* Yrd. Doç. Dr. Ozan ERGÜL | TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Demokrasi bir yöntem olarak çoğunluk ilkesine dayanmaktadır. Bu çoğunluk ister “basit” ister “salt” ve bazen görüldüğü gibi “nitelikli” çoğunluk olsun, belli bir karar alma sürecine işaret eder. Bu karar alma sürecinde bireyler oy kullanmak suretiyle iradelerini belli ederler ve iradelerin bir araya toplanması sonucunda hangi görüş çoğunluktaysa o yönde karar alındığı kabul edilir. Bugün, oylama ve oy hakkı daha çok yöneticilerin ya da temsilcilerin seçilmesinde başvurulan bir yöntemdir. Ülkemizde, olağan yasama yetkisi çerçevesinde halkın karar alma yetkisi bulunmadığından oylamanın genellikle seçme hakkının kullanılmasında (örneğin, belediye başkanlarının ya da milletvekillerinin seçiminde) karşımıza çıktığı görülür. Bununla birlikte, anayasa değişikliklerinin yürürlüğe girmesinde de bazen halkoylaması (referandum) yoluyla halkın kararına başvurulabilmektedir. Bu süreç, halkın oylarıyla “evet” ya da “hayır” kararı alması şeklinde gerçekleşmektedir.
Demokrasinin kalbini oluşturduğunu söyleyebileceğimiz oy hakkına ilişkin bazı ilkeler bulunmaktadır. Bu ilkelerden bazıları 1982 Anayasası’nda da açıkça sayılmıştır. Anayasa’nın “Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakları” kenar başlığını taşıyan 67. maddesinin ikinci fıkrasında şu düzenleme yer almaktadır: “Seçimler ve halkoylaması serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılır.
Bu düzenlemede yer alan “serbest oy”, “eşit oy”, “genel oy”, “gizli oy” ilkeleri yüzyıllar içinde demokrasinin gelişim düzeyine paralel olarak ortaya çıkmış ve yerleşmiş ilkelerdir.
Görüldüğü gibi, Anayasa’da seçim ve oy hakkına ilişkin pek çok ilke bulunmasına rağmen oyların sandalyelere dönüştürülmesinde büyük role sahip olan seçim sistemi ile ilgili daha az düzenleme bulunmaktadır. Söz konusu düzenleme, Anayasa’nın 67. maddesine 1995 yılında gerçekleştirilen değişiklikle eklenmiş olan yedinci fıkrada karşımıza çıkmaktadır. Buna göre, “Seçim kanunları temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir

Bu yazıda oy hakkına ilişkin “eşit oy” ilkesi ile “temsilde adalet” ilkesinin ilişkisi üzerinde durulacak ve “eşit oy” ilkesinin pek de göz önünde tutulmayan bazı anlamlarına değinilecektir.
“Eşit oy” ya da diğer bir deyişle “oy hakkının eşitliği” ilkesi her seçmenin sadece tek bir oy hakkına sahip olması gerektiğine işaret etmektedir. Eşit oy ilkesinin diğer bir ünlü anlatımı “tek adam, tek oy” (one man – one vote) olarak bilinmektedir. Eşit oy ilkesinin bu klasik tanımına istisnasız tüm anayasa hukuku kitaplarında rastlamak mümkündür. Eşit oy ilkesine ilişkin bu anlatımdan da anlaşılacağı gibi, herkesin sahip olduğu tek oyun değeri de birbirine eşittir. Bugün genel kabul görmüş bulunan bu ilkenin geçmişte uygulanmadığı da bilinmektedir. Bu ilkenin henüz uygulanmadığı dönemlerde “çoğul oy” uygulaması bulunmaktaydı. Çoğul oy, farklı biçimlerde uygulanabilmekteydi.1 Örneğin, “çok oy” uygulaması seçmenin birden fazla yerde oy kullanabilmesine olanak tanımaktaydı. Böyle bir sistemin kabul edilmesi halinde seçmenin, bir seçim çevresinde ve bir sandıkta kullandığı oyun yanında, başka seçim çevresinde de oy kullanabilmesi mümkündü. “Çift oy” ya da “ek oy” hakkının tanındığı sistemlerde ise, belli niteliklere sahip olan seçmene kanunla iki oy, ya da kendi oyunu kullandıktan sonra ek oylar kullanma hakkı tanındığı görülmekteydi. Uygulamada özellikle belli miktarın üzerinde vergi verenlere, ya da üniversite mezunlarına ek oy hakkı verildiği görülmekteydi. İster “çok oy”, isterse “çift oy” ya da “ek oy” biçiminde olsun, tüm çoğul oy uygulamalarının eşit oy ilkesine aykırı ve hatta onun karşıtı olduğu açıktır. Liberal düşüncenin bazı savunucuları dahi, cahil ve fakir halk yığınlarının karar almada başarılı olamayacağından korkarak nitelikli seçmenlere daha fazla oy hakkı verilmesi gerektiğini savunabilmişlerdir. Gelir farklılıklarının görece azalması ve eğitimin geniş halk kitleleri için ulaşılabilir olması sayesinde bu kaygılar önemli ölçüde geçerliliğini yitirmiş, buna bağlı olarak da eşit oy ilkesi dalga dalga yayılarak hâkim duruma gelmiştir
Temsilde adalet ilkesi ise, birbirine yakın büyüklükteki seçmen gruplarının – bunlar sayısal gruplar, siyasal gruplar ya da etnik gruplar olarak karşımıza çıkabilmektedir – kendilerine yakın büyüklükteki seçmen grupları ile aynı ölçüde temsil kabiliyetine sahip olmalarını öngörmektedir

