Prof. Dr. Şerafettin TURAN | Türk Dil Kurumu Eski Başkanı
Ulusal kültürü çağdaş uygarlığın üstüne çıkarmayı amaçlayan Atatürk devriminde itici etkenin, aklı ön plana çıkaran bir anlayış olduğu görülür. Aklı esas alan felsefî görüş , XVIII. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıkan “Aydınlanma”dır. Bu akımla akıl denen yetinin, mutlak olduğu varsayılan olayların korunduğu bir depo değil, gerçeği bulmaya ve korumaya yarayan bir kuvvet olduğu anlaşılmıştı. Böylece aklı esas alan yeni bir felsefe Rasyonalizm (Akılcılık) doğmuştu. Rasyonalizm’ in öncüsü Kant, Aydınlanma’yı şu şekilde açıklamaktadır: “Aydınlanma, insanın kendi suçu olmadan düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini göstermeyen insanda aramalıdır.”1 Aydınlanma düşüncesi üç ana öğeye dayanıyordu: 1- Akıl: İnsanın, evrenin sırlarını, yaşamın kurallarını ve karşılaştığı sorunları hiçbir baskı altında kalmaksızın ve başkasına başvurmaksızın kendi aklı ile çözmeye çalışması ve aklı ile davranması gerekir. 2- Birey : Ümmet, cemaat, topluluk kısıtlamalarından sıyrılarak bireye, yönelmek ve ona kişilik kazandırılması zorunludur. Kişilikler uzun bir süreç içinde oluştuğuna göre toplumların kişilikleri ancak tarih araştırmalarıyla saptanabilir . 3-Bilgi: Bireyin aklını kullanabilmesi için onun bilgilendirilmesi gerekir. Bilgi edinmenin en doğal, en etkili aracı da toplumda geçerli olan, konuşulan, eğitim öğretimde kullanılan dildir. Dolayısıyla toplumsal dilin her kesimden herkesin kolaylıkla anlayabileceği ve kullanacağı söz dağarcığına kavuşturulması gerekir. Kimi tepkilere yol açan Aydınlanma akımı yüzyıllık süreç içinde egemenlik anlayışının gökyüzünden yeryüzüne indirilerek halk egemenliği ve laiklik kavramlarının doğmasını sağlamıştı. Mustafa Kemal daha öğrencilik yıllarında akılla hareket eden bir genç olarak tanınmıştı. 1936’da kendisini yakından tanıyan ünlü Fransız yazar ve siyaset adamı Edouard Herriot, Tekinalp’in Kemalizm adlı kitabına yazdığı önsözde Atatürk’ü, Kant’ın öğrencisi Veston’lu bir subay olarak nitelemişti.
Türk Tarih Kurumu
Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisi öğrencisi iken tarihe merak sarmış ve yaşamı boyunca bu eğilimini sürdürmüştü. Tarihteki ünlü komutanların başarılarını öğrenme biçiminde başlayan bu eğilim, giderek ulusal kimliği belirleyip vatandaşa özgürlük ve özgüven sağlamaya varan değişik alanları kapsamıştı. Tarih yazımı, Batı’da ve Doğu’da iki farklı yönde gelişmişti. Avrupa’da Herodotos’un Historia’sı ile başlayan hikayeci tarih yazıcılığı yanında Thukydides’in faydacı tarih anlayışı da yer almıştı. Doğu’da ise olayları oluş tarihlerine göre alt alta sıralayan kronolojik bir anlayış egemen olmuştu . Türklerde sözlü anlatımın yeğlenerek yazıya önem verilmemesi sonucunda tarih yazıcılığı çok geç başlamıştı. Bu yüzden İslam kültür çevresine girildiğinde tarih yazıcılığında örnek olarak İran’ın manzum anlatımı olan Şehname isimli eser ile Arapların kronolojik tarih yazıcılığı esas alınmıştı. Bu da ümmet kavramına dayalı bir saray ve hanedan tarihçiliğine , arkasından “Vak’anüvistlik” denen resmi tarihçilik niteliğine dönüşmüştü.
