“Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir”
Bir parçasını verdiğim ve muhtemelen çoğu kişinin bildiği Dadaloğlu şiiri; hiçbir faydasını görmedikleri Osmanlı Devleti’nin yalnızca kendi çıkarı için yurdundan etmeye çalıştığı Avşar boyunun, padişahın üzerlerine gönderdiği orduya karşı verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Toroslar civarında yaşayan Avşar boyuyla yüzyıllardır ilgilenmeyen Osmanlı Devleti, onları askere almak ve başka yerlere iskan edip tarım yaptırmak istemesi doğal olarak Avşar boyu tarafından kabul edilmemiştir. Bu haksız emre uymak istemedikleri için ülkedeki en büyük otorite olan sultanı dahi tanımamışlardır, ne saltanatına ne de hilafetine bir kutsallık atfetmişlerdir.
Yukarıda özetlediğim tarihi olay, bu yazıda anlatacaklarımın pratikteki uygun bir karşılığı olduğu için yazıya böyle giriş yapmak istedim. “Türkler için devlet kutsaldır” savının yanlışlığı, Türk kimliğinin özellikle son yıllarda devlet eliyle gördüğü zararlar dolayısıyla bariz hale gelmesine rağmen bu sav hala kimi insanlar için geçerliliğini koruyor.
Bu yazıda; öncelikle devletin ne olduğunu ve işlevini kısaca anlatmaya çalışacağım, daha sonra ise devlete bir kutsallık atfetmenin ne anlama geldiğini yukarıdaki gibi birkaç tarihsel örnekle ve günümüzdeki durumla birlikte açıklayacağım.
Devletin ne anlama geldiği, işlevi veya nasıl olması gerektiği hakkında birçok farklı teori, yaklaşım ve perspektif bulunmakta ancak ben çok genel bir devlet ideal tipi oluşturarak esas konuya geçeceğim. Devlet konusuyla ilgili neredeyse bütün modern ideolojilerin bir görüşü olsa da bu konuda herhangi bir uzlaşma sağlanabilmiş değildir. En basit tanımı yapmak istersek; “devlet, dışa ve içe karşı toplum adına hareket edebilen, bu amaçla güç kullanabilen, toprağı ve insanıyla tüm bir ülkeyi temsil eden, onun simgesi olan bir kurumdur” (Kışlalı, 2018). Günümüzdeki anlamıyla olmasa da devlet adı verebileceğimiz bir kurumsallaşmayı Antik Yunanistan’dan beri görebiliriz. Modern anlamda bir devlet anlayışının doğuşunun ise çoğu zaman Westphalia Antlaşması’nın 1648 yılında imzalanmasıyla eş zamanlı olduğu düşünülmektedir. Egemenlik, ulusal sınırlar, iç işlerinde özgürlük ve devletler arası eşitlik ilkeleri bu antlaşma ile literatüre girmiştir. Bu antlaşma ile Avrupa, Ortaçağ’ın devlet yapısını geride bırakarak günümüzün modern devlet anlayışına oldukça yakın bir devlet anlayışını kabul etmiştir.

Westphalia Antlaşması’ndan bugüne, modern ideolojiler devletin akıbeti konusunda çeşitli fikirler üretmiştir. Örneğin Liberalizm devletin küçülmesini ancak varlığını devam ettirmesini öngörürken, Marksizm veya Anarşizm gibi ideolojiler gerçek özgürlüğün ancak devlet yok olduğunda elde edilebileceğini ileri sürmüştür. Devleti kutsallaştıran bir anlayışı ise ancak Faşizmde görmekteyiz (günümüzün modasına uyarak devlet kutsaldır diyenleri de “Faşist” olmakla suçlamayacağım fakat devlete bakış açısı siyaset biliminde oldukça belirleyici olduğu için arada bir benzerlik olduğunu reddedemeyiz).
Elbette modern devletin oluşumu gibi uzun bir süreç gerektiren bir olgunun tek bir yılda olduğunu söyleyemeyiz ancak Avrupa’da 1648 yılında ortaya çıkan modern devlet, Türkiye’de cumhuriyetin ilanıyla birlikte 1923 yılında yani neredeyse 400 yıl sonra ortaya çıkmıştır. 600 yıldır Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu iddia eden ve meşruluğunu ona dayandıran bir sultanın boyunduruğunda yaşayan Türk ulusu, Türk Devrimi sayesinde en büyük meşruluk kaynağı kendisi olan modern devlete kavuşmuştur. Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan devrimler, çoğunlukla halktan talep dahi gelmeden devrimci kadroların yönettiği devlet eliyle yapılmıştır. Buna rağmen, devrimin önderi Atatürk dahi devlete bir kutsallık atfetmemiştir. Siyasal yozlaşma ihtimalinin ve bunun devleti nasıl etkileyeceğinin bilincinde olan Atatürk, meşhur Bursa Nutku’nda da söylediği üzere devrimleri ve cumhuriyeti devletin kurumlarına veya adalet örgütüne değil Türk gencine emanet etmiştir.