Diğer bir deyişle, her grup kendi büyüklüğü oranında temsil kabiliyetine sahip olmalıdır; ne daha az, ne de daha çok.
1982 Anayasası’na 1995 değişiklikleri ile girdiğini belirttiğimiz düzenlemede geçen temsilde adalet ilkesinin, seçim kanunları ve daha doğrudan söylemek gerekirse aslında seçim sistemi ile ilgili olduğu açıktır. Anayasa’nın aslında birbiriyle ilişkilendirilmesi pek de mümkün olmayan iki ilkenin bağdaştırılmasını emretmesi eleştirilere konu olmuştur. Bağdaştırılması mümkün olmayan ilkeler “temsilde adalet” ve “yönetimde istikrar” ilkeleridir, çünkü “temsilde adalete” ağırlık verildiği takdirde “yönetimde istikrardan”, “yönetimde istikrara” ağırlık verildiği takdirde de “temsilde adaletten” ödün verilmek gerekeceği söylenebilir

. Ayrıca, “yönetimde istikrarın” da seçim sistemleri ile garanti edilemeyeceği, burada söylenmek istenenin “hükümette” istikrar olduğu da ayrıca vurgulanmalıdır. Sonuçta, tartışmalı da olsa “temsilde adalet” ilkesi anayasal bir ilke olarak karşımızda durmaktadır. Daha da önemlisi, Anayasa Mahkemesi, artık istikrar kazanmış içtihadı çerçevesinde bu ilkeyi sadece milletvekili seçimlerinde değil, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının organ ve yönetimleri için yaptıkları seçimlerde de aramaktadır.
Yukarıda değindiğimiz “eşit oy” ve “temsilde adalet” ilkelerinin ne tür bir ilişkisi olduğuna değinebilmemiz için ülkemizde son dönemlerde yaşanan bazı sorunlara göz atmamız gerekmektedir. Aslında aradaki ilişkiyi görebilmemiz için, öncelikle “eşit oy” ilkesinin klasik tanımının yetersizliğini dikkate almak gerekmektedir. Şöyle ki, eşit oy ilkesi gerek Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin, gerekse Türk Anayasa Mahkemesi’nin aşağıda kısaca değineceğimiz yorumları çerçevesinde sadece “tek adam – tek oy”dan ibaret görülemez.
Gerçekten de Amerikan Yüksek Mahkemesi, Reynolds v. Sims (1964) kararında “tek adam – tek oy” (eşit oy) uygulamasının dayanağı olan eşit koruma maddesini şöyle yorumlamıştır: “Oy hakkı sadece açık bir biçimde seçmen olma yetkisinin elden alınması ile değil, aynı zamanda bir vatandaşın oyunun değerinin azaltılması ya da sulandırılması suretiyle de inkâr edilebilir.
Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Wesberry v. Sanders kararında da seçim çevrelerinin belirlenmesine müdahale ederken, bireylerin oylarının “değerinin” ya da “ağırlığının” azaltılmasına dayandığı görülmektedir. Şüphesiz, bir oy hakkının sayısal anlamda eşit olması (herkesin tek bir oya sahip olması) ile bir oyun “değerinin” ya da “ağırlığının” eşit olması aynı şey değildir ve Mahkeme de söz konusu kararında bu farklılığa dikkat çekmektedir. Mahkeme, bir oyun ağırlığının azaltılmasını, “oy hakkından mahrum bırakmaktan” farklı ama kıyasen ona yakın olarak değerlendirmiştir

