ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu
ODTÜ Atatürkçü Düşünce Topluluğu olarak
Öncelikle bize sunum yapma imkanı sağlayan Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’ne teşekkür ederiz. İdeolojiler çağı olarak adlandırılan 20. yüzyıldan 21. Yüzyıla geçtiğimizde tüm dünyanın en çok üzerinde durduğu kavramların insan hakları ve demokrasi kavramları olduğunu görüyoruz. Bu gün devletler arası ilişkilere konu olan ve hatta devletlerin uyguladıkları politikalara meşruluk sağlamak adına kullandığı bu kavramlar, Avrupa’da aydınlanma ile boy gösteren modernleşme projesi ile ortaya çıkmış, daha sonrasında ise evrensel boyutlara ulaşmıştır. Sunumumuzda öncelikle insan hakları kavramını ortaya çıkaran dinamikleri ve bu dinamiklerin tüm dünyada yarattığı etkiler ile beraber Türkiye’de yaşanan gelişmeleri ele alacak, sonrasında ise değişen dünya düzeni ile beraber gelişen ve modern kurumlara eleştirel bakan düşünceler ışığında insan haklarının bugününü tartışacağız.
İnsan hakları kavramının tarihi, bir bakıma insanın birey olmasının, içinde yaşadığı toplumdan ve tabi olduğu siyasi otoriteden ayrı olarak varlığının şuuruna varması tarihidir. Burada, haklara sahip olan insan, bir devletin ulusal sınırları içerisinde yaşayan ve sadece insan olmasından kaynaklanan haklara sahip olan bir yurttaş-bireydir. Dolayısıyla bu bireyin oluşması ile bireylerin, içerisinde haklarından ödün vermeden yaşayabilecekleri, bugün hala bir alternatifi olmayan modern ulus devletlerin oluşması paralel yaşanan gelişmelerin önemi büyüktür. Savaşlar sonucu kamplaşarak düzenli ordular oluşturan, geleneksel yapı içerisinde varlıklarını sürdüren toplumlar 1648 Westphalia Barışı ile beraber modern devletlerin temellerini atmışlardır. Sınırları belirli ülkelerin ve kendileri dışında Papalık ya da Kutsal İmparatorluk gibi dini veya dünyevi hiçbir otoriteye tabi olmayan, yani egemen olan siyasi birimlerin ortaya çıkması, tarihin akışını derinden etkilemiştir. İnsan hakları bu yeni ortaya çıkan egemen devletlerin içinde bireyin kendi devletine karşı birtakım haklara sahip olma mücadelesinin bir sonucu olarak boy göstermeye başlamıştır.
Hak arama mücadelesinin İngiltere’de kralın yetkilerini sınırlayan ilk belge olan 1215 tarihli “Magna Carta Libertatum” ile başladığını söyleyebiliriz. Bu belgenin ortaya çıkmasının altında her ne kadar kralla soylular arasındaki yetki çekişmesi yatsa da Magna Carta’da imtiyazlı olmayan kesimleri de ilgilendiren bireysel hak ve hürriyetlerle ilgili maddeler mevcuttur. Ancak bu belgenin esas önemi, yeni bir çığır açmış olması ve sonrasında aynı anlayışla hazırlanan belgeler için zemin hazırlamış olmasıdır. İnsan haklarının tarihinin bir diğer dönüm noktası ise Amerika Birleşik Devletleri’nin İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı vermesi sonucu kurulmasıdır. ABD’nin insan hakları tarihine baktığımızda, ilk önce bağımsızlık hareketinin başını çeken Virginia Kolonisi tarafından 12 Haziran 1776 tarihinde kabul edilen Haklar Beyannamesi’ni görürüz. Bunu, bu beyannameden esinlenerek oluşturulan 4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Beyannamesi izlemiştir. Üçüncü bir belge olarak ise ABD’nin ilk anayasası olan 1787 Anayasası’nda insan haklarına vurgu yapılmış, daha sonra ise eklenen maddeler ile beraber temel hak ve hürriyetlerin kapsamı genişletilmiştir. Örneğin 1865’te yapılan bir ek ile kölelik kaldırılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı ise ancak 1920’de tanınmıştır.
Fransa’da 1789 yılında kabul edilen İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi ise daha önce sözünü ettiğimiz belgelerden farklı olarak bir devrim sonucu ortaya çıkmıştır. Bu beyannamenin hazırlanmasında ABD’de yaşanan gelişmelerin önemli bir payı olduğunu belirtmek gerekir. İngiltere ile yıllardır süren husumetinin sonucu olarak, ABD’nin bağımsızlık savaşı sırasında İngiltere’yi zor durumda bırakmak adına ABD ile yakınlaşan Fransa oradaki gelişmelere yakından şahit olmuş ve o gelişmelerden etkilenmiştir. Özünde kendisinden önceki Amerikan beyannamelerinden çok da faklılık göstermeyen Fransız Beyannamesi’ne insan haklarının gelişim tarihinde özel bir önem atfedilir. Bu noktada, Fransızca’nın daha yaygın olarak kullanılan bir dil olması sebebiyle beyannamenin daha fazla insana ulaşabilmesinin yanı sıra daha önce de vurguladığımız üzere, bu belgenin daha önce örneği görülmemiş bir şekilde devrim sonucu ortaya çıkmasının yarattığı siyasal sonuçların, onu bu kadar önemli kıldığını söyleyebiliriz. Unutulmamalıdır ki Fransız Devrimi bir kırılma noktasını temsil etmektedir; bu devrim o zamana kadar mutlak otoritesi sorgulanmamış kralın halk ayaklanmasıyla devrildiği ve yerine halk egemenliğini esas alan bir yönetimin kurulduğu ilk örnektir. O zamana kadar pek çok aydınlanma düşünürünün kuramsal alt yapısını hazırladığı ancak gerçekleşmesi kimilerine göre asla mümkün olamayacak olan halk egemenliğinin olabilirliği ve başarısı tüm dünyaya kanıtlanmıştır. Sonrasında ise tüm dünyada gücünü halk dışında farklı odaklardan alan geleneksel toplumların otoritesi sorgulanmaya başlanmış, insan ilahi olanın yerine kendi aklını koymuş, ona güvenmiş, geleceğini onunla tayin etmeye çalışmıştır.
