AVRUPA PARASAL BİRLİĞİ SAHNESİNDE BİR YUNAN TRAGEDYASI

tarafından
464
AVRUPA PARASAL BİRLİĞİ SAHNESİNDE BİR YUNAN TRAGEDYASI

Prof. Dr. Oktar TÜREL | Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü Emekli Öğretim Üyesi

Bu deneme genel olarak Avrupa Parasal Birliği’nin, özel olarak da Avro’nun 2010-12’de Yunanistan ekonomisindeki büyük çöküntü ile yüzeye vuran yaşamsal sorunlarını tartışmayı amaçlıyor. Kuşkusuz, Avrupa Birliği (AB)’nin ve “Avro Bölgesi”nin halen içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal kriz ortamı, 2007 ortalarında başlayan ve 1930’ların Büyük Depresyonu’nu çağrıştıran büyük küresel bunalımın aslî bir öğesidir. Ancak, biz bu denemenin sınırlı çerçevesi içinde söz konusu küresel bunalımın nedenleri ve olası sonuçları üzerinde kapsamlı bir çözümlemeye gitmeden, AB’ye ve AB’deki pa

rasal birlik çabalarına özgü hususlar üzerinde duracağız.

Avro Bölgesi’nde 2010 ve sonrasında yoğunlaşan mali krizle ilgili yazında aşağıdaki saptamalar sık sık dile getirilmiştir:

(i) AB’nin Maastricht Antlaşması (imza: Şubat 1992; yürürlük: Kasım 1993) ile ivme kazanan parasal birlik atılımı, daha sonra siyasal düzlemdeki tamamlayıcı kararlarla yeterli ölçüde desteklenemedi; özellikle Birlik düzeyinde para ve maliye politikalarının eşgüdümü sağlanamadı.

(ii) Son yirmi yılda AB içinde gerçekleşen yüksek düzeyde finansal bütünleşme, tekil üyelerdeki mali krizleri kısa sürede diğer ülkelere bulaştıran bir nitelik kazandı. Düzenleyici kural ve mekanizmalar üzerinde birlik ölçeğinde mutabakat sağlanamaması, finansal krizlerin olumsuz etkilerini daha da pekiştirdi (düzenleme arbitrajı, ahlaki sakıncalar, vb.).

(iii) 2007-09 dünya finansal krizinin zor duruma düşürdüğü büyük uluslararası finans kuruluşlarını “kurtarma” gereği, AB’nin hemen hemen tüm ülkelerinde kamu açıklarını ve kamu borç yükünü artırdı. Ekonomik durgunluk, kamu gelirlerini baskılarken, kamu açıklarını yüksek faiz oranları ile finanse etme çabaları, finansal krizleri fiskal krizlere dönüştürdü.

(iv) Avro Bölgesi’nde yer alan, görece düşük gelirli çevre ülkelerinin (AB “Güneyi”nin) parasal birliğe aşırı değerli sayılabilecek ulusal para eşdeğerleri ile girmeleri ve izlenen yıllarda emek verimliliğinde tatminkâr artışlar sağlayamamaları (ya da reel ücretleri aşındıramamaları), bu ülkelerde rekabet gücü kaybı ve yüksek cari açıklarla sonuçlandı; “kendi imkânları üzerinde yaşayan” bu ülkelerin er-geç krizle buluşmaları kaçınılmazdı.

Bütün bu saptamalarda gerçek payı var; ama bunlar bazı önemli ayrıntıları yeterince aydınlatmıyor. Dolayısıyla, Avro’nun oluşum aşamasını daha yakından incelemek ve parasal birliğin inşasında bazı tasarım hatalarının bulunup bulunmadığını sorgulamakta yarar var

Tek ve uluslararası işlemlerde ödeme ve/veya hesap aracı olarak kullanılabilecek bir paranın sağladığı işlem kolaylığını ve onu ihraç edenin elde ettiği senyoraj kazançlarını uzun uzadıya anlatmak gereksiz. Ortak bir para biriminin uluslararası ekonominin eşgüdümünde yararlı ve etkili bir araç olduğuna da işaret edilmeli. Ancak bir ülke, katıldığı birlik içinde döviz kuru değişkenliğinden kendi rızası ile vazgeçiyorsa, bunun yerine koyabileceği içsel mekanizmalara sahip olabilmelidir. Ana akım iktisadına göre bu mekanizmalar (i) emeğin üye ülkeler arasında hareketliliği ve (ii) merkezi bütçeden yapılacak, “tazmin edici” fiskal transferlerdir.