Şimdi Türk Anayasa Mahkemesi’nin “eşit oy” ilkesinin farklı anlamına dikkat çeken kararına bakabiliriz. Bu karar oldukça yakın tarihlidir. 2009 yılında Milletvekili Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklik üzerine verilmiş olan bu iptal kararında Mahkeme eşit oy ilkesinin bu farklı anlamı ile temsilde adalet arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekmektedir.3 Son milletvekili genel seçiminde Bayburt ilinin iki yerine tek bir milletvekili seçebilmesine sebep olan bu iptal kararında Anayasa Mahkemesi eşit oy ilkesini yeniden yorumlamak zorunda kalmıştır.

Mahkeme’ye göre eşit oy ilkesi sadece herkesin tek bir oy hakkına sahip olması anlamına gelmemekte, aynı zamanda herkesin sahip olduğu oyun değerinin de mümkün mertebe birbirine yakın olmasını gerektirmektedir.
Ülkemizde başta %10 ulusal baraj olmak üzere genellikle seçim sistemi ile ilgili sorunlar gündeme getirilmekte ve bu çerçevede seçim kanununun değiştirilmesi talep edilmektedir. Oysa temsilde adaletin önündeki engel daha derinde yatmaktadır. Oyun değeri (ya da ağırlığı) ile anlatılmak istenen, bir sayısal grup olarak belli bir seçim çevresindeki seçmen grubunun, benzer büyüklükteki bir seçmen grubu ile birbirine yakın ölçüde temsil edilmesi, bunun sonucu olarak da o grubun parçası olan her bir seçmenin oyunun değerinin, diğer bir seçim çevresindeki bir seçmenin oyunun değerine yakın olmasıdır. Ülkemizde temsilde adalet genellikle, bir siyasal (sadece sayısal değil) grup olarak partizan grupların büyüklükleri oranında temsil yeteneğine kavuşmasından ibaret görülmektedir. Buna göre, A partisi seçimde %30, B partisi de seçimde diyelim ki %25 oy almışlarsa, temsilde adalet gereği bunların parlamentoda da aynı oranlarda milletvekiline sahip olmaları gerekir. Bu durumun ülkemizde bazı seçimlerde yaşandığı gibi aşırı derecede bozulması ve örneğin A partisinin %30 oya karşılık parlamentoda diyelim ki %60 sandalye kazanması temsilde adalete aykırıdır. Oysa temsilde adalet salt partizan siyasal grupların ülke çapındaki büyüklüklerine orantılı bir temsil kabiliyetine sahip olmalarına indirgenemez. Temsilde adalet, sayısal bir grup olarak belli bir seçim çevresindeki seçmenlerin de (ya da ülkemizde olduğu gibi nüfusun da) adil bir temsil kabiliyetine sahip olmasını gerektirir.
Ülkemizde ne yazık ki temsilde adaletin bu ayağında çok ciddi sorunlar bulunmaktadır. Seçim çevrelerindeki oy değerlerine bakıldığında çok çarpık sonuçlarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Örneğin, Ardahan’da kullanılan bir oyun değeri 2.97 iken, Adana’da bu değer 1.05’dir. Bu çarpıklığın sebebi, Anayasa’da bir zorunluluk olmamasına rağmen her bir ilin seçim çevresi olarak kabul edilmesi ve nüfusuna bakılmaksızın her bir ile en baştan birer tane milletvekili dağıtılmasıdır. Anayasa Mahkemesi yukarıda belirttiğimiz iptal kararını vermemiş olsaydı, 1’e karşılık 4 gibi değer karşılaştırmaları yapmak durumunda kalacaktık. Çünkü iptal edilen söz konusu düzenleme en baştan dağıtılan milletvekili sayısını iki olarak öngörmekteydi. Bu iptal kararına rağmen son seçimlerde, örneğin üç Adanalı seçmen ancak bir Ardahan seçmeni etmiştir. Görünüşte oylar “eşittir”, ama temsil yönünden bakıldığında, ya da oyların temsile yansıyan değeri yönünden bakıldığında, belli sayısal gruplar olarak seçmen gruplarının oylarının farklı değerde olduğu ortaya çıkmaktadır.