Atatürk’ün siyasal yozlaşma ihtimalinin bu kadar farkında olmasının sebebi, Osmanlı Devleti’nin belki de en çürümüş devrinde yani 33 yıllık Abdülhamid istibdatı döneminde yetişmiş olmasıdır. Devletin yönetim şeklinin bir gereği olarak tüm yetkiyi elinde toplamış olan Abdülhamid; tamamen keyfi uygulamalarla ülkeyi baskı altında yönetmiş, kendi saltanatını kaybetmemek için bir paranoya halinde ülkesinin çıkarını gözetmeden hareket etmiştir. Bu durumun en büyük örneği donanmayı Haliç’te çürütmesi olabilir fakat ben dönemin ruhunu anlamak için “burun” kelimesinin yasaklanmasını daha işlevsel buluyorum. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumun en büyük sebebinin saray rejiminin keyfi uygulamaları olduğunu çok iyi bilen ve devleti bu rejimin elinden kurtarmak isteyen Jön Türkler, Abdülhamid’in şahsıyla birleşmiş olan devlete ve onun üniformalı görevlilerine gereğinden fazla herhangi bir anlam yüklemeyerek istibdata başkaldırmışlar ve 1908 yılında Hürriyet Devrimi’ni gerçekleştirmişlerdir.
Geçmişte fazla takılı kalmayarak günümüze gelmek istiyorum. Neredeyse 20 yıldır ülkeyi tek başına yöneten siyasi iktidar, tek adam rejiminin taşlarını yavaş yavaş döşedi. Bu süreçte devletin en kritik kadrolarına şeyhlerinin dizinin dibinden ayrılmayan tarikatçılar yerleştirildi, devletin ordusunun subayları kurmaca davalarla devlet tarafından hapse atıldı, devlet teröristlerle hiçbir şey kazanamayacağı müzakerelere girişti, yine aynı yıllarda Atatürk’ün kendisine emanet ettiği cumhuriyeti kutlamak isteyen halka devletin polisi saldırdı.
Bugün geldiğimiz noktada ise, devletin bütün kurumlarını kendi emrine sokmuş bir saray rejimi tarafından yönetiliyoruz. Ülkedeki 80 milyonun güvenliği için hareket etmesi gereken polis, iktidar partisinin özel koruması gibi davranarak, demokratik bir akademi isteyen gençlere teröristlere bile yapamadığı muameleyi yapıyor. Sıradan insanlar maskesini indirip 5 saniyeliğine hava alamazken iktidar partisi her şehirde kongrelerini yapıyor. Bugünün saray rejimi hem içeride hem dışarıda Abdülhamid’in saray rejimine özeniyor. Çok çarpıcı bir benzerlik: Abdülhamid’in “burun” kelimesini yasaklaması gibi bugün de bir bakana ait olan fiziksel özelliği belirtmek devlet tarafından suç sayılıyor.
Yazı boyunca da anlattığım gibi; devlet, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak ve onun simgesi olmak için vardır. Siyasal yozlaşmanın olduğu yerde ise devlet toplumun tamamını temsil etmeyerek yalnızca kendisini yönetenlerin ve onların etrafındaki dar bir zümrenin çıkarlarına hizmet eder. Bu yozlaşmanın yaşandığı zamanlarda ise hiçbir aklı başında insan devleti yönetenlerin otoritesini kendi çıkarları ve toplumun çıkarlarından yukarıda tutmamalıdır. Devlete kutsallık atfetmek ise bu erdemli davranışı gerçekleştirmenin önünde çok büyük bir engel oluşturur çünkü kutsal saydığımız şeyleri eleştiremeyiz ve bu şeyler bizim için kendi benliğimizden dahi önemli olabilir. İnsanlar tanrıyı dahi cennete gitmek vaadi uğruna kutsal sayarken, tek bir adamın şahsıyla bütünleşen ve bizim çıkarlarımız adına en ufak bir adım dahi atmayan bir devleti kutsal saymak ise ancak çok büyük bir yanılsamayla mümkün olabilir. Devleti kutsal saydığımız zaman onu yönetenlerin buyruklarına veya devlet eliyle gerçekleştirilen hukuksuzluklara karşı çıkma hakkını kendimizde arayamayız, diğer insanlara karşı yapılan haksızlıkları desteklemiş olarak tarihe geçeriz. Nasıl ki o günlerde devleti kutsal sayanlar Dadaloğlu’na ünlü şiirlerini yazdıran Osmanlı zulmüne, Jön Türklere karşı Abdülhamid’in istibdat rejimine destek olmuş olarak tarihe geçtilerse, biz de bugünün İslamofaşizm’inin ayakta kalmasına yardımcı olmuş olarak tarihe geçeriz.
Baran Çağdaş Özdemir
Kaynakça
Kışlalı, A. T. (2018). Siyaset Bilimi. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi.