Dr. Alev COŞKUN | Gazeteci – Yazar
Karşıcıların “İhtilal Konseyi” Önerisi ve Atatürk’ün Cumhuriyet ve Demokrasi Düşüncesi
Milli Mücadele’nin (Ulusal Bağımsızlık Savaşı) çeşitli aşamaları vardır. Nutuk’un ilk yirmi sayfasında, Mustafa Kemal’in yaptığı durum değerlendirmesinde bu stratejik aşamalar anlatılmıştır. Siyaset ve askerlik sanatının büyük ustası Mustafa Kemal bu durum değerlendirmesinde önce Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor koşulları anlatır. Ordunun durumunu irdeler ve günün koşulları içerisinde kurtuluş yollarını ortaya koyar.
Bu noktada toplumdaki üç kurumu; millet, ordu, padişah üçgenini ele alır ve çok önemli bir saptama yapar. Şöyle ki:
“Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, Padişah ve Halife’nin hayınlığından haberi olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal, ulus ve ordu kurtuluş yolu düşünürken, kuşaktan kuşağa geçen bu alışkanlık dolayısıyla, kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil… Bu inanca aykırı görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hayın sayılır, istenmez olur.”1
Burada işaret edilmek istenilen önemli noktalar şunlardır: * Yüzyılların getirdiği geleneklere göre padişah ve halife dokunulmazdır. * Ulus ve ordu, bu gelenekler nedeniyle kendinden önce halifeliği ve padişahlığı düşünmektedir. * Özellikle halifesiz ve padişahsız bir kurtuluşu kavramaya yeterli değildir. * Bu inançlara karşı görüş ileri sürenler, dinsiz ve vatansız ilan edilirler.
Bu önemli saptamadan sonra Mustafa Kemal kurtuluş çareleri olarak genellikle üç yol üzerinde durulduğunu, birincisinin İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek, ikincisinin Amerika’nın güdümünü istemek, üçüncüsünün bölgesel kurtuluş yollarına başvurmak olduğunu belirtir. Bu kurtuluş çarelerini saydıktan sonra Atatürk şöyle der: “…Ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım… …Bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız bir Türk devleti kurmak… Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm!”
Mustafa Kemal, vatan toprağının yabancı işgalinden kurtarılmasını ve sonrasında çağdaş bir toplum ve çağdaş bir devletin yaratılmasını amaçlıyordu.* Bu amaçların sağlanması için temel stratejiyi “ulusal bir giz” gibi içinde taşıyarak “planları evre evre uyguladığını” ancak “zaman zaman mücadeleye beraber başladığı arkadaşlarıyla aralarında anlaşmazlıklar çıktığını da” belirtir.
Çelişkiler ve Yeteneklerinin Sınırı
Bu anlaşmazlıklar özellikle, Kurtuluş’tan sonra Cumhuriyet rejiminin kuruluşu aşamasında kendisini gösteriyordu. Ancak Mustafa Kemal, çağdaş bir toplum ve çağdaş bir devlet düzeni kurulması yolunda amaçlarından ödün vermeden yoluna devam ediyordu. Arkadaşlarıyla arasındaki bu çelişki için Atatürk Nutuk’ta tarihsel bir değerlendirme yapmıştır. Şöyle ki: “Ulusun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu buydu. Ben de öyle yaptım. Ancak tuttuğum bu uygun ve güvenilir başarı yolu; yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kişilerden kimileriyle aramızda zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde köklü ve ayrıntıya yönelik anlaşmazlıklar, gücenmeler, dahası ayrılıkların da nedeni ve açıklanışı olmuştur.”

Atatürk hemen ardından şu önemli noktayı belirtir: “Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet yasalarına dek uzayan gelişmelerinde, kendi düşün ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşıt olmaya başlamışlardı.”2
Atatürk, yakın arkadaşlarının bağımsızlık savaşının kazanılmasından sonraki karşıtlıklarını, onların kavrama yeteneklerinin sınırlı olmasıyla açıklamıştı. Bu karşıtlık, temel olarak açık bir biçimde Cumhuriyet’in ilanında yaşanmıştır.
