düşün Bildiri
ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak, öncelikle bize sunum yapma imkanı sağlayan Yeditepe Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’ne teşekkür ederiz. Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte dünya genelinde toplumsal yapının ataerkil bir çizgide evrilmesi, kadına ve erkeğe belirli roller biçilerek toplumsal cinsiyet kavramının gelişmesine neden olmuştur. Günümüzde yaşanan kadın sorunlarının temelinde de toplumsal cinsiyet eşitsizliği yatmaktadır. Bugün Türkiye’de gelişmekte olan muhafazakar yapı, kadına ve erkeğe biçilen bu rollerin kalıplaşmasına neden olmakta ve birey kavramını geri plana itmektedir. Bu bildirimizde öncelikle toplumsal cinsiyet kavramı ele alınacak, ardından muhafazakar düşünce kapsamında ailenin bir bileşeni olarak görülen kadının sorunları, toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinden değerlendirilecektir.
Bugün Türkiye’de kadının yerinin ve bununla ilgili sorunların anlaşılabilmesi için öncelikle toplumsal cinsiyet kavramı ve bunun ülkemize yansımaları anlaşılmalıdır. Toplumsal cinsiyet, toplumun ve kültürün kadın ya da erkek olmaya yüklediği anlamlar ve beklentilerdir. Başka bir deyişle, bireyin sahip olduğu biyolojik yapılar ve psikolojik özellikler sebebiyle, toplumsallaşma sürecinde kız ve erkek çocuklarına yüklenen, toplumun ve kültürün “uygun” bulduğu davranış ve rolleri kapsar.1 Toplumun bir davranış ya da rolü “uygun” bulmasındaki en önemli etken ise kalıpyargılardır. Bazı mesleklerin kadına ya da erkeğe özgü olarak nitelendirilmesi, kadınların daha duygusal olması, aile içerisinde erkeğin para kazanıp kadının ev ve çocuklarla ilgilenmesi gibi kalıpyargılar günümüzde en çok karşılaşılan örneklerdir. Toplumsal cinsiyet bağlamındaki bu kalıpyargılar, bireysel farklılıkları ve yetenekleri gözardı ederek, birey olmak yerine kadın veya erkek olmayı ön plana çıkarmaktadır. Kadına ve erkeğe bu eksende biçilen rollere baktığımızda ise kadınların pek çok açıdan erkeklere göre daha fazla mağduriyet yaşadığını görmekteyiz. Örneğin, erkekler sosyal yaşamlarına diledikleri gibi devam edebilirken kadınların kamusal alandaki görünürlüğü, belli zaman dilimleri ve mekanlarla kısıtlanmıştır. Eğitim olanaklarından yoksun bırakılmış kadınların, meslekleri olmadığı için ekonomik özgürlükleri de yoktur. Erkeğin bakımına muhtaç bir konumda olduklarından aile içinde de erkeğin sözü geçmekte ve kadın, eve hapsedilmiş ikinci sınıf bir birey konumuna düşmektedir. İş yaşamına atılabilen kadınlar ise, kuralların erkekler tarafından koyulduğu bir alanda bu kurallara uyum sağlayamamakta ve bu nedenle dışlanmaktadırlar. Örneğin, iş seyahatine çıkacak bir kadının anne olup olmadığı sorgulanırken, aynı durumdaki bir erkeğin baba olup olmaması önemsenmemektedir.

Kadının yaşadığı bu tür mağduriyetleri önlemek için çeşitli yasal düzenlemeler yapılmıştır. Şimdiye kadar yapılan düzenlemelerin içinde en öne çıkanı 1979’da imzalanan, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)’dir. Bu sözleşme ile kadınların insan haklarının dünyanın her yerinde ve her kadın için aynı olduğu, kadınlara karşı ayrımcılık ve kadınların insan haklarının ihlali nitelikli hiçbir inanç, düzenleme ve uygulamanın “kültürel görecelik” olarak savunulamayacağı vurgulanmaktadır.2 Kadın haklarını uluslararası alanda koruma altına alan bu sözleşme, taraf ülkelerdeki kadınlarla ilgili yasal çerçeveyi de belirleyici nitelikte olması ve kadın haklarına evrensel standartlar getirerek eşitliği sağlaması açısından önemlidir. Türkiye 1985 yılından itibaren bu sözleşmeye taraf olmuştur.3 Anayasa’da kadın-erkek eşitliğine ek olarak devlete yüklenen eşitliği yaşama geçirme yükümlülüğü ve Türk Medeni Kanunu’nda kadının mağduriyetini önleyici yönde yer alan yasal düzenlemeler, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan ve hem kamusal hem de özel alanda kadın haklarını koruyan içerikte olsa da bunlar uygulamaya yansımamaktadır.