Eşit oy ilkesi bireye ait bir hak görünümündeyse de, gerçekte sayısal, siyasal ya da etnik köken temelli bir grup insanın temsil edilme haklarına ilişkindir. Bireyin toplu bir karar üzerinde tek başına belirleyici olma ihtimalinin düşüklüğü, demokrasinin işleyişi için grupların demokratik haklarını, siyasal haklarını ve temsil kabiliyetlerini öne çıkarmaktadır. Ülkemizde her bir ili seçim çevresi olarak kabul ettiğimiz sürece belli bir seçim çevresindeki seçmen grubunun diğer seçim çevrelerindeki seçmen gruplarına nazaran adil bir şekilde temsil edildiğinden söz etme olanağı bulmamız olanaklı görünmemektedir.

Buna çözüm bulmak için ne yapılabilir? Bugün pek çok ülkede (Almanya, Yeni Zelanda, Japonya, İtalya gibi) uygulanmakta olan karma seçim sistemlerine başvurulması düşünülebilir.
Karma seçim sistemleri bir seçimde birden farklı yönteme başvurulması olarak tanımlanabilirse de bugün için farklı bir tanımın daha fazla kabul gördüğü belirtilmelidir. Buna göre, karma seçim sistemleri biri dar bölgedeki tek temsilcinin belirlenmesinde ve diğeri de yarışan parti listelerine kullanılmak üzere seçmenlere iki oy hakkı verilen, çoğunlukçu seçim sistemi ile orantılı nispi temsili aynı seçimde farklı ölçülerde bir araya getirebilen seçim sistemleridir. Bu sayede seçim çevreleri birbirine yakın büyüklükte seçmen gruplarına göre (nüfusa göre değil) belirlenecek ve seçmenler sahip oldukları bir oy çerçevesinde bu tek ismi çoğunluk kuralına göre seçeceklerdir. Burada, bir seçmen grubunun tek isim seçen bir başka seçmen grubu ile aynı değerde temsili sağlanmış olacaktır. Fakat bu seçim sisteminin de tek başına uygulanması adaletsiz sonuçlar doğurabilir. Özellikle siyasal gruplar olarak parti seçmenlerinin (A partisi seçmenleri karşısında B partisi seçmenlerinin), çoğunluk sisteminin doğal bir sonucu olarak parlamentoda adaletsiz bir biçimde temsil olanağı bulabileceği söylenebilir. Dar bölge çoğunluk sistemini uygulayan İngiltere gibi ülkelerde yaşanan seçim sonuçları bunun en önemli delilidir. Bu olumsuzluğu gidermek için, aynı seçmen grubunun bu kez daha büyük bir seçmen grubu içinde yer aldığı, ama daha fazla sayıda temsilciyi (örneğin 10 milletvekilini) orantılı temsil esasına göre seçtiği bir ikinci katman daha yer alacaktır. Buradaki orantılılık, birinci katmandaki çoğunlukçuluğun sebep olabileceği adaletsizliği de belli ölçüde gidermiş olacaktır. Sürekli iç göçün yaşandığı ülkemizde, düşük nüfuslu illerin artık temsil edilmesine sebep olan mevcut sistemin değiştirilmesi için bundan daha akla yakın bir model şu an için yoktur.
KAYNAKÇA
1. Ayrıntılı bilgi için bkz. Gözler, Kemal, Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Ekin Yayınları, 1. Baskı, 2010, Bursa, ss.305-306.
2. Fishkin, Joseph, “Equal Citizenship and the Individual Right to Vote”, Indiana Law Journal, Vol. 86, s.1291.
3. AYM’nin E. 2009/88, K.2011/39 sayılı kararı için bkz. RG: 10.2.2011- 27850.