Türkler, İslam kültür çevresine girdikten sonra geçmişle olan bağlarını da unutmuşlardı. Öyle ki 1870’li yıllara gelinceye kadar Osmanlı kamuoyu Hun, Göktürk ve Uygur devletleri hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. Mustafa Celalettin Paşa 1870’te yayımlanan “Les Turcs anciens et modernes (Eski ve Yeni Türkler)” kitabında Türk tarihinin ve dilinin eskiliğini anımsatmıştı. Öte yandan Batı dünyası Türkleri askerliği seven ama uygarlıktan yoksun ve yeteneksiz Sarı ırka mensup barbar bir kavim olarak aşağılıyordu. Bu suçlamalardan kurtulabilmek için tarihe eğilmek, toplumun kimlik ve kişiliğini belirlemek zorunlu idi. İkinci Meşrutiyet döneminde efsanelerden arındırılmış bir tarih yazıcılığına ulaşmak amacıyla Tarih-i Osmanî Encümeni denen kurul oluşturulmuştu. Türkleri aşağılayan iddialara önce Türk Ocakları’yla yanıt verilmeye çalışılmış ancak umulan sonuç alınamamıştı. Bu nedenle Atatürk’ün isteği üzerine 23 Nisan 1930’da toplanan Türk Ocakları Kurultayı’nda Tarih Heyeti adıyla özel bir kurul oluşturulmuştu. Kurul, ilk aşamada geçmişteki Türk uygarlığını her yönüyle ortaya çıkarmaya yarayacak kaynakları saptamak amacıyla “Türk Tarihinin Ana Hatları” adı verilen bir kitap hazırlamıştı. Tarih Heyeti’ni Türk Ocakları’na bağımlı olmaktan kurtarmak için özgürce çalışacak bir örgütlenme gerekli görülmüş ve 15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adı verilen dernek kurulmuştu. Dernek tüzüğünün ilk maddesinde şu hükme yer verilmişti: “Türkiye Cumhuriyeti Reisi Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin yüksek himayeleri altında ve Ankara şehrinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adlı bir cemiyet kurulmuştur.”
Dört maddede ise yapılması gereken çalışmalar sıralanmıştı:
a)Toplanıp ilmi müzakerelerde bulunmak,
b)Türk tarihinin kaynaklarını araştırıp bastırmak,
c)Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak vesika ve malzemeyi elde etmek için icap eden yerlere araştırma ve keşif heyetleri göndermek,
d) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti mesaisinin semerelerini her türlü yollarla neşre çalışmak* .
Bir bilim kurulu gibi çalışması öngörülen dernekte üye sayısı 40 olarak sınırlandırılmıştı. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ilk iş olarak liseler için dört ciltten oluşan Tarih kitaplarının yazımına başlamıştı. Bu kitapların 4. cildi Türkiye Cumhuriyeti tarihine ayrılmıştı. Atatürk, 1931 Ağustosu’nda Kurum’a gönderdiği yazıda çalışmalarda gözetilmesi gereken temel ilkeleri şöyle belirlemişti: “Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzu edilir olmakla beraber yolun makul, mantıki ve bilhassa ilmi olması şarttır. Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanı şaşırtacak bir hal alır. Her şeyden evvel kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceği vesikalara dayanınız. Bu vesikalar üzerinde yapacağınız incelemede her şeyden ve herkesten evvel kendi in[i]siyatifinizi ve ince milli süzgecinizi kullanınız! Sizi büyük hedefe ancak bu açılardan kıskanç olmak ulaştırabilir… Son anda bir eser vücuda getirerek, ertesinde pişman olmaktansa hiçbir eser vücuda getirmemek aczini itiraf etmek daha iyidir… Biz daima hakikat arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız.”2 Yöntemle ilgili bu uyarılar, tarih araştırmalarında nedenselci anlayışın yeğlendiğini göstermektedir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin ilk Kurultayı 1932 Temmuzu’nda toplanmıştı. Orta Asya döneminin ele alındığı bu toplantıda “Türk Tarih Tezi” diye nitelenen bir görüş üzerinde tartışılmıştı. Bazı savlara dayanan tezin iki ana teması vardı: Türk uygarlığı, tarihin en eski uygarlıklarından biridir ve uygarlığın kökeni Orta Asya’dır. Tez’in Orta Asya dayanağı kesinleşmese de Türk tarihinin çok eskilerden başladığı kanıtlanmış böylece tarihsel bütünleşme sağlanmıştı. 1936’da toplanan Kurultay’da da derneğin adı Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilmişti.