Keçiören’deki Önemli Toplantı
Kuvayı Milliye orduları, ağustos ayındaki büyük savaş için en son hazırlıklarını yapıyorlardı. Ama henüz hiçbir şey belirgin değildi… Temmuz 1922’de Başbakan Rauf Orbay, Mustafa Kemal’i bazı önemli konuları görüşmek üzere Refet Bele’nin evine davet etti.
Zaferden sonra oluşacak yeni devletin kurucuları arasındaki çelişkilerin tohumlarını göstermesi açısından Keçiören’de Refet Bele Paşa’nın evinde yapılan toplantı önemlidir. Gece başlayıp sabaha kadar süren Keçiören’deki toplantıda Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Mustafa Kemal vardır.*
Toplantının en önemli konusu padişahlık ve halifelik kurumu olmuştur. Rauf Bey, Meclis’teki üyelerin padişahlığın ve halifeliğin ortadan kaldırılabileceği düşüncesinden kaygılandığını ve üzüldüğünü belirtir, “Bunun için Meclis’e ve kamuoyuna güvence vermeniz gerektiğine inanıyorum” der.
Toplantının temel gündemi, Mustafa Kemal’den padişahlığın ve halifeliğin kaldırılmayacağına dair güvence istenmesidir.
Atatürk’ün, Rauf Orbay’a padişahlık ve halifelik konusundaki görüşünü sorması üzerine Orbay’ın yanıtı şöyle olur: “Ben padişahlık ve halifelik makamına gönül ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten vardır…

Halifeye bağlılığım ise görgüm gereğidir. Bizde kamunun birliğini korumak güçtür. Bu makamı kaldırmak yıkıma yol açar.”3
Refet Paşa da, Rauf Bey’in görüş ve düşüncelerine katıldığını belirterek, “Bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu olamaz” dedi.
Ali Fuat Paşa ise Moskova’dan yeni geldiğini, durumu ve kamunun düşüncesini bilmediğini belirterek, kesin bir kanı ileri süremeyeceğini bildirdi. Mustafa Kemal bu durum karşısında şu kısa yanıtı verdi: “Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Meclis’te kimilerinin telaş ve tedirginliğe kapılmasına da yer yoktur.”4 Mustafa Kemal Nutuk’ta şu yargıya varıyor: “Akşam üzeri başlayan konuşmamız, bütün gece sabaha dek uzadı. Rauf Bey’in bir şeyi sağlamak istediğini sezinledim. Benim kendilerine, Halifelik, Padişahlık ve ileride kişisel olarak alabileceğim durum üzerinde söylediğim ve kendilerinin de inandırıcı buldukları sözleri bana kürsüden kendi ağzımla Meclis’e söyletmek.”5
Mustafa Kemal bu sözleri Meclis’te tekrarlamayı kabul etti. Ancak Rauf Orbay ve Refet Bele’nin açıkça padişah ve halife yanlısı tutum almaları çok önemli bir kırılma noktasıydı.
Padişahlık ve Halifelik Ayrılıyor
Mudanya Ateşkesi’nden sonra barış konferansı için Avrupa devletleri, İstanbul ve Ankara hükümetlerini ayrı ayrı davet ettiler. Emperyalistlerin amacı, barış görüşmelerinde İstanbul ve Ankara arasındaki çelişkilerden yararlanmaktı. İstanbul’daki sadrazamdan TBMM’ye gelen telgrafta da Barış Konferansı’na birlikte gidilmesi gerektiği belirtiliyordu. İstanbul’un bu tutumu Kuvayı Milliye Meclisi’ni öfkelendirmişti.
Mustafa Kemal, padişahlık makamını kaldırmak için bu bunalımdan yararlanmayı uygun gördü. Mustafa Kemal şöyle anlatıyor: “…Padişahlığı halifelikten ayırmaya ve önce padişahlığı kaldırmaya karar verdiğim zaman ilk yaptığım işlerden biri de hemen Rauf Bey’i Meclis’teki odama çağırmak oldu. Rauf Bey’in, Refet Paşa’nın evinde sabahlara dek dinlediğim düşüncelerini ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta kendisinden şunu istedim: ‘Halifeliği ve padişahlığı birbirinden ayırarak padişahlığı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz.” Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine bu iş için çağırmış olduğum Kazım Karabekir Paşa geldi. Ondan da bu yolda konuşmasını rica ettim.”6
Rauf Orbay, kürsüden bu konuda iki kez konuşma yaptı ve hatta, padişahlığın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesini de önerdi.* İşte Mustafa Kemal’in önderliği budur.