XIX. yüzyılda parasal birlikler, akılcı bir ekonomik tasarımla değil, savaşla ve/veya ekonomi dışı siyasal zorlamalarla ortaya çıkmışlardı. AB bağlamında parasal birliğin ortaya çıkabilmesi için, böyle bir birlikten en fazla yararlanacak olan sınıfların önderliğinde karmaşık sınıfsal uzlaşıları gerçekleştirmek gerekliydi. Bu “görev”i başta Alman ve Fransız oligopolleri olmak üzere, AB’nin “merkez” ülkelerindeki büyük sermaye üstlendi. Egemen sınıflar devalüasyon olasılığını ortadan kaldıran, enflasyonu baskılamakta yararlı olacak, üstelik toplumsal açıdan “yansız” görünen böyle bir yapılanmadan başka yararlar da beklemekte idiler: Emek sürecinin sömürü oranını yükseltecek biçimde kontrol edilmesi ve sermaye sınıfı içindeki bölüşüm çekişmelerinin yönetilebilir düzeyde tutulması.

Ne var ki, dünya parası olma iddiasını taşıyan bir paranın egemen bir siyasal güç ve onun kontrolündeki etkin bir askeri güç tarafından desteklenmesi şarttır. Maastricht Antlaşması’nın siyasal bütünleşmeyi daha üst düzeylere taşıyan geniş çerçevesi, antlaşmayı kotaranların böylesi gerekliliklerin farkında olduğunu düşündürüyor.*  Ancak, AB’nin siyasal güç merkezileşmesini sağlamakta karşılaştığı engeller dolayısıyla, parasal birliğin fiskal politika ayağı Maastricht Ölçütleri (ya da Yakınsama Ölçütleri) adı verilen “teknik” parametrelere dayandırıldı ve Avro’ya geçecek ülkelerin enflasyon hızı, kamu açıkları ve kamu borç yükü, geçiş dönemi boyunca döviz kuru paritelerinin göreli istikrarı ve uzun dönemli faiz oranlarında belirli sınır değerlere yakınsaması istendi.

Maastricht ölçütleri, dayandığı ortodoks iktisat anlayışının doğası gereği, uluslararası  ekonomide uyumun yükünü cari işlem ve/veya kamu açığı veren ülkelere taşıtan ve dolayısıyla daha baştan “deflasyona yatkınlık” (deflationary bias) içeren bir sistem getirmişti. Öte yandan, üye ülkelerin sorumsuzca borçlanmasını ve sonradan “kurtarılmak” üzere diğer ülkelere şantaj yapmasını engelleme amacı ile (bazı istisnalar dışında) bir ülkenin bir başka ülkenin borcunu üstlenmesi de engellendi.

Maastricht Antlaşması Avro’ya varan yolda üç aşamalı bir program öngörmekteydi: (i) Antlaşma’nın kaleme alındığı zaman az-çok tamamlandığı varsayılan birinci aşamada üye ülkelerin kur pariteleri görece dar bandlar içinde hareket edebilecek, sermaye hareketleri üzerindeki kontroller tümüyle kaldırılacaktı; (ii) 1994’te başlaması öngörülen ikinci aşamada kur dalgalanmaları daha da azaltılacak, büyük çaplı kur düzeltmelerine ancak istisnai şartlarda müsaade edilecek, Avrupa Merkez Bankası (ECB)’na ebelik edecek Avrupa Para Enstitüsü kurulacaktı; (iii) en geç 1999’da ECB oluşturularak Avro’ya geçilecek, Avrupa Parasal Birliği başlangıçta yakınsama ölçütlerini tutturan ülkeler temelinde işlerlik kazanacak, daha sonra genişleyecekti.

1992-96 döneminde birçok AB ülkesinin yaşadığı ödemeler dengesi krizlerine rağmen, bu program pek fazla gecikmeden gerçekleştirildi. Buna karşılık, Maastricht ölçütlerinin sağlanmasında ciddi güçlükler ortaya çıktı; bu ölçütlerin ihlali durumunda önce mükerrer uyarılar yapılmasını, sonra da yaptırımlara gidilmesini öngören İstikrar ve Büyüme Paktı (SGP, 1997)’na geçildi. Ancak ihlaller yine de önlenemedi. Almanya ve Fransa’nın baskılarıyla, esnekliği yetersiz bulunan SGP’nin 2005’de bir reforma tabi tutulduğu, SGP’ye ekonomik durgunluk dönemlerini göz önünde tutan ve verimlilik artırıcı  limit aşımlarına açık kapı bırakan hükümler eklendiği görülüyor. Bu reform da fazla işe yaramadı. 2007-09 finansal krizi ve 2010’da bazı üye ülkelerin yaşadığı borç krizleri sonrasında yaşanan “iklim değişikliği”, ifadesini Mart 2011 tarihli Euro Plus Pact’da buldu; ölçüt ihlallerine karşı otomatik olarak devreye girecek yaptırımlar getirildi.