Birleşmiş Milletler’in 2005’te yayımladığı “Kadına Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi’nin Türkiye Üzerine Sonuç Gözlemleri”nin 29. maddesinde belirtildiği üzere; bugün Türkiye’de kadın ile erkeğin toplumdaki rolleri ve sorumlulukları belirlenirken öncelikli olarak geleneksel ve kültürel kalıplar göz önünde bulundurulmaktadır.4 Örneğin, kadın ile erkek eşit birer “birey” olarak değil; çalışan, ekmek getiren, “evinin direği” erkek ve anne, bacı, “zevce” olarak görülen ve tek sorumluluğu evdeki işlerin düzenlenmesi olan kadın olarak sınıflandırılmaktadır. Bu noktada toplumsal cinsiyet Türk toplumunda sokağa çıkmayı erkeğe özgü bir hareket olarak belirlerken kadını eve hapsetmektedir.
Bugün ülkemizde gelişmekte olan muhafazakar görüş, BM raporunun da ortaya koyduğu gibi, yukarıda bahsedilen bütün bu düzenlemelerin hayata geçirilememesinde önemli bir etkendir. Çünkü muhafazakar ideoloji, geleneklere bağlı toplum yapısını muhafaza ederek modern örgütlenmelere karşı tepki duymak tadır. Burada modern örgütlenmeyle kastedilen, insanların bireysel olarak var olabildikleri, toplumda farklılık yaratabilecekleri sendikalar, dernekler, meslek odaları gibi sivil toplum örgütlenmeleridir. Muhafazakar toplumda ise, insanlar bir birey değil, cemaat veya aile gibi, geleneklere dayalı belli yapıların bir bileşeni konumundadır. Bu doğrultuda, aile içerisindeki roller toplumsal yapıyı oluşturmaktadır. Yaşanan sorunların temelinde toplumdaki ahlaki değerlerin varlığını savunan muhafazakarlık, geleneklerin ve var olan kurum ve yapıların devamlılığını, “iyi ve ahlaklı” nesli yetiştirecek olan aile yapısına bağlar. Bu sebeple aile içerisindeki görevleri nedeniyle kadını yüceltmesini beklediğimiz muhafazakar görüş, kendi ekonomik özgürlüğünü kazanmış, sosyal ve siyasal pek çok alanda rol alan kadın yerine, bir eş ve anne olarak sorumluluklarını yerine getiren kadın rolünü topluma dayatmakta; aile birliğinin korunmasını kadının refahına ve mutluluğuna tercih etmektedir. Öyle ki, 2011 yılında pek çok bakanlıkta revizyona gidilmesiyle birlikte “Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı” yerini “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı”na bırakmıştır. Böylelikle kadın, muhafazakar ideolojinin öngördüğü şekilde, sadece ailenin bir bileşeni olarak toplumda ve devlette yerini almıştır. Bu yaklaşım sebebiyle, kadın kamusal alanda değil, sadece özel alanda varlığını sürdürmektedir. Bugün aslında kürtaj ve üç çocuk gibi tartışmalarla mevcut iktidar bu özel alanı da kendisi belirlemek istemektedir. Bu muhafazakar görüşe göre, bir özel alanın mevcut olması için de aile bağının kurulmuş olması gerekmektedir. Bu noktada “kızlı-erkekli” yaşanan evler geleneksel bir yapıyı temsil etmediği için özel alan olarak kabul edilmemektedir.

Bu bağlamda yine geçtiğimiz günlerde gündeme gelen hükümet tarafından evli öğrencilere sağlanacak kolaylıklar da dikkat çekicidir. Öyle ki, evli öğrencilerin kredi borçları silinecek, onlara burs ve ücretsiz yurt sağlanacaktır. Mevcut durumda bireylerin medeni halleri ne yazık ki çeşitli imtiyazlara sahip olunup olunamayacağını belirlemektedir. Bu durumda devlet, toplumu evliliğe teşvik ederek yukarıda bahsettiğimiz kendi öngördüğü özel alanı yaratmaya çalışmaktadır. Bu yöndeki çaba aynı zamanda kadının sadece sosyal hayattan değil, eğitim hayatından da kopmasına neden olacaktır. Karma eğitim tartışmalarını da bu doğrultuda değerlendirmek gerekir. Karma eğitimin kaldırılması, kadınlarla erkeklerin bir arada sosyalleşmelerini ve aslında daha çocukluktan başlayan birbirini tanıma evresini ortadan kaldırarak kadın-erkek ilişkisini aile yaşantısıyla ve cinsellikle sınırlandıracaktır.