Mustafa Kemal’in Meclis’ten Dışlanmak İstenmesi
1 Kasım 1922’de padişahlık makamının kaldırılması, padişah yanlılarını derinden yaralamıştı. Hemen, bir ay sonra 2 Aralık 1922’de Meclis’e seçimlerde aday olacak kişilerde aranacak niteliklerle ilgili bir yasa tasarısı sunuldu.

Tasarıyı verenler Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Albay Selahattin (Köseoğlu) ve Samsun Milletvekili Emin Bey’di.
Yasa tasarısının can alıcı noktası aşağıdaki maddedir:
“Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerli halkından olmak, ya da kendi seçim bölgesinde yerleşmiş olmak gerekir. Göçmen olarak gelenlerden Türk ve Kürtler, bir yere yerleştikleri günden bu yana beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.”
Bu tasarı aslında Mustafa Kemal’i hedef alıyordu.
Doğum yeri olan Selanik bugünkü sınırlar dışında kalmıştı. Herhangi bir seçim bölgesinde de beş yıl oturmuş değildi.
Padişahlığı kaldıran Mustafa Kemal’den, padişahcılar öçlerini almak istiyorlardı.
Erzurum ve Sivas Kongresi’ni toplayan, TBMM’nin gerçekleşmesini sağlayan üç buçuk yıl süren Milli Mücadele’nin her aşamasını yöneten, Başkomutan olarak bizzat savaş meydanlarında savaşan Mustafa Kemal’in Meclis dışına atılması isteniyor, seçimlere aday olarak katılması engelleniyordu.
Atatürk, “Doğduğum kent bugünkü Misak-ı Milli sınırları dışında kaldıysa kabahat benim midir? Cepheden cepheye koştuğum için bir yerde beş yıl sürekli oturamadıysam kabahat benim midir?” diyerek Meclis’te yaptığı konuşmada girişimin nasıl kendisini hedef aldığını belirtti ve tasarı püskürtüldü.**Ama bu insafsız ve düşmanca girişim çok önemli bir kırılma noktası olarak belleklerde yer tuttu…
Cumhuriyet’in İlanına Karşı Takınılan Tavır
Diğer bir kırılma noktası, Cumhuriyet’in ilanı üzerine Rauf Orbay ve Kazım Karabekir’in takındıkları tavırdır.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edildiği gün Rauf Orbay İstanbul’daydı. Hemen gazetelere bir açıklama yaptı, kamuoyunun ani bir olay karşısında bırakıldığını söyledi. Oysa Amasya Bildirgesi, Erzurum ve Sivas Kongresi kararları, TBMM’nin kuruluşu, 1921 Anayasası ve padişahlığın kaldırılışı artık bir Cumhuriyet’e gidildiğini açık seçik gösteriyordu.
Nitekim, 27 Eylül 1923 tarhinde Neu Preie Presse gazetesine verdiği demeçte, Atatürk mevcut anayasanın aslında bir cumhuriyet rejimini öngördüğünü belirterek şunları söylemişti: “Yeni Türkiye Esas Teşkilat Kanunu’nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yürütme kudreti, yasama yetkisi milletin biricik gerçek temsilcisi olan Meclis’te belirmiş ve toplanmıştır. Bu iki kelimeyi bir kelimede özetlemek kabildir: Cumhuriyet.”