Bu “aman vermez” tutumun vardığı son nokta Mart 2012’de (Çek Cumhuriyeti ve İngiltere hariç) 25 AB üyesi ülkenin hükümetleri tarafından kabul edilen ve kısaca European Fiscal Compact adıyla bilinen anlaşmadır. Resmen “Ekonomik ve Parasal Birliğin İstikrarı, Eşgüdümü ve Yönetişimi için Anlaşma” adıyla bilinen anlaşma metni, Ocak 2013’e kadar Avro Bölgesi’nin en az 12 ülkesinin yetkili makamları tarafından onaylanırsa yürürlüğe girecektir. Compact, ilke olarak, üye ülkelerin genel bütçelerinin dengede olması veya fazla vermesini, bu ilkenin Ocak 2014’e kadar ulusal mevzuata içerilmesini öngörmektedir. Denk bütçe hedefine AB Komisyonu tarafından önerilen bir takvime göre ulaşılacaktır.

Bütün bu öykü, tekil ülkeleri siyasal merkezin fiskal disiplinine uymaya zorlayacak kurum ve kuralların, özellikle AB’nin bütünü için Hazine işlevini üstlenecek bir kuruluşun eksikliğini ortaya koyuyor. Maastricht’ten bu yana AB’nin siyasal merkezin etkinliğini artırıcı kararlar almadığını söylemek yanlış olur; Nice (imza: Şubat 2001; yürürlük: Şubat 2003) ve Lizbon (imza: Aralık 2007; yürürlük: Aralık 2009) Antlaşmaları bu yönde atılmış adımlardır. Ne var ki, başta Avro bölgesindekiler olmak üzere, AB üyesi ülkelerin tarihsel olarak ulusal yönetimlerin yetki ve imtiyaz alanındaki fiskal politika özerkliğinden kolaylıkla ve gönüllü olarak vazgeçeceklerini ummak gerçekçi değil. Daha büyük ölçekli fiskal birliğe geçiş sürecinde Almanya’nın (ve Sarkozy Fransası’nın) başını çektiği fiskal ortodoksluğun üye ülkelere empoze edilebilmesi için Lizbon Antlaşması’nın da köklü bir revizyona uğratılması gerekebilecek. Bütün bu engeller önünde AB ülkeleri, 2000’li yıllarda popüler olan bir deyimle, “açık koordinasyon yöntemi”ni (daha doğrusu, başı sonu olmayan pazarlık ve kulis mutabakatlarını) kullanarak sonuç elde etmeye çalışıyorlar.

Çağdaş kapitalizm, gelişmiş ve yüksek işlevsellik düzeyine erişmiş bir finansal aracı kesim olmadan yaşamını sürdüremez. Bu nedenle, ABD, 2007-09 finansal krizinin başlangıcından bu yana “batamayacak kadar büyük” ve finans kesiminde zincirleme çöküşler yaratabilecek finansal kuruluşları kurtarmayı yeğlemiş, bu amaçla dolar likiditesini çarpıcı ölçülerde artırmakta tereddüt göstermemiştir. Temel yaklaşım şu olmuştur: Hastayı ilkin yaşama döndürelim, iyileştirmeyi sonra düşünürüz. Ancak bugünün finansallaşmış dünya ekonomisinde (1930’lu yıllardan farklı olarak) finans kesimi üzerinde köklü ve geniş toplum katmanlarının yararına düzenlemelere gidilmesi, bu kesimin güçlü çıkar ilişkileri ve neoliberal iktisat ideolojisinin şartlandırmaları dolayısıyla kolay görünmemektedir. Nitekim son beş yılda finansal krizlerin başlıca taşıyıcısı spekülatif uluslararası sermaye işlemleri üzerine herhangi bir denetim getirilememiş, uzmanlık kuruluşlarının ihtiyati tedbir önerileri uygulamaya kısmen aktarılabilmiştir.

AB parasal otoritelerinin (enflasyonist baskılar yaratabileceği kaygısı ile), ikircikli ve gecikmiş bir biçimde de olsa aynı tutumu benimsedikleri görülmektedir. Aşağıda da değinileceği gibi, 2000’li yılların kriz dönemlerinde karar almakta atalet, AB iktisadi yönetiminin belirgin vasfı haline gelmiştir.

