Ece GÜLEÇ | ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte, Türkiye’de siyaset, ekonomi, toplumsal yaşam, kültür ve sanat gibi pek çok alanda büyük atılımlar gerçekleşirken tüm bunlarla yakından ilişkili olan eğitimde de bugünü şekillendiren önemli adımlar atılmıştır. 1921’de düzenlenen Maarif Kongresi, 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1928’de gerçekleşen Harf Devrimi, 1930’lu yıllardan itibaren açılan Halkevleri ve Halkodaları gibi pek çok yenilik yediden yetmişe tüm halkın eğitimine büyük katkılar sağlamıştır. Bunların yanında, ülkemizde eğitimle beraber bilimin de gelişmesine olanak sağlayan bir başka atılım 1933’te gerçekleştirilen Üniversite Reformu’dur. Bu yazıda öncelikle, reform kararının temellerinin atılmasında büyük pay sahibi olan Darülfünun’un tarihçesine kısaca değinilecek, ardından 1933’te yeni bir boyut kazanan yükseköğretimde reform sonrası süreç değerlendirilecektir.
Darulfünun
Osmanlı Devleti’nde yükseköğretim denilince akla gelen kurumlar medreselerdir. Selçuklu Dönemi’nde bilimsel eğitim veren yükseköğretim kurumları niteliği kazanan medreselerin Osmanlı Devleti’ne uzanana dek geçirdiği evrim ne yazık ki olumsuz yönde olmuştur. Selçuklu Dönemi’nde matematikten astronomiye, felsefeden doğa bilimlerine kadar uzanan geniş yelpazedeki medrese eğitimi, gün geçtikçe akıl ve bilimden çok dini ön plana çıkaran, daha muhafazakar bir yapıya bürünmüştür. Ancak, devletin devamlılığını sağlayacak, onu yönetecek bilgili insan yetiştirme ihtiyacı da varlığını sürdürmektedir. Bu sorun Enderun Okulları ile çözülmek istenmiştir. Öğrencilerinin büyük çoğunluğunu devşirmelerin oluşturduğu Enderun Okulları’nda, medreselerin aksine din dersleriyle beraber fen, matematik, öğrencilerin yeteneklerine uygun sanat alanları, idari işler ve dil üzerine eğitim verilmektedir. Özetle, toplumun bir kesimi din ve gelenek odaklı, dogmatik bir eğitim alırken, başka bir kesim çok daha modern bir eğitimden geçmektedir. Bu ikili eğitim yapısı Osmanlı Devleti’nde uzun süre devam etmiştir. Pek çok alanda olduğu gibi eğitimde de birtakım düzenlemelere gitme ihtiyacı Tanzimat Dönemi’nde ortaya çıkmıştır. 1700’lü yıllardan sonra Batılı ülkeler karşısında üst üste yenilgiler alınması nedeniyle öncelik askeri eğitimde olmak üzere eğitim alanında yenilikler yapılmış, pek çok yeni okul açılmıştır.1 Askeri okul, mesleki okul gibi ayrı ayrı yüksekokullar yerine bir üniversite kurmak için ilk fikirler de yine Tanzimat Dönemi’nde ortaya atılmıştır. İlk somut girişim olarak 1846’da Darülfünun binası için temel atılmış, inşaat ancak 1854’te bitirilebilmiştir. Fakat yeterli öğretim elemanının olmayışı, ders kaynaklarının yetersizliği vb. sebeplerle eğitime başlanamamıştır.2 Pek çok kaynakta, eğitime başlangıç tarihi olarak 1863 verilmektedir. Bu tarihten itibaren tüm aydınlanmacılarda Darülfünun bir fikir olarak var olmuş, pek çok somut adım atılmış, fakat bu adımlar hep bir engelle karşılaşmıştır. Kimi zaman siyasi kaygılar, kimi zaman mali kaynak yetersizliği gibi sebepler gösterilerek Darülfünun her defasında kapatılmıştır. Darülfünun’un sancılı geçen kurulma ve eğitimine süreklilik kazandırma süreci ayrı bir çalışma gerektirdiği için bu yazıda yalnızca 1933’teki reformu daha iyi anlamamıza yardımcı olacak temel süreçler özetlenecektir. Yukarıda değindiğimiz gibi pek çok denemeyle geçen yaklaşık 55 yılık kuruluş süreci 1900’de son bulmuş ve resmi olarak üniversite, Darülfünun-ı Şahane (İmparatorluk Üniversitesi) adıyla kurulup eğitime başlamıştır. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte, yeni çıkarılan yönetmelikte Darülfünun’a bilimi yayma ve ilerletme görevi biçilmesi, gençlerin eğitim talebinin artması gibi olumlu gelişmeler sonucu Darülfünun’da bir canlanma yaşanmıştır. Fakat bu ilerleyişin de kısa sürmesi üzerine I. Dünya Savaşı başlangıcında bir reforma gidilerek Almanya’dan 20 profesör getirilmiştir. Eğitimle birlikte bilimsel ilerlemeyi de sağlamak için araştırma enstitüleri kurulmuştur. Ancak, savaştaki yenilginin ardından Alman bilim insanları ülkelerine geri dönmüşler3 , bu nedenle de yeniliğin devamını getirecek kadrolar yetiştirilememiştir.* Tüm bu çalışmalara rağmen, 1920’li yıllara gelindiğinde Darülfünun, devrimci bir değişim gösteren bir toplumda tutucu bir üniversite durumundadır.4 Çünkü, üniversite eğitiminde rol alan öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu medreselerden yetişmiş, gelenekçi yapıda kimselerdir. Zaman ilerledikçe bu durumu yalnızca üniversitenin azınlıkta olan reform yanlısı öğretim elemanları değil, üniversite dışındaki aydınlar da eleştirmeye başlamışlardır. Bunun üzerine yeni toplumun ihtiyacına cevap veren, kendi içine kapanmak yerine ilerlemeyi sağlayacak bir üniversite yaratmak için en önemli adımlardan biri atılmıştır: Cenevre Üniversitesi’nden Prof. Dr. Albert Malche, Darülfünun’da incelemeler yapıp bir reform taslağı oluşturmak üzere Türkiye’ye davet edilmiştir. 1932’de gelen Prof. Malche, hazırladığı ayrıntılı raporda Darülfünun’u tüm yönleriyle, nesnel bir şekilde değerlendirmiş ve sorunlar için somut çözüm önerileri sunmuştur.
Prof. Malche’ın Raporu**
Prof. Dr. Albert Malche, Darülfünun ile ilgili hazırladığı raporda, okulun yönetiminden fiziksel donanımına, derslerin işlenişinden sınıf geçme düzenlemesine, öğretim elemanlarının durumundan öğrencilere kadar tüm alanlarla ilgili gözlemlerini ve önerilerini gerekli açıklamalarla birlikte hükümetle paylaşmıştır. Ayrıca tüm fakülteleri tek tek inceleyerek olumlu bulduğu uygulamalarla birlikte her birine yönelik özel ihtiyaçları da dile getiren Malche, modern bir üniversite için gerekli anahtarları nesnel bir şekilde sunmuştur.5 Üniversite Reformu’nun temelini oluşturması ve günümüz yükseköğretimiyle ilgili bazı ortak noktalar barındırması açısından rapordaki eğitim kalitesi ile ilgili birkaç önemli noktaya değinmek faydalı olacaktır. Öncelikle, Malche’a göre Türkçe bilimsel yayın çok azdır. Aynı zamanda yabancı dilde eserleri anlayabilen öğrenci sayısı da az olduğu için, ders kaynağı olarak öğrenciler kendi aldıkları notlardan başka kaynak kullanamamaktadırlar. Ayrıca derslerin içerikleri bilimsel gelişmeleri takip ederek yenilenmemekte, öğrencilere hep aynı şeyler anlatılmakta ve dersler seminer şeklinde işlenmektedir. Bunun sonucunda öğrenciler