İstanbul basınından kimi yazarlar ve basına açıklama yapan Rauf Orbay Cumhuriyet’in ilanını bir “oldu bitti” olarak niteliyorlardı. Kazım Karabekir de Cumhuriyet’in ilanını kabul etmiyordu. Halife Abdülmecit’i ziyaret çıkışında Karabekir: “Mustafa Kemal, çıkamadığı bir makamı, yani Saltanat ve Hilafet makamını yıkmak kararındadır” diye sert bir tavır takınıyordu.8 Rauf Orbay eleştirilerini Atatürk’e olduğu kadar hükümete ve Başbakan İsmet İnönü’ye de yönelterek Cumhuriyet’i “sorumsuz kişilerce düzenlenen bir yönetim biçimi” olarak niteliyordu.
Hemen ardından CHP grubunda yapılan görüşmelerde söz alan İnönü, bu görüşlere şöyle yanıt vermişti: “Köklü bir devlet biçimi söz konusu olduğu zaman düşüncelerimiz ve dünyamız gizli kalmaz… Cumhuriyet’in ilanı, bir ulusun kutsal bir ülküsü, bir ateşi gibi ortalığı sarar…”9
Rauf Bey’in “Cumhuriyet’in ilanında acele ettiniz” eleştirisine İsmet İnönü’nün verdiği yanıt da çok ilginçtir. İnönü’nün karşılığı şudur: “Doğal sayılan bir sonuç için acelecilik söz konusu olamaz; ancak yanılgı sayılabilecek sonuçlar için acelecilik söz konusudur. Cumhuriyet’i aceleyle ilan demekle, o gün ilan edilmeyip altı ay sonraya kalsaydı, belki başka bir durum ortaya çıkardı, denilmek isteniyor ki, sözün bu anlamı ile acele edilmiştir.”10
CHP grup toplantısında yapılan bu görüşmeler, Cumhuriyet’in ilanı sırasında cumhuriyetçilerle karşıcıların düşüncelerini ortaya çıkaran çok önemli ve tarihi belgelerdir.

Kuşkunun Nedenleri
Rauf Orbay ve arkadaşları, Cumhuriyet’in ilanına neden karşı çıkıyorlardı? Neden kuşku duyuyorlardı?
Onlar, Atatürk’ün diktatörlüğe yöneleceği sanısına kapılmışlardı.
Oysa Atatürk, kendisine yapılan padişah ol, halife ol önerilerini reddetmişti. Atatürk, cumhuriyet rejimini temelde bir demokrasiye geçiş olarak algılamıştı. Bu husus, Atatürk’ün bizzat yazdığı Medeni Bilgiler (Yurttaşlık Bilgisi) kitabında açıkça görülür. “…Demokrasi prensibi, hakimiyetin millette olduğunu, başka yerde olmayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasi kuvvetin, hakimiyetin kaynağına yasallığına temas etmektedir. Demokrasinin tam ve en belirgin şekli Cumhuriyet’tir.”11 denilmektedir.
Rauf Orbay ve Kazım Karabekir’in Cumhuriyet’in ilanı sonrasında takındıkları tavır sürdü ve sonra da “Terakkiperver Fırka”nın kuruluşuna kadar gitti.

Atatürk ve yakın arkadaşlarının Cumhuriyet’i bir diktatörlük için değil, demokrasiye geçiş için kurduklarına ilişkin en çarpıcı kanıt, 1929 yılındaki Milli Eğitim Bakanlığı’nın genelgesidir.
Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray, 12 Nisan 1929’da yayımladığı genelgede, yeni yetişen gençlerin sadece “Cumhuriyet’i seven” kişiler olarak değil, “bilinçli cumhuriyetçi, bilinçli demokrat ve bilinçli laik vatandaşlar” olarak yetişmeleri gerektiğini belirtiyordu.12 Bunun anlamı, demokrasiye giden, demokrasi ortamını yaratan bir Cumhuriyet yönetimidir. Atatürk’ün yayımladığı, ortaokul ve liselerde okutulan Medeni Bilgiler kitabı da bu amaçla hazırlanmıştır.