Finansallaşmanın son yirmi yılda dünya ekonomisinde yol açtığı sorunlar, sadece çeşitli varlık kategorilerindeki fiyat köpükleriyle, “zehirli” finansal varlıklarla, ölçüsüz risk alma eğilimleriyle, düpedüz yolsuzluk sayılabilecek işlemlerle, ulusal finans sistemleri arasındaki yoğun bağınlaşmanın yaratacağı “domino etkileri” ile sınırlı kalmamıştır. Türkiye’nin 2000’li yıllarda yaşadığı, ama yeterli dersleri çıkarmadığı spekülatif sermaye ile güdülenen büyüme, AB’nin “çevre” ülkelerinde (Portekiz, İrlanda, İspanya ve Yunanistan’da) de izlenmiş, sermaye girişçıkışlarındaki istikrarsızlık bu ülkelerde canlılık/ çöküş (“boom/bust”) çevrimlerine yol açmıştır. Kamu açıklarının ve cari açıkların sıcak para ile zahmetsizce finanse edilebilmesi, uzun vadeli ve basiretli düşünmeyi engellemiş, derecelendirme kuruluşları da dahil olmak üzere finansal aracıların çevrim-yanlı (“pro-cyclical”) davranışlar sergilemesi de krizlerin yoğunlaşmasına katkıda bulunmuş, böylece “kendi kendisini gerçekleştiren kehanet” olarak adlandırılabilecek kısır kriz döngülerine ortam hazırlanmıştır.

AB’nin 2010-12 Yunanistan krizine karşı tutumu, sorunların teşhisinde geç, tedavisinde ise hem geç hem de yetersiz kalındığı biçiminde özetlenebilir. AB ve özellikle AB’nin kilit ülkesi Almanya, her üye ülkenin sorumluluklarını kendi başına üstlenmesi gerektiğini ısrarla savunarak, Yunanistan krizinin bizatihi AB’nin kendisine ve Avro’ya yönelik bir tehdit olduğunu algılamamakta direnmiştir.4 Vurguyu Yunanistan’ın kriz öncesinde ve kriz yönetimindeki kusurlarına yerleştiren bu bencil ve miyopik tutum, sorunun kökeninde Maastricht düzenlemelerinin yattığını görmezden gelmektedir. Maastricht “rejim”i, AB’nin “Güney”ini rekabetçi olmaktan uzaklaştırmış, “merkez”i ve özellikle Almanya’yı reel ücretleri baskılama pahasına kazanılan büyük cari fazlalara eriştirmiş, “çevre”yi cari açıklara, yüksek işsizliğe, “spekülatif büyüme”ye ve ekonomik istikrarsızlığa itmiştir. AB içindeki Kuzey-Güney çatlağına ek olarak, Batı-Doğu çatlağı da genişlemekte, AB’de bölgesel eşitsizlikler pekişmektedir.5 Tutucu neoliberal iktisat anlayışıyla bütünleşen bu gelişmeler,  Lapavitsas vd.’nin bir çalışmalarına yerleştirdikleri “Kendini ve Komşunu Yoksullaştır!”6 başlığı ile uyum içindedir.

Kronolojik ayrıntılara girmeden, AB’nin Yunanistan krizinin idaresindeki vahim yanlışlarını özetle sıralayalım:

  • Yunanistan’a baştan sağlanması gereken mali desteğin eksik tahmini ve birbirini izleyen “paket”lerin ülkeyi temerrüt eşiğinden döndürecek güveni sağlayamaması;
  • Yunanistan’da kısmi bir borç silme ve borcu yeniden yapılandırma gereğinin baştan algılanamaması;
  • Kriz önleyici rezerv havuzlarının (EFSF ve ESM) geç ve hasisçe oluşturulması;*
  • (ECB’nin devlet tahvilleri karşılığında Yunanistan’a finansman desteği sağlama konusunda gösterdiği direnç;
  • Birlik adına yükümlülük garantisi getiren Avro tahvillerinin ihraç edilememesi ve “çevre” ülkelerinin birbiri ardına fahiş faiz hadlerinden finansman teminine zorlanması;** 
  • Çöküş evresinden çıkamayan bir ekonomiyi harcama kısıcı ve tasarruf artırıcı önlemlere zorlamaktaki abeslik;
  • Yunanistan’a sağlanacak mali desteğin uluslararası kuruluşlar arasında paylaştırılmasındaki kararsızlık ve gecikmeler (IMF? AB organları? EFSF? Ad hoc programlar?) ve mali desteğin kullanımında gözetim sağlanmasındaki aşırılıklar (Yunan stili “Düyun-u Umumiye” talepleri).