Kurum, çok geçmeden Dünya Akademiler Birliği tarafından tanınmıştı. 4 yılda bir düzenlenen ve tanınmış yabancı uzmanların da katıldığı kurultaylarda sunulan bildiriler ve arkeolojik kazı raporları büyük ilgi ile karşılanıyordu. Çalışmaları yakından izleyen Atatürk, elde edilen sonuçları takdirle karşılamakla yetinmemiş, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun siyasal iktidarların etkisinde kalmadan çalışmalarını sürdürebilmeleri için düzenlediği vasiyetnamesinde, İş Bankası’ndaki payının yıllık gelirinin kurumlar arasında paylaşılmasını şart koşmuştu. Yayınların sayısı artınca Tarih Kurumu Basımevi adıyla Balkanlar’ın en modern basımevi sayılan basımevi kurulmuştu. Ne yazık ki 12 Eylül 1980’de iktidara el koyan askeri cunta yürürlükteki yasalara ve Atatürk’ün vasiyetine aykırı olarak Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun özerkliklerine son verme yoluna gitti. Böylece bu Atatürk kurumları, 11 Ağustos 1983’te kabul edilen 2876 sayılı yasa ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altında birer devlet dairesine dönüştürüldü.3
Türk Dil Kurumu
En önemli iletişim ve bilgi edinme aracı olan dil, hiç kuşkusuz ulus denen toplumsal varlığı ve ulusal kültür denen değerler ve davranışlar bütününü oluşturan ana öğelerden biridir. Bu nedenle, Cumhuriyet döneminde Türkçe’nin İmparatorluk döneminde düşmüş olduğu durumdan kurtarılması büyük önem taşıyordu. Genç Osmanlılar’da başlayan dil tartışmaları, Genç Kalemler’e gelinceye değin, dilin sadeleştirilmesinin gerektiğine dair bir içerik kazanmıştı. Dillerin siyasal ve ekonomik ilişkiler nedeniyle başka dillerin etkisinde kalması ile, dile bazı yabancı sözcüklerin girmesi kaçınılmazdır. Ne yazık ki Türklerin kendi dillerine fazla önem vermemeleri nedeniyle Türkçe’deki bu etki bir başkalaşıma dönüşmektedir. Türklerin, İslamiyet çemberi içerisine girmelerinden sonra Arapça’nın ibadet, Farsça’nın da sanat dili kabul edilmesi, Türkçe’nin göz ardı edilmesine yol açmıştı.4 Anadolu Selçukluları’nın resmi dil olarak Farsça’yı kabul etmesi ise toplumda dil ikiliği doğurmuş, merkezi hükümet buyruklarının geniş halk kitlelerince anlaşılmasına olanak tanımamıştı. Bu nedenle Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277’de Selçuklu yönetimine karşı ayaklanıp Konya’ya girdiğinde, “Bugünden sonra, dergâhta, bargâhda, mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmaya!” dediği bir ferman yayınlamak gereğini duymuştu. Günümüzde “Türkçe’nin resmi dil olarak kabulü” olarak değerlendirilen ve Karaman’da Dil Bayramı olarak kutlanan bu ferman kuşkusuz büyük önem taşımaktadır. Ne yazık ki ferman uzun ömürlü olmamış, Mehmet Bey’in katlinden sonra süratle Arapça