İşte bu nedenlerle Bernard Lewis, Lord Kinross, Stanford Shaw, Maurice Duverger gibi yabancı bilim adamları Atatürk’ü diktatör olarak nitelemenin asla mümkün olmadığını, onun demokrasiye geçiş için sürekli gayret harcadığını ve aydınlanma reformlarını yaptığını belirtmişlerdir. Prof. Duverger, Siyasi Partiler adlı ünlü yapıtında: “Tek partilerin genellikle totaliter partiler olduğunu, ancak faşist rejimlerde rastlanan otorite söyleminin yerini Kemalist Türkiye’de demokrasi söylemi”nin aldığını açıkça belirtmiştir.13
Nedenler – Çelişkiler
Milli Mücadele’ye birlikte başlayan Atatürk, Orbay, Karabekir arasındaki bu çelişkinin kuşkusuz çeşitli nedenleri vardır. Kanımızca bu nedenlerden en önemlisi psikolojiktir, bencillik duygularıdır. Yönetimde sürekli söz sahibi olmak arzusudur. Mademki ülkenin kurtuluşunu birlikte gerçekleştirdik, öyleyse daima biz söz sahibi olmalıyız istek ve içgüdüsüdür. Bu kanımızı güçlendiren ve pek bilinmeyen bir girişimden söz edeceğiz.
İnönü’ye Yapılan Öneri
Lozan Konferansı dönüşü sonrasındaki günlerde, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın İnönü’ye getirdiği “teklif” son derece ilginçtir ve önemlidir. Bu tekliften İnönü’nün hatıralarında uzun uzun söz ediliyor.*
İnönü şöyle diyor: “Fevzi Paşa ile bugünlerde bir mülakat (görüşme) hatırlarım. İkimiz baş başa konuşuyoruz. Fevzi Paşa bana, bundan sonra yapılacak ıslahat (düzeltmeler, iyileştirmeler) ve icraat (uygulamalar) için Atatürk’ün eski arkadaşları ile, ileri gelen arkadaşlarla görüşüp yapılacak işleri beraber kararlaştırmayı usul ittihaz etmesini (kabul etmesini) teklif etti. Kendi aralarında bunu görüşmüşler, Fevzi Paşa vasıtası ile bana da teklif ediyorlar. Ben de evet dersem, Fevzi Paşa, Atatürk’e gidip bu kararı söyleyecek ve bundan sonraki çalışmaların böyle yürütülmesini teklif edecek.”14 İnönü, bu anlatımını şöyle sürdürüyor: “İşte bütün ihtilaflar (sorunlar) bundan çıkıyor. Şikayet eden arkadaşlar, herkes, ne yapılacağını bilmiyoruz, emirvaki karşısında bulunuyoruz… Bunları bir esasa, bir beraber çalışma havasına bağlayalım, arzusundalar.”

İnönü devam ediyor: “Fevzi Paşa vaziyeti anlattı, sen bu fikirde mutabık olursan, (bu fikre uyarsan), ben hepinizin namına Atatürk’le konuşurum dedi.”15 Bu önemli konuşmayı çözümlersek, şu durum ortaya çıkıyor:
İhtilal Konseyi
1. Mücadeleye birlikte başlayan arkadaşların şikayeti var. (Orbay, Karabekir, Cebesoy gibi) 2. Kendi aralarında görüşüp karara varmışlar, Fevzi Çakmak’ı İnönü ile görüşmesi için görevlendirmişler. 3. Bundan sonra yapılacak işler için önce kendileri ile görüşülüp bir uzlaşma ve anlaşmaya varılmasını istiyorlar. 4. Aslında yeni bir işleyiş modeli yaratmak istiyorlar. Buna göre, bir kurul oluşacak, bu kurulda Mustafa Kemal, Orbay, Karabekir, Refet Bele, Cebesoy, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü olacak. Önce bu kişiler bir araya gelip, yapılacak işler hakkında bir karara varacaklar. 5. Temel olarak, adeta bir İhtilal Konseyi yaratmak isteniyor. Bir oligarşik, otoriter kurul yaratılmak isteniyor. 6. Eğer İnönü bu öneriyi kabul ederse, aralarında uzlaştıkları bu kararı Fevzi Çakmak gidip Atatürk’e anlatacak, adeta ona bir ültimatom verecek.
İnönü’nün Yanıtı
Bu öneriye İnönü’nün verdiği yanıt çok önemlidir.