Aygül’ün belirttiği gibi bu yaklaşım Yunanistan krizini çözmekten çok, Yunanistanınkilere benzer yeni destek taleplerinin önünü kesmeyi amaçlamış görünmektedir.7 Bunda başarılı olunamadığı, İspanya’nın “bankalarını yeniden yapılandırma” gerekçesi ile Haziran 2010’da AB’den mali destek talebinde bulunmasıyla ortaya çıkmıştır.

Avro Bölgesi’ndeki mali krizler, AB’nin “çevre” ülkelerinde siyasal şoklar da yaratmakta, bu ülkeleri yönetilemez hale getirmektedir. Kısa bir ufuk turunda yarar var:

• İtalya. Nisan 2006 seçimlerinden sonra kurulan Prodi’nin merkez-sol koalisyon hükümeti, Ocak 2008’de güvensizlik oyu ile düşürüldükten sonra doğan hükümet krizi çözülemeyince, Cumhurbaşkanı Napolitano, Meclis’i feshetti. Nisan 2008’de yapılan genel seçimleri İtalya’nın kıdemli politikacısı Berlusconi’nin önderlik ettiği sağ koalisyon kazandı. İtalya’da 2010-11’de yoğunlaşan mali krizle baş edemeyen Berlusconi çekilmek zorunda kaldı; Kasım 2011’de Monti başkanlığında “teknokratik” bir hükümet kuruldu ve Monti, “İtalyan Stili”nde bir kemer sıkma programını uygulamaya girişti.

• İspanya. 2004-08 döneminde diğer küçük partilerin desteğiyle bir koalisyon oluşturan, 2008-11 döneminde bir azınlık hükümeti ile ülkeyi yöneten Zapatero önderliğindeki İspanyol sosyalistleri (PSOE), Kasım 2011 seçimlerinde büyük bir yenilgiye uğradılar (genel oy dağılımında 15 puan’lık kayıp). PSOE’nin oyları kısmen Komünist Parti’ye, kısmen “çoğulcu” sol partilere, kısmen de “merkez”deki partilere kaydı. Büyük bir oy kaymasından yararlanmamakla birlikte Rajoy’un Halkçı Parti’si (PP) liberal-muhafazakâr eğilimli bir hükümet kuracak oy çoğunluğunu elde etti.

• İrlanda.  1997-2011 döneminde cumhuriyetçi-popülist çizgide Fianna Fail’in Yeşiller ve (2008’e kadar) İlerici Demokratlarla oluşturdukları koalisyonlarla yönetilen İrlanda’da Şubat 2011 seçimleri, bu ülkede çok sık rastlanmayan ilginç bir koalisyon hükümeti doğurdu (Kenny’nin başbakanlığında, liberalmuhafazakâr Fine Gael ile İşçi Partisi’nin (yani politik spektrumun iki karşıt ucunun) oluşturduğu bir hükümet). Fianna Fail’in iktidarı yitirmesi ile 2010’da zirveye ulaşan İrlanda mali krizi arasında yakın ilişki var

• Portekiz. 2005 genel seçimlerinden parlamentoda salt çoğunluk elde ederek çıkan Socrates önderliğindeki Sosyalist Parti, 2009’da salt çoğunluğu yitirmekle birlikte, iktidarda kalabildi. 2010 mali krizinden çok yıpranan  Socrates, istifa etmek zorunda kaldı ve erken seçime gidildi. Haziran 2011 genel seçimlerini önde bitiren (Coelho liderliğindeki) Sosyal Demokratlar, politik yelpazenin sağında yer alan Halkın Partisi ile koalisyon hükümeti kurdular. Oransal paylar itibariyle, 2011 seçimlerinde Sosyalistlerin oy kaybı, Sosyal Demokratların kazancına aşağı yukarı eşitti.