araştırmaya yeterince teşvik edilmemekte, sınav geçmek için kendi aldıkları notları ezberlemektedirler. Bu nedenle hafızadan çok bilgi kullanımının olduğu, uygulamalı sınavlar yapılmalıdır. Ayrıca bilimsel uygulama ile birlikte mesleğe yönelik hazırlık da yeterli değildir. Özellikle Fen Fakültesi’nde son sınıf öğrencilerinin mezun olduktan sonra ne yapacaklarına dair net fikirleri bulunmamaktadır. Prof. Malche, eğitimin kalitesini artırmada öğretim üyelerinin durumuna da ayrıca önem vermiştir. Ona göre öğretim üyelerinin menfaatleri tamamen ihmal edilmemekle birlikte, verilen ücret azdır. Zaten ayrılan bütçeye göre çalışan sayısının fazla olduğunu düşünen Malche, az paraya çok kişi çalıştırmaktansa, az sayıda çalışana emeğinin karşılığını vererek, çalışmanın kalitesini artırmak gerektiğini belirtmiştir. Malche’ın bir diğer önerisi ise öğretim elemanlarının profesör olduktan sonra mesleklerinin uygulaması ile bağını koparmaması gerektiğidir. Örneğin bir doktor, profesör olduktan sonra da hasta muayene etmeye devam etmelidir. Böylece Darülfünun’un içine kapanık yapısı kırılarak eğitimdeki ve bilimdeki gelişmeler halkın yaşamına da yansıyacaktır. Prof. Malche için Darülfünun’un en önemli meselesi profesör tayinidir. Profesör olarak tayin edilecek isimlerin, Batı üniversitelerinden birinde uzun bir tahsilin ardından orada iyi bir profesörün asistanlığını yapmış olması şartını mesleki donanım açısından gerekli görmüştür. Raporda yer alan dikkat çekici maddelerden birisi de üniversitenin özerkliği ile ilgilidir. Prof. Malche raporunda, üniversitenin devlet kontrolünde olması gerektiğini belirtmiştir. Çünkü kendi haline bırakılacak bir üniversitenin zamanla amacından uzak bir yapıya bürünmesi ihtimalini daha tehlikeli görmüştür. İlk bakışta bu kadar ilerlemeci ve çağdaş bir eğitimcinin özerklik yerine devlete bağımlılığı savunması çelişkili görünmektedir. Ancak, her fikri ortaya atıldığı koşullar içinde değerlendirmek gerekir. Yeni kurulmuş ve yapılan devrimlerin henüz yeterince benimsenemediği bir ülkede, bilimsel ve teknik anlamda yetersiz olan üniversiteye özerklik verilmesi, bu kurumun tıpkı medreselerde olduğu gibi, rahatlıkla ilerleme karşıtı kişi veya grupların etkisi altına girebilmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle Malche’ın bu önerisi, salt devlete bağımlılık değil, gericiliğin yayılmasını ve üniversitenin kendi içine kapanmasını engellemek için bir önlem niteliğindedir. Yukarıda değindiğimiz konular raporun yalnızca bir kısmının özeti gibi değerlendirilebilir ancak Prof. Malche’ın Türkiye’deki yükseköğretimi çağdaş eğitime doğru yönlendirmedeki özenli çabasını anlayabilmemiz için yeterlidir.
Reform Süreci
Prof. Malche’ın raporu ile birlikte temelleri atılan Üniversite Reformu için 1933’te harekete geçilmiştir. Yapılması gereken yenilikler ortadadır fakat tüm bunları gerçekleştirecek nitelikli kadro bulunmamaktadır. Tek çare Batılı ülkelerden profesör talep etmek olarak görülmüştür. Bu ihtiyaçla ilgili bilgilendirilen Prof. Malche, öncelikle taraflı bir yönlendirmeyi önlemek için tüm Batı Avrupa ülkelerinden küçük gruplar halinde profesörler görevlendirmeyi istemiştir.

Ancak, istenilen sayıya ulaşılamayınca Prof. Malche, süreci kolaylaştırmak için Alman Bilim Adamları Yardım Cemiyeti temsilcisi olarak o günlerde Türkiye’ye gelen Prof. Philipp Schwartz’a Alman profesörlerin Türkiye’ye gelmesi için aracı olmasını teklif etmiştir.6 Böylece Prof. Schwartz’ın çalışmaları sonucu Türkiye’ye gelen 63 Alman profesör,7 Üniversite Reformu’nun itici gücünü oluşturmuştur.* Temelleri ve kadrosu hazır bulunan reform, 1933’te çıkarılan yasa ile resmi olarak gerçekleştirilmiş ve İstanbul Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak kurulmuştur. Reformla birlikte Prof. Malche’ın raporda belirttiği ve yukarıda değindiğimiz pek çok düzenleme hayata geçirilerek, köhne ve toplumdan kopmuş Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesi doğmuş ve bugünkü çağdaş üniversiteye giden yol hızlı bir şekilde açılmıştır.
Reforma Yönelik Eleştiriler
Geniş kesimlerce yükseköğretimi modern bir yapıya büründürdüğü kabul edilen reform sonrasındaki uygulamalardan bazıları, eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Bu eleştiriler özellikle iki noktada odaklanmaktadır: Öğretim elemanlarının tasfiyesi ve yükseköğretimdeki yabancı egemenliği. Öğretim elemanı sayısının azaltılması Prof. Malche’ın raporunda gerekçesiyle birlikte belirtilmişti. Türkiye’ye gelen yabancı profesörlere de yer açılması gerektiği için Darülfünun’la gelen kadroda üçte iki oranında -100 kişiden fazla- azaltmaya gidilmiştir.8 Gelen eleştiriler bu tasfiyelerin sert ve yıkıcı olduğu yönündedir. Görevlerinden alınan Darülfünun öğretim üyelerinin çoğunun maddi ve manevi yönden büyük sıkıntılara girdiği belirtilmektedir.9 Maddi geliri ve toplum içindeki konumu sarsılan bu öğretim elemanlarının yaşadığı yıkımın sebebi elbette bu tasfiyelerdir. Bunu kabul ederken şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir. Batı’da 12-13.yy civarında kurulan üniversitelerin birkaç yüzyılda geçirdiği evrim sonucu ulaştığı seviyeye, Türkiye’deki üniversite birkaç yılda ulaşmak durumundadır. Tasfiyelerde acele edilmesi ve çıkarılan öğretim elemanlarının bir anda sıkıntıya düşmesi bu yüzdendir. Eleştirilerin bir diğer boyutu da yükseköğretim sisteminin yabancı akademisyenler egemenliğinde bulunmasıdır. Bir anda çok sayıda yabancı öğretim elemanının Türkiye’ye gelişi, yeni kurulan ve bağımsızlığı savunan bir ülkede ilk bakışta dışa bağımlı bir tablo sergilemektedir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi bu öğretim elemanlarının geltiriliş sebebi Türkiye’de reformu anlayıp gereklerini yerine getirebilecek, hem bilimsel hem pratik anlamda yetişmiş insan gücünün yetersizliğidir. Bu profesörleri davet eden Türk hükümeti aynı zamanda eğitim sisteminin bağımsızlığını korumak adına çeşitli önlemler de almıştır. Öncelikle yabancı profesörlere Türkiye’ye geldikleri iki yıl içinde Türkçe öğrenme ve derslerini Türkçe verme zorunluluğu getirilmiştir. Bu süre içerisinde dersler asistanların çevirileri aracılığıyla yürütülmüştür. Ayrıca her bir öğretim elemanının kendisinden sonra boşluğu doldurabilecek, donanımlı akademisyenler yetiştirmesi istenmiştir. Böylece başta fazla olan yabancı öğretim üyelerinin sayısı, onların yerine yetişen Türk öğretim elemanları ile dengelenmek istenmiştir. Başlangıçta bu durum biraz zor olsa da özellikle Hasan Ali Yücel’in Maarif Vekili olmasının ardından daha az sayıda profesörün, yanında daha çok sayıda Türk asistan ve doçent yetiştirmesi fikri ön plana çıkarılmıştır.10 Ayrıca üniversite eğitiminin tamamen Alman etkisi altında, tek yönde ilerlemesini engellemek için Almanya’nın yanında -az sayıda da olsa- diğer Avrupa ülkelerinden profesörler getirilmeye çalışılması ve yabancı profesörlerle kalıcı sözleşmeler yerine belli aralıklarla gözden geçirilerek yenilenen sözleşmeler yapılması gibi uygulamalar, üniversite eğitimini yabancıların değil, devletin kontrolünde bir yapıya büründürmüştür.