Bu yanıtı da Hatıralar’dan aynen izleyelim: “Fevzi Paşa’ya şunları söyledim: Devletin resmi müesseseleri (kurumları-kuruluşları), devlet işlerinin, tertiplerin (düzenlerin) konuşularak, müzakere edilecek ve mutabık olunacak (birlikte karar verilerek) zamanları ve vaziyetleri tayin edilmiştir (karar zamanları ve görevlileri belirlenmiştir). Benim bütün hayatımda inandığım usul budur. Bunun için bir iç müessese (bir iç kurum) ile devlet reisini kordon altına almanın doğru olmadığı mütalaasındayım (düşüncesindeyim). … Böyle bir teşebbüsü (girişimi) ben doğru bulmam. Kendisine bu cevabı verdim.”16
İnönü, böylece bu düzenlemeye kesin bir biçimde karşı çıkmıştı. İnönü, bu olayı “tahlil” edip, çözümleyip anlattıktan sonra şu önemli kanısını vurguluyor: “Ben esas ihtilafı (sorunu), fikirlerimiz arasında temelde fark olmasından ve beraber çalışma itimadının (güveninin) bozulmasından ibarettir şeklinde görüyorum.”17 İnönü’ye göre, sorun her devrimde ortaya çıkan bir konudur, “Baştan beri beraber çalışan arkadaşlar, bir noktada, yeni yapılacak reformlar ve takip olunacak istikametler (yönler) için fikirde mutakıp olamamışlarsa, ayrılmak mecburiyetinde kalıyorlar…”
İşin temelinde, mademki Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yaptık, işin başından beri beraberiz, bu devleti beraber kuruyoruz, hepimiz aynı derecede söz sahibi olmalıyız düşüncesi yatıyordu. Böylece, devlet modeli içinde bir “İhtilal Konseyi” yaratalım, her şeye önce biz karar verelim, sonra Meclis’e gitsin diyorlardı.
Bu Nasıl Demokratlık?
Orbay ve Karabekir’i büyük demokrat olarak tanıtan bugünün kimi liberal yazarları bu girişim karşısında acaba ne diyeceklerdir?
Nitekim, İnönü, Hatıralar’da açıkça şöyle diyor: “Arkadaşlardan birçoğu Cumhuriyet ilanının vakitsiz ve sırasız olduğunu düşünüyorlardı. Vakitsiz ve sırasız olduğunu düşünürler derken, lüzumsuz olduğunu, arzu edilir olmadığını ifade etmeyi, ‘acele’ şeklinde tevile (sözü çevirmeye) çalıştıkları bilinmelidir.”

İnönü, Hatıralar’da daha sonraki gelişmeleri ve Terakkiperver Fırka’yı anlatır, analiz eder. Bu ayrıntılara girmek bu makalenin sınırlarını aşıyor. Ancak İnönü’nün önemli yargısını buraya alarak vurguluyoruz. İnönü şöyle diyor:
Osmanlı Reformcusu
“Terakkiperver Fırka erkanı, reformcu kimselerdi ama Osmanlı reformcusu idiler. Ben dahil, hiçbirimiz reformculukta Atatürk metotlarını daha evvel görmüş, düşünmüş, benimsemiş değiliz. Atatürk metotları meydana çıkınca, ben sükunetle (sakin bir biçimde) vaziyeti mütalaa ederek (durumu dört bir yönden düşünerek) halin, zamanın tedbirleridir (önlemleridir) diye düşünmüşümdür. Atatürk’le konuşmalarımızda, yapılabilirse bu şimdi yapılır, dediği zaman benim inanmam, ötekilerin korkması…”20
Değerlendirme
Tarihsel açıdan değerlendirdiğimiz zaman, Cumhuriyet’in ilanı sürecinde, devrimciler birçok kırılma noktaları yaşamışlardır.