ve Farsça’ya dönülmüştü.5 Selçuklu Devleti’nin parçalanması döneminde kurulan beyliklerde, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde, divanlarda ve mahkemelerde Türkçe kullanıldığı için XVI. yüzyıl ortalarına kadar dilde bir ayrılık yaşanmamıştı. Fakat İmparatorluk’un muhteşem yüzyılı olan o dönemde, bilim ve edebiyat yapmak için Arapça ve Farsça’nın yeğlenmesi, çok geçmeden halkın anlamadığı Osmanlıca denen Türkçe – Arapça – Farsça karışımı yapay bir ikinci dil yaratmıştı. Tanzimat Dönemi’nde Fransa örnek alınarak medrese dışı yeni okullar açıldığında, Türkçe’nin Batı kökenli bilim ve kültür terimlerini karşılayacak söz dağarcığından yoksun olduğu görülmüştü. Kamûs-ı Türkî adıyla Türkçe’nin büyük sözlüğünü hazırlayan Şemsettin Sami, “Dilimizi sadeleştirelim, dilimizi Türkçeleştirelim.” görüşünü savunurken öteki Osmanlı aydınları Batı kökenli terimlere Arapça’ya dayanarak karşılık bulmayı yeğlemişlerdi. Ne yazık ki bu çaba hemen uydurmacılık diye suçlanmıştı. Uydurmacılık savı bir damgalama olarak günümüzde de devam etmektedir.
Dil tartışmaları sürerken Arap, daha doğrusu Fars harflerine dayalı Osmanlı Abecesi’nin okuma ve yazmadaki güçlükleri dışında Türkçe’nin ses varlığına uygun olmaması, bu abecenin ıslah edilmesini ve hatta Latin kökenli yeni bir abecenin kabul edilmesi sorununu gündeme getirmişti. Bu konuda ilk öneri Avrupa abecesinin Asya Dillerine Uygulanması’nın (l’Alphabet Europeen appliquée aux langues Asiatique) yazarı Fransız dilbilimci Volney kontu François’dan gelmişti. Bu görüş değişik yollardan Osmanlı sarayına da yansımıştı. Darülfünun Müdürlüğü’ne getirilen Hoca Tahsin, Arap harflerinin de Latince’de olduğu gibi soldan sağa doğru yazılmasını önermiş, Azerbaycanlı düşünür Feth Ali ise harflerin ıslahına ilişkin bir tasarı hazırlamıştı. Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de görüşülen tasarı beğenilmiş fakat karşılaşılacak güçlükler dikkate alınarak tasarının uygulamaya konulmasına karar verilememişti.
Bu tartışmalar arasında öğrenim gören Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’ten çok önce dil ve abece konusunda belirgin bir kanaat sahibi olduğu görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, 1916’da ordu komutanı olarak bulunduğu Silvan’da M. Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler adlı şiir dergilerini ve Tevfik Fikret’in Rübâb-ı Şikeste adlı şiir kitabını okuduktan sonra not defterine, “İkisi de başka başka güzel. Ancak Türkçe olanda da, diğerinde de ayni derecede Arapça Farsça kelimat (kelimeler) var.”6 diye yazmıştı. Bu, onun dilin sadeleştirilmesi ve Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılması kanısında olduğunu gösteriyordu.