Sonuç
Cumhuriyet’le birlikte yepyeni bir anlayışla çağdaş medeniyete yetişmiş bir ülke yaratmada yükseköğretimin rolü yadsınamaz. Bu nedenle, yapılan devrimleri kalıcı kılacak, siyaseti, bilimi ve sanatı yükseltecek yeni bir üniversite kurma idealinden güç alan Üniversite Reformu çok kısa bir zamanda büyük gelişmeler sağlamıştır. Örneğin, öğrencilerin yeterli ders kaynaklarına sahip olmadığı üniversitede Fritz Arndt, Ernst Hirch, Alfred Isaac, Fritz Neumark, Curt Kosswig, Andreas Schwartz gibi farklı alanlarda profesörler ders kitapları yazmıştır. 1933-1942 yılları arasında yabancı dilden çeviri kitaplar da dahil toplam 352 kitap yayımlanmıştır.11 Dahası reformla gelen yabancı profesörlerin yetiştirdiği öğrencilerin çoğu, alanlarında büyük başarılar gösteren isimler olmuştur.

Carl Ebert’in öğrencileri olan Mahir Canova ve Cüneyt Gökçer’in, Albert Eckstein’ın öğrencisi olan İhsan Doğramacı’nın, Leo Spitzer’le çalışan Sabahattin Eyüboğlu ve Mina Urgan’ın sanata ve bilime katkıları önemlidir. Elimizde pek çok imkan varken, üniversite özerkliğinin hâlâ tartışıldığı, öğretim üyelerinin düşüncelerini özgürce dile getiremediği, akademisyen olmak isteyen yeni yetişmiş gençlere üniversite kadrolarında yeterince yer verilmediği, bilimsel kurumlara güvenin sarsıldığı günümüz Türkiye’sinden, zorluklara rağmen ilerlemeyi savunan bu reforma saygı ile bakmak gerekir.
KAYNAKÇA
1. Erdoğan, İrfan, Yeni Bir Binyıla Doğru Türk Eğitim Sistemi, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2002, s.3 2. Tekeli, İlhan, Cumhuriyet Öncesinde Üniversite Kavramının Ortaya Çıkışı ve Gerçekleştirilmesinde Alınan Yol, Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi (1861-1961), TÜBA Yayınları, Ankara, 2007, s.26 3. Tekeli, a.g.e., ss.37,39-41 4. Widmann, Horst, Atatürk ve Üniversite Reformu, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999, s.71 5. Prof. Dr. Albert Malche’ın İstanbul Darülfünunu Hakkında Raporu (1932), Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi (1861- 1961), TÜBA Yayınları, Ankara, 2007, s.352 6. Widmann, a.g.e., ss.83-84 7. Zürcher, Erik Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.268 8. Zürcher, a.g.e., s.268 9. Bahadır, Osman, 1933 Üniversite Reformu Niçin Yapıldı?, Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi (1861-1961), TÜBA Yayınları, Ankara, 2007, s.75 10. Dölen, Emre, İstanbul Darülfünunu’nda ve Üniversitesi’nde Yabancı Öğretim Elemanları, Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi (1861-1961), TÜBA Yayınları, Ankara, 2007, s.125 11. Namal, Yücel, Türkiye’de 1933-1950 Yılları Arasında Yükseköğretime Yabancı Bilim Adamlarının Katkıları, Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, 2012, s.18 12. Widmann, a.g.e., s.434,436,494