Ulusal savaşa katılanlardan bir bölümü, Cumhuriyet düşüncesini içine sindiremiyor, Cumhuriyet ilkelerini özümseyemiyordu… Bu nedenle Atatürk’e karşı çıkıyorlar, hatta, Atatürk’ün Meclis’in dışında bırakılması girişimlerinde bile bulunuyorlardı.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, salt Cumhuriyet düşüncesine karşı çıkamayanlar onun ilanının aceleye getirildiğini öne sürüyorlardı. Ancak Meclis’te Cumhuriyet’i savunanlar, acele edildiği düşüncesini asla kabul etmiyorlar, Cumhuriyet’i ilan edenin sorumsuz kimseler olmadığını, kararın Yüce Meclis tarafından verildiğini belirtiyorlardı.
Meclis’te konuşan hukukçu Abdurrahman Şeref Bey’in vurgulamaları önemlidir. Şöyle ki: “Hükümet biçimlerini birer birer saymak gereksizdir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorarsanız sorunuz, bu Cumhuriyet’tir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş; varsın gelmesin.”
Cumhuriyet’in ilanından sonra temelde bu rejime karşı çıkanların Fevzi Çakmak kanalıyla “İhtilal Konseyi” kurma önerileri çok düşündürücüdür.
Cumhuriyet ve demokrasi fikrine tamamen karşı olan bu önerinin ne yazık ki, kendilerine “demokrat” niteliği yakıştırılmaya çalışılan kişilerden gelmesi de büyük çelişkidir.
İnönü’nün bu öneriye verdiği yanıt, onun Atatürk’e, cumhuriyet, demokrasi ve hukuka bağlı niteliklerinin açık bir kanıtıdır.
İnönü’nün Hatıralar’da hepimiz reformcuyduk, ama Osmanlı reformcusuyduk. Atatürk’ün önerdiği model, devrimciydi. Ben düşündüm, günün koşullarını değerlendirdim, onun yanında yer aldım diyerek konuya alçakgönüllü bir biçimde açıklık getirmesi de çok önemlidir.
Unutulmasın… Atatürk devrimciydi. Çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet yaratmak isteyen büyük bir devrimci…
Cumhuriyet ilkelerini bilmeyen, demokrasinin adını dahi duymamış, okuma yazma oranı %7’lerde olan ve ortaçağ düzeyinde yaşayan bir topluma, demokrasiyi öğretmek için savaşan, bunun için Medeni Bilgiler kitabını yazan, bu kitabı bütün ortaokul ve liselerde okutan bir devrimci…
Atatürk bir Cumhuriyetçiydi. Atatürk Türk toplumu için demokrasinin yollarını açmıştı… Atatürk çağdaş bir toplum, çağdaş bir devlet düzeni yaratmak istemişti. İşte laik ilkelere bağlı Cumhuriyet modelinin temeli budur…
KAYNAKÇA
1. Söylev (H.V. Velidedeoğlu sadeleştirmesi), Cumhuriyet Yayınları, s.42
2. a.g.e., s.46.
3. a.g.e., ss.369-370.
4. a.g.e., s.370.
5. a.g.e., s.370.
6. a.g.e., s.371.
7. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s.73, ayrıca bkz. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Bilgi, 2004, s.385.
8. Turan, Şerafettin, a.g.e., s.395.
9. Turan, Şerafettin, İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi, Kişiliği, Kültür Bakanlığı Yayını, 2000, s.73
10. Tartanoğlu, Ali, Yalnız Adam Mustafa Kemal, s.129.
11. İnan, Afet, Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazıları, T.T.K, 1969, ss.53-55, Medeni Bilgiler, Örgün Yayınları, 2003, ss.10-12. Ayrıca, Bu konudaki geniş incelememize bkz. “Atatürk, Cumhuriyet ve Demokrasi”, Teori, Mart 2010, ss.15-28
12. Turan, Şerafettin, Atatürk, s.399.
13. Duverger, Maurice, Siyasi Partiler, Bilgi Yayınevi, 1974, ss.360364.
14. İnönü, Hatıralar, age., s.437.
15. a.g.e., s.437.
16. a.g.e., s.438.
17. a.g.e., s.438.
18. a.g.e., s.438.
19. a.g.e., s.440.
20. a.g.e., s.467.
21. TBMM Tutanaklarından Aktaran Şerafettin Turan, Atatürk, s.388