Mustafa Kemal yabancı dil öğrenirken Latince kökenli harflerle karşılaşmıştı. Üstelik Fransız abecesini kullanarak Türkçe mektuplar yazmaya çalışmıştı. Bu nedenle, Erzurum Kongresi sona ererken Mazhar Müfit Kansu’ya gelecekte yapılacak devrimleri not ettirdiğinde 5. sırada şunu yazdırmıştı: Latin harfleri kabul edilecek. Latin kökenli yeni bir abece girişimi Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlamıştı. Almanya’daki Türk öğrenciler 1924’te 30 harften oluşan Latin harflerine dayanan yeni bir abece kabul etmişlerdi. 1926’da Bakü’de toplanan Birinci Türkoloji Kongresi’nde de Arap alfabesi yerine Latince’ye dayalı bir abece benimsenmişti. Fakat Türkiye’de bu yoldaki öneriler başlangıçta tepki ile karşılanmıştı. 1923 Şubatı’nda İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde Arap harflerinin değiştirilmesi için verilen öneriyi Başkan Kazım Karabekir oya bile sunmamıştı. Bundan 3 yıl sonra TBMM tarafından kabul edilen Maarif Teşkilâtına Dair Kanun ile bir dil heyeti oluşturulması öngörülmüştü. Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey, “Henüz nasıl yazmak lazım geldiği hakkında ortak bir kanaatimiz yoktur. Dilimizin ıslahı için ne yapmak lazım gelirse tedbir alacağız.” diye sorunu özetlemişti.
Böylece 23 Mayıs 1928’de Alfabe ya da Dil Encümeni diye anılan 9 üyeli bir kurul oluşturulmuştu. Atatürk, kurulun Dolmabahçe Sarayı’ndaki çalışmalarını çok yakından izlemiş ve yazım kurallarına ilişkin bazı önerilerde de bulunmuştu. Sonunda 8’i ünlü 29 harften oluşan yeni Türk alfabesi belirlenmişti. 8/9 Ağustos gecesi Sarayburnu’nda halka seslenen Atatürk, yeni abecenin önemini, “Yeni Türk harfleri çabuk öğrenilmelidir.Bu görevi yaparken düşününüz ki, bir sosyal topluluğun % 10’u ancak okuma yazma bilir, % 80’i bilmezse, bundan insan olanların utanması gerekir.” sözleriyle dile getirmişti. Arkasından bir yurt gezisine çıkmış ve uğradığı yerlerde kara tahtanın başına geçerek yeni abece’yi tanıtmaya çalışmıştı.
TBMM’nin kabul ettiği 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı yasa ile yeni Türk alfabesi yürürlüğe girmişti. Öğretim çağını aşmış olan vatandaşlara yeni harfleri öğretmek için Millet Mektepleri adı verilen kurslar açılmış, Atatürk’e de Başöğretmen sanı verilmişti. Ünvanın verildiği 24 Kasım tarihleri her yıl Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır.
Dil Heyeti, yeni abecenin kabulünden sonra dağıtılmamış ve üye sayısı artırılarak Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştı. Kurula, yazım kurallarının saptanması, “Türkçe Sözlük” ve bir dilbilgisi kitabı hazırlama görevi verilmişti. Öncelikle bir İmlâ Lügati yayımlayan kurul, arkasından Türk Sözkitabı (Sözlük) hazırlamaya koyulmuştu. Ayrıca Türkçe’yi kavramlar bakımından zenginleştirmek düşüncesiyle Fransızca 2 ciltlik Larousse Universe’in çevrilmesine başlanmış, ancak o dönemdeki Türkçe’nin buna olanak vermediği anlaşılmıştı. Kurul üyelerinden İshak Refet Işıtman, Dicle başlıklı şiirinde böke, pusmak, akışmak, gerneşmek gibi Anadolu’da kullanılan sözcükler kullanınca Çankırı Milletvekili Talat Bey kurulu uydurmacılıkla suçlamıştı. Yüz yıl önceki bu dar görüş ve damgalama güncellik kazanmıştı. Bununla da kalınmamış Dil Heyeti’nin bütçedeki ödeneği de kesilerek çalışmaları engellenmişti.7 Bu olumsuzluklar dil çalışmalarını resmi kuruluşlara bağlı olarak siyasi iktidarın görüşleri altında sürdürmeye olanak bulunmadığını kanıtlamıştı. Bu nedenle yeni bir örgütlenmeye giderken ortada iki seçenek bulunuyordu: Akademi ya da dernek.