Bugün muhafazakarlaşmanın etkilerini ülkemizin en önemli problemlerinden biri olan kadına yönelik şiddette de görmekteyiz. Toplumsal cinsiyet kapsamında erkeğe biçilen evin reisi olma rolü, muhafazakarlıkla birlikte kadının üzerinde de bir otorite sahibi olmak olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle erkeğin beklentilerini karşılamayan kadın, şiddet yoluyla bastırılmaktadır. Bu şiddet, caydırıcı bir yaptırımla önlenmediği için kadın cinayetleri gibi uç bir noktaya varmıştır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2013’te yayımladığı, Ocak, Şubat ve Mart aylarını kapsayan verilere göre kadınların öldürülme nedenleri arasında “ayrılık/boşanma” ve “kadının hayatına dair bir karar vermek istemesi” maddeleri öne çıkmaktadır.5 Başka bir deyişle, kadının kendi hayatıyla ilgili karar almak istemesi erkeğin otoritesine karşı bir hareket olarak algılanmakta ve bu otorite kadının canından daha kıymetli görülmektedir. Bu noktada, iktidarın mevcut şiddeti daha da körükleyici tutumunun da altı çizilmelidir. Örneğin, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in “Medya abartıyor. Kadına şiddet algıda seçicilik.” demesi6 , Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in BM’ye yönelik “Kadına karşı şiddetle uğraşacağınıza önce insanlığa karşı cinayetleri önleyin.”7 demeci, eski İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın Münevver Karabulut cinayetiyle ilgili Karabulut’un ailesine yönelik “Kızlarına sahip çıksalarmış.”8 şeklindeki açıklaması ve Başbakan Erdoğan’ın “Biz çalışmaları başlatana, araştırmaları başlatana kadar, bu ülkede şiddete uğrayan kadınların istatistiği bile tutulmuyor, bunlardan hiç kimsenin haberi olmuyordu. Bugün artıyormuş gibi lanse edilen şiddet, esasen daha önce bilinmeyen, gizli-kapalı tutulan, aslında artık azalmaya da başlayan vakaların abartılmasından başka bir şey değildir.”9 şeklindeki söylemi, şiddet sorununu çözmekten çok uzaktır.

Kadınların mağdur olduğu ve aynı zamanda sorumlu tutulduğu bir diğer önemli nokta da kadınlara yönelik cinsel istismardır. Bugün toplumun pek çok kesimi tarafından mini etek veya dekolte giymek tecavüz sebebi olarak algılanmaktadır. Erkek egemen toplum yapısının belirlediği kuralların dışında kamusal alanda bulunan kadınlar, var olan anlayışı değiştirmeye çalıştığı ve muhafazakar görüş buna tamamen karşı çıktığı için tecavüzden de yine onlar sorumlu tutulmaktadır. Bu nedenle, kadın sadece cinselliğiyle ön plana çıkmakta ve onun insani değeri hiçe sayılmaktadır.
Sonuç olarak, muhafazakar düşüncenin ön plana çıkardığı toplumsal cinsiyet eşitsizliği sadece bir kadın sorunu olarak değil, bir demokrasi sorunu olarak da algılanmalıdır. Bireyin kişiliğiyle değil cinsiyetiyle temsil edildiği bu yapı, kadını ve erkeği farklı alanlara ait kılmaktadır. Bu bağlamda, kadının yalnızca aile yaşantısında varoluşu onun siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda görünürlüğünü azaltırken, erkeği de kamusal alanın vazgeçilmezi yapmaktadır. Bu nedenle her alanda eşit söz hakkına sahip olmayan bireylerin oluşturduğu bir toplumda demokratik bir yapıdan bahsedilemez. Toplumsal cinsiyetle ilgili yaşanan bu sorunlar, her dönem var olan ancak son on yılda muhafazakar eğilimle beraber iyice çözümsüzleşen sorunlardır. Ancak bugün bu sorunlar çözülmek için değil bir siyasi manevra aracı olarak gündeme getirilmektedir. Bugün eşitlik, özgürlük, adalet, insan hakları kavramlarının ön plana çıktığı bir toplumdan söz ederken, kadın ile erkeği birbirinden bağımsız düşünmek olanaksızdır. Kadının özgürlüğünün engellenmesi erkeği de etkileyecek ve demokrasinin bel kemiğini oluşturan birey, toplumsal yaşantıdan silinecektir.