• Yunanistan. 2007 seçimlerini kazanan Yeni Demokrasi Partisi (ND)’nin önderi Karamanlis’in talebi üzerine Parlamento feshedilerek Ekim 2009’da erken seçime gidildi (Yunanistan ekonomisi artık Karamanlis’in yönetemeyeceği bir aşamaya gelmiş bulunuyordu). Kriz, “enkaz devralan” Papandreu önderliğindeki PASOK’un iktidara gelişinden kısa bir süre sonra patlak verdi. 2010-11’deki çeşitli yardım paketlerine ve onların tamamlayıcısı istikrar programlarına karşın, PASOK ülkeyi yönetemedi; Kasım 2011’de çekilen Papandreu yerine Papademos başkanlığında geçici bir teknokratlar hükümeti kuruldu ve önce Mayıs 2011’de, sonra da (hükümetin kurulamaması dolayısıyla) Haziran 2011’de erken genel seçimlere gidildi. Hiçbir partiye iktidar olabilecek çoğunluğu kazandırmayan, ortaya bir koalisyon da çıkaramayan Mayıs 2011 seçimlerinin yükselen yıldızı, radikal sol koalisyon SYRIZA idi. Haziran 2011 seçimlerinde (Mayıs 2011’de çok ağır bir darbe alan) PASOK, Demokratik Sol Parti (DIMAR) ve aşırı sağcı Altın Şafak (XA), Mayıs 2011’deki oy oranlarını az çok korudular; buna karşılık ND ve SYRIZA oy oranlarını yaklaşık 10’ar puan yükselttiler. ND’nin kazançlarının büyük ölçüde Bağımsız Yunanlılar (ANEL)’dan, SYRIZA’nınkilerin ise büyük ölçüde Yunan Komünist Partisi (KKE)’nden gelen oy kaymalarından sağlandığı anlaşılıyor. Yeni hükümet, Samaras (ND) başkanlığında kısmen ND’lilerden, kısmen de teknokratlardan oluştu; PASOK ve DIMAR hükümete bakan vermemekle birlikte, mecliste hükmete güvenoyu vereceklerini beyan ettiler.*  Burada ilginç bir husus, Avro’dan çıkma konusunda hiçbir taahhütte bulunmayan, ancak istikrar programının bunaltıcı şartlarını yeniden müzakere edeceğini vaat eden SYRIZA’nın sağ partiler tarafından Yunan toplumuna ve dünya kamuoyuna AB ve Avro karşıtı olarak tanıtılmasıdır.  ND (ve yeni hükümet) Başkanı Samaras bu öcü masalını seçim sonrası konuşmasında tekrarladı: “Bugün Yunan Halkı, Avro’ya demirli kalmamızı destekledi” (Hürriyet, 18 Haziran 2012).

Yukarıda özetlediğimiz olgular, şu saptamaları yapmamıza imkân veriyor:

  • AB’nin “çevre” ülkelerinde seçmen, kendisine mali krizi ve onu izleyen kemer sıkma programlarını yaşatan siyasal partiler ve onların önderlerini (2002 Türkiyesi’ndeki gibi) sandıkta cezalandırmakla birlikte, henüz çektiği sıkıntıları finansallaşmış küresel kapitalizmin eseri olarak algılayacak ve “sol” bir siyasal programa büyük kitle desteği verecek aşamaya gelmemiştir. Böyle bir desteğe ulaşabilmek için sosyalist/ sosyal demokrat partilerin kapsamlı bir hazırlık ve siyasal çalışma döneminde üretilebilecek yaratıcı fikirlere ihtiyaçları olduğu açıktır.
  • Demokratik siyasal kültürleri Türkiye’dekinden hiç de eksik sayılamayacak İtalya ve Yunanistan’da teknokratik “ara rejim” arayışlarının izlenmesi, küresel kapitalizmin yeniden yapılanma programları için gerektiğinde parlamenter sistemi askıya almakta çok tereddüt göstermeyeceğini imâ etmektedir.

Tekil ülkelerin borç sorunlarının çok ötesinde, bir Avro Bölgesi krizi niteliği taşıyan bugünkü krizi aşmak için başlıca dört senaryo düşünülebilir: 1) Dağılma: Üye ülkelerin Avro’nun yaşatılması için gerekli özveri ve işbirliğini sağlayamaması sonucunda Avrupa Para Birliği’nin çözülmesi ve her ülkenin kendi ulusal para birimine geri dönmesi, en uçta yer alan ve gerçekleşme olasılığı zayıf görünen bir senaryodur. Böyle bir senaryonun (artacak işlem maliyetlerini fazlasıyla aşan) büyük ekonomik ve siyasal bedelleri olacak ve kesinlikle benimsenmeyecektir.

2) Kısmi “çıkış”lar: Bu senaryo, başta Yunanistan olmak üzere Avro bölgesinin kimi “zayıf halka”larının ulusal para birimlerine dönmeleri ve ekonomik yapıları daha homojen “merkez” ülkeler etrafında biçimlenen bir Avro’nun oluşmasıdır. Gerçekçi görünen bu senaryonun bugün için en ciddi sakıncası, küresel ekonomide AB ve Avro’ya güven duygusunun yitirilmesi yüzünden, çıkışların nerede duracağının kestirilememesidir. Yunanistan ekonomisinin AB içindeki cüzi payı düşünüldüğünde, gecikmeden ve hızla uygulanacak bir “Grexit” AB için önemli bir sorun yaratmayabilirdi.  Ancak İspanya ve giderek İtalya’nın Avro’dan çıkmak zorunda kalması, Avro’dan bir uluslararası rezerv para yaratma özlemlerinin ve Tek Avrupa düşlerinin sonu olacaktır; Avrupa egemen sermayesi bunu göze alamaz. Avro’dan çıkan ülkeler, uluslararası ekonominin “parya”ları haline düşmemek için sadece borç silme ve/veya yeniden yapılandırma ile yetinemeyecekler, başta finans olmak üzere toplumsal ve ekonomik altyapı üzerindeki kamusal denetimi sağlamak ve sanayi politikalarını yeni baştan tasarlamak durumunda kalacaklardır. Böyle bir dönüşüm, siyasal güç dengesi emekten yana değişmeden gerçekleşemez. Avro’dan çıkmak, bu nedenle, AB’nin “çevre” ülkelerindeki egemen sınıflar ve güçlü orta sınıflar için bir kâbustur.