Türkiye’de Fransız Akademisi’ne benzer Encümen – i Dâniş, 1851’de kurulmuş fakat hiçbir sonuç alınmadan dağılmıştı. 1930’lu yıllarda akademi sorunu yine gündemdeydi. Ancak, 11 Temmuz 1932 akşamı Çankaya’da düzenlenen, Atatürk’ün ve akademiden yana olanların da katıldığı toplantıda dil çalışmalarının Tarih Kurumu’na benzer bir dernek çatısı altında sürdürülmesinin daha uygun olacağı görüşünde birleşilmişti. Kurucu olarak belirlenen 4 milletvekilinin ertesi gün 12 Temmuz’da İçişleri Bakanlığı’na yaptıkları başvuru ile Türk Dili Tetkik Cemiyeti adı verilen dernek kurulmuştu. Düzenlenen tüzükte derneğin, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün koruması altında olduğu, Milli Eğitim Bakanı’nın da onursal başkan sayıldığı belirtiliyor ve kuruluş amacının Türk dilini tetkik etmek ve elde edilecek sonuçları yayımlamak olduğu vurgulanıyordu. Bu doğrultuda bilimsel toplantılar yapmak, Türk dilini kendi kökenlerine, tarihsel gelişmesine ve gereksinmelerine göre incelemek ve bunun için gerekli malzemeyi toplamak, eski kaynaklardan ve halk dilinden derlemeler yapmak öngörülüyordu.8
Dil her kesimden her Türk vatandaşını yakından ilgilendirdiği için derneğin üye sayısı sınırlandırılmamış ve yasal koşulları taşıyan her yurttaşın üye olabileceği belirtilmişti. Bu nedenle 26 Eylül 1932 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda toplanacak ilk kurultaya isteyen her vatandaşın katılabileceği ilan edilmişti. Toplumun her kesiminden 910 üyenin katıldığı ve 10 gün süren toplantılarda Türkçe’nin gelişmesini doğal akışına yani evrimine bırakmak ya da onu zenginleştirip ulusal ve kültürel bir dil düzeyine çıkarmak yani dilde devrim yapmak ilkeleri tartışılmış ve devrimde karar kılınmıştı. 26 Eylül gününün de Dil Bayramı olarak kutlanması kabul edilmişti. Prof. Fuat Köprülü bu sonucu Türk Rönesansı’nın başlangıcı olarak alkışlamıştı. Ama ne acıdır ki 18 yıl sonra Demokrat Parti iktidarında bu sözlerini unutarak Osmanlıca’ya dönüşün öncülerinden olacaktı.
Derneğin çalışmaları sırasında en büyük sorun yine terimler konusunda ortaya çıkmıştı. Sonunda çözüm olarak, dilimizde kullanılmakta olan yabancı dillerden alınmış terimler yerine, bütün bilimsel kavramlar için öz Türkçe terimler bulup ya da yaratıp yerine koymak ilkesi kabul edilmişti.
Bir üye gibi çalışmalara katılan Atatürk, söylev ve demeçlerinde Türkçe sözcükler kullanmaya özen göstermenin dışında arıtmak, er, erdem, esenlik, evrensel, ısı, kıvanç, konuk, kurmay, önemli, subay gibi Türkçe sözcükler de türetiyordu. Bunların dışında Hendese’nin yerine kullandığı Geometri dalında Türkçe terimlerle bir kitap da yazmıştı.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin adı, 1936’da toplanan üçüncü kurultayında Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmişti. Bu kurultayda Güneş-Dil Kuramı adı verilen bir teori de tartışılmıştı. Dillerin kökenlerine ilişkin olarak o dönemde Avrupa’da yapılan araştırmalardan esinlenerek öne sürülen bu teoride, yeryüzündeki ilk sözcüklerin Güneş’in hareketlerinden kaynaklandığı var sayılıyordu. Ancak uygulamada aşırılığa kaçıldığından bir süre sonra bundan vazgeçilmişti.
