ( 28 Haziran 2013)

2.          Kongar, E. ve Küçükkaya, A., Gezi Direnişi, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2013, s.48