3) Tutucu/neoliberal çizgide yeniden yapılanma: Bu senaryonun temel yapıtaşları AB’nin merkezi siyasal denetim aygıtlarının güçlendirilmesi, para ve maliye politikaları arasında eşgüdüm sağlanması, maliye politikalarında denk bütçe ilkesini esas alan merkezi bir disiplinin tesisi ve finansal sistemin (sermaye hareketlerinin serbestliğine ciddi bir kısıt getirilmeksizin) AB genelinde uygulanacak düzenleyici kurallarla yönetilmesidir. AB Konseyi’nin, AB’nin kilit ülkeleri Almanya ile Fransa’nın ve AB merkez bürokrasisinin benimsediği, bugün için uygulanma şansı en yüksek görünen ve egemen sermaye çıkarlarına uyan senaryo budur. Ne var ki, bu senaryo, Maastricht rejiminin temel kusurlarını ortadan kaldırmamaktadır. İmâ ettiği ulusal hükümranlık kaybı, tekil ülkelerin maliye politikasındaki manevra alanının büyük ölçüde ortadan kalkması, sürekli “kemer sıkma” ortamında yaşamanın doğuracağı toplumsal tepkiler ve artacak bölgesel eşitsizlikler dolayısıyla, bu senaryo “çevre” ülkelerini uzun dönemde Avro Bölgesi içinde tutmakta zorlanacaktır. Paradoksal bir biçimde, birliği güçlendirmek için alınan önlemler, birliğin temellerini aşındıracaktır.

4) Radikal / reformcu yeniden yapılanma: Bu tür bir yapılanma, üye ülkelere daha geniş fiskal özgürlük, fakat daha geniş bir Avrupa bütçesi ve bu bütçeden gelir eşitliğini artırıcı, istihdamı koruyucu, yatırımları özendirici transferlerin yapılması, ECB’nin üye ülkelere ikrazda bulunması önündeki kısıtların gevşetilmesi anlamını taşır. Emeği kollayan böyle bir tercihin günümüz siyasal koşullarında gerçekleşmesi kolay görünmüyor; bunun için toplumsal değişim, eşitlik ve adalet talep eden güçlerin kıta ölçeğinde büyük ivme kazanması gerekli.

Sergilediğimiz senaryolar içinde olasılığı en yüksek görünen üçüncüsü ile Euripides’in İphigenia Aulis’te adlı tragedyası arasında ilginç bir paralellik kurulabilir. Tragedyanın öyküsünü kısaca hatırlayalım: Truva savaşlarına katılacak Yunan ordusunu taşıyan donanma, Aulis limanında denize açılmaya hazırdır; ama gemilerin yelkenlerini şişirecek rüzgâr esmemektedir. Kâhin Kalkhas’a göre bu duruma ordunun önderi Agamemnon’un gücendirdiği Tanrıça Artemis’in buyruğu yol açmıştır; Artemis’in gazabını yatıştırmak için Agamemnon’un kızı İphigenia, tanrıçaya kurban edilmelidir.

Agamemnon, çaresiz, bu öneriye yanaşır; çünkü savaşa hazır, ama eylemsizlikten huzursuz Yunan ordusu, kendisi ve tüm ailesi için bir tehdittir. Oyunun bundan sonrası Agamemnon, eşi Helena’yı Truva’lı soylu Paris’e kaptırarak savaşın tetiklenmesine yol açan kardeşi Menelaus, kızının akıbetinden dertlenen karısı Klitemnestra, İphigenia ile evlendirileceği bahanesi ile komploya dahil edilen yiğit Akhilleus ve alınyazısına direnmektense Yunan kentlerinin kurtarıcısı olarak ölüme gitmeyi yeğleyen İphigenia arasındaki trajik karşılaşmalarla örülür. Euripides’ten günümüze kalan metnin finali, oğlu veya yeğeni (genç) Euripides tarafından düzenlenmiştir; bu finalde İphigenia’nın yerine bir geyik Artemis’e kurban edilir.