Kurumca saptanan ya da türetilen Türkçe sözcüklerin sayısı artınca Cumhuriyet Halk Partisi’nin Nizamnamesi 1935’te Tüzük adıyla Türkçeleştirilmişti. Bunu Atatürk’ün vefatından sonra 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Anayasa adıyla Türkçeleştirilmesi izlemişti.10
Fakat 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile Kurum devlet desteğini yitirdi. Demokratlar Türkçeleştirmenin kuşaklar arasında anlaşmazlığa yol açtığı görüşünde olduklarından Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, Dil Kurumu Onursal Başkanlığı’nı üstlenmek istememişti. Kurum’a devlet bütçesinden yapılan 10.000 liralık yardım da Kurum’un siyasal emellere alet olduğu savıyla kesilmişti. Yeni iktidar çıkardığı ilk yasa ile 1932’den beri Türkçe okunan ezanı Arapça’ya dönüştürmüştü.11 Bir süre sonra da 1945’te Türkçeleştirilen Anayasa dilinden geriye, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu diline dönülmüştü. Bu dönüşü önerenler arasında Prof. Fuat Köprülü gibi 1930’larda dil devrimi savunucularının bulunması hayli düşündürücüydü.
Dil Kurumu 1950’den başlayarak iktidara gelen partilerin suçlamalarına, kurum yerine bir Dil Akademisi kurma girişimlerine karşın dil devriminden yana olan aydınların ve yazarların desteğiyle çalışmalarını aynı doğrultuda sürdürmüştü. Böylece Türkçe’nin Yazım Kılavuzu, değişik aşamalarda Türkçe sözlükler, sayıları 100’e yaklaşan Terim Sözlüğü, 8 ciltlik Tarama Sözlüğü ve 12 ciltlik Derleme Sözlüğü ve yüzlerce kitap yayımlanmıştı. Ama 12 Eylül 1980 darbesiyle iktidara gelenler, Atatürkçülüğü güçlendirme perdesi arkasında Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nu ortadan kaldırıp, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altında özerk olmayan etkisiz bir birime dönüştürmekten çekinmemişlerdi. Böylece, Türkçe yeniden bir yabancı dilin, bu kez İngilizce’nin baskısı altında başkalaşım dönemine girmişti.
KAYNAKÇA
1. Alkış, A. G. M. (2014). Modernleşme, Sekülerizm Ve Restorasyon: Nursi’nin Dünyevileşme İle Mücadelesini Anlamak. Türkiye’deki Ulusal Sempozyumlar (Türkçe).
2. Uluğ İğdemir, “Devlet Adamı, Düşünür ve İnsan Atatürk’ten Bazı Anılar”, Sümerbank Dergisi, c. 3, sayı 29, Ankara 1963, s. 184.
3. Özel, S., Özen, H., & Püsküllüoğlu, A. (1986). Atatürkʼün Türk Dil Kurumu ve sonrası (Vol. 43). Bilgi Yayınevi.
4. Turan, Ş. ve Özel, S. 75. Yılda Türkçe’nin ve Dil Devriminin Öyküsü, 2007, s.28
5. Turan ve Özel, a.g.e., s.32
6. Turan ve Özel, a.g.e., s.59
7. Turan ve Özel, a.g.e., ss.74-75
8. Turan ve Özel, a.g.e., ss.82-83
9. Turan ve Özel, a.g.e., s.88
10. Turan ve Özel, a.g.e., s.105
11. Turan ve Özel, a.g.e., s.124