Yelkenleri bir türlü rüzgârla dolmayan ve parasal/fiskal krizini aşarak büyüme rotasına yerleşemeyen AB, Yunanistan’ı kurban ederek iktisat tanrıçasının gazabını savuşturacak mı? Truva’yı yağmalama hırsıyla yanıp tutuşan Yunan ordusu (sermaye?) için Agamennon’un ya da İphigenia’nın yaşamı, ya da ölümünün (bugün Yunanistan’ı, yarın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni kurban etmenin) önem taşımayacağı akla gelebilir. Ancak Balkanlar ve Doğu Akdeniz’de etkili bir dünya gücü olma perspektifini hiçbir zaman yitir(e)meyecek AB ve onun ardındaki “merkez” büyük sermayesi, kanımızca Yunanistan ve Avro’yu gözden çıkaramaz. Yunan krizini sönümlendirmek için ödeyeceği bedeli asgaride tutabilmek amacı ile, son ana kadar uçurumun kenarında oynamayı sürdürse de, son kertede Yunanistan’ı (yani Yunanistan’ın egemen sınıflarını) kurtaracaktır. Tayfur’un çarpıcı anlatımıyla:

“Yunanistan yaşatılabilir mi? Tarihsel olarak devlet olma deneyimi Avrupa/Batı sermayesinin ‘Doğu’ya açılma’ ve genişleme siyasetiyle paralellik gösteren Yunanistan, liberalizmin uzun laissez-faire döneminde devletin iflasına karşı kamu gelirlerinin uluslararası (Büyük Güçlerin) denetim altına alınarak borçlarının tahsil edilmesi ya da yeni koşullarla ertelenmesi yoluyla varlığını sürdürmüştü. Yunanistan, 20. yüzyılın ikinci yarısında ise maliye-finans politikalarında eski kötü alışkanlıklarını sürdürmesine karşın liberalizmin ‘uluslararası Keynesçi’ dünyasında ABD ve AB’nin yüklü sermaye aktarımlarıyla borç ödeme ve iflas baskısı olmadan global/bölgesel siyasi-iktisadi çıkar karşılığı ayakta kalabilmişti. Şimdi 2000’li yılların neoliberal ‘deregülasyon’ döneminin devlet-piyasa ilişkisine uygun olarak Yunanistan’dan istenen, borç, mali kriz ve iflasa karşı devletin gelir getiren varlıklarını özelleştirerek, kitlelerin refah düzeylerini düşürerek, vergileri artırarak finansal ve mali krizden çıkılmasıdır. Yunanistan’ın da yaşayabilmek için bu talebi her zamanki gibi kendi alışkanlıklarıyla sentezleyerek uygulaması kuvvetle muhtemeldir.

Batı modeli piyasa ekonomisinin ‘Doğu’ya yönelik tutkulu tarihsel ilgisiyle Yunanistan’ın ayakta kalması arasında muhtemel bir karşılıklılık olsa gerek”.8

Bu tümcelere birkaç olgu daha eklenebilir. Örneğin, Alman Başbakanı Merkel, Nisan 2010’da  Yunanistan’ı  Avro’ya dahil etmenin hata olduğunu söylemişti. AB Komisyonu’nun (dönem itibariyle) genişlemeden sorumlu komiseri Verheugen de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB’ye katılmasının hata olduğunu telaffuz etmişti. Okurlarımız Avrupa’nın Hellenik toplumlar için niye hep “hatalar” işlediği üzerinde düşünebilirler. “Sunakta kurban edilen geyik” anlatısı ise herhalde okurlarımıza Yunanistan’ın ve Avrupa’nın emekçilerini anımsatacaktır.

KAYNAKÇA

1. Carchedi, G., For Another Europe, London: Verso, 2001, Kesim 4.3

2. Carchedi, a.g.e.

3. USAK, “Krizdeki Birlik: Euro Bölgesi’nin Borç Sarmalı ve Geleceği”, Ankara: USAK, 2011, s.25.

4. USAK, a.g.e.

5. Aygül, C., “Faultlines of the EU: What Next after Greece?”, ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün 11. Uluslararası Konferansı’na sunulan tebliğ, 13-15 Haziran 2012.

6. Lapavitsas, C. vd., “Beggar Thyself and Thy Neighbour”, Euro Bölgesi Krizi üzerine Birinci RMF Raporu, Mart 2010.

7. Aygül, a.g.e.

8. Tayfur, F., “Yunanistan’ın Mali-Finansal Krizi: Tarih Kaç Kez Tekerrür Eder?” Mülkiye, Sayı 274., 2012, s.190