Tüm bu gelişmelere paralel olarak, Aristo’yu kaynak edinen Kopernik, Kepler, Galile ve Newton’la devam eden “klasik fizik” dünya ve kainat tanımlarını değiştirmiş, dinsel tarifeleri reddeden bir açıklama getirmişti. Newton fiziğinin tanımladığı dünya belirli kurallara göre ve belirli bir mantık çerçevesinde, yeterli bilgiye sahip olunduğunda doğru durum tahminleri tahminlerinin yapılabildiği, başı sonu belirli olan “deterministik” bir sisteme sahipti. Doğrunun ve yanlışın ya da iyinin ve kötünün bir arada bulunamayacağı bu dünyada, tek bir doğru ve tek bir iyi vardı. Sosyal bilimlerin de konusu olmaya başlayan bu gelişmeler, Auguste Comte tarafından geliştirilen pozitivizm olgusu ile birlikte ulaşabileceği en geniş etki alanına sahip oldu.
Batı’da yaşanan bu köklü değişiklikler elbette ki sınırlı bir coğrafyada kalamazdı. Aydınlanmanın yarattığı domino etkisi kısa zaman içerisinde tüm dünyayı sardı ve imparatorlukların temellerini sarstı. Osmanlı İmparatorluğu özellikle de 19. yüzyılda her ne kadar kendini bu gelişmelere adapte etmeye çalışsa da toplum yapısı itibariyle bir sistem değişikliğine gitmeksizin çabalarının karşılığını alamayacağını öngöremedi. Osmanlı’da insan hakları kavramının Batı’dan gelen baskı ile sadece gayrimüslimleri kapsadığını, özgürlüklerin yaşanmasında ise devletin merkezi olan İstanbul ile taşra hayatı arasında ciddi farklar olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla tüm halkı kapsayan insan hakları düşüncesi ve bu düşüncenin gerçekleşmesini sağlayacak köklü değişim Kemalist Devrim ile olmuştur. Temel amaçları arasında insanın gönencini ve özgürleşmesini sağlamayı barındıran Kemalizm, bu hedeflerine varmanın ancak çağdaşlaşma sayesinde mümkün olacağının bilinciyle toplumunu geri kalmışlıktan kurtaracak devrimler gerçekleştirmiştir. Batı’nın ortaya koyduğu demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi evrensel kavramları Türkiye’ye yerleştirmeye çalışan fakat bunun için gerekli koşulların bulunmadığının da bilincinde olan Mustafa Kemal hem bu kavramların gerekli ön koşullarını yerine getirmiş hem de pratikte attığı adımlarla Türkiye’yi çağdaş insan hak ve özgürlükleri ile tanıştırmıştır. Bir yandan Batı’nın emperyalist güçlerine karşı bağımsızlık mücadelesi verirken bir yandan da Batı modernleşmesinin düşünsel değerlerini kendi yerelliği ile birleştirerek özgün bir model oluşturan Kemalizm, tarihin ilk ulusal çağdaşlaşma ideolojilerinden biri olmuştur.

Bulunduğu çağın oldukça gerisinde seyreden ve var olma mücadelesi veren bir toplumu kendi çağının ilerisine taşıyan Kemalist ideoloji, 20. yüzyılın baskın ideolojilerinden birine eklemlenmemiş, kendi özgün sistemini oluşturmuştur. Mustafa Kemal pratikte uygulanmayı bekleyen teoriler yazmamış, ideolojinin doktriner bir yapıda olmasını istememiştir. Suna Kili’nin ifadeleriyle “Mustafa Kemal kuşkusuz bir kuramcı, bir bilim adamı değildi. Yapacağı devrimi bütünüyle ve her yönüyle saptayarak, açıklayarak da uygulamaya koymamıştır. Ama Türk toplumunu başka gelişmiş toplumlar önünde ezilen, sömürülen, horlanan yoksul bir toplum olmaktan kurtarmak; ülkenin güçlü elkoyucu-anamalcı devletler arasında paylaşılmasını önlemek istiyor; bunu nasıl gerçekleştirilebileceğini genç yaşından beri düşünüyordu. Dönemin siyasal gelişmelerini, dünya siyasal tarihini; Avrupa’nın gelişmesini bu gelişmede ulusal devletin, ulusal birliğin, siyasal otoritenin varlığını; Fransız İhtilali’ni ve bu ihtilalin getirdiklerini iyi bilen, iyi yetişmiş bir komutandı… Toplumu insan yapısı, koşulları, olanakları, ekonomisi, tarımı, ticareti, gelenekleri ve inançlarıyla biliyor; bu insanların öz yapısını, özveri duygusunu, bu özyapı ve özveri duygusunun tükenmek bilmez direnme, savaşma, başarma azmini ve gücünü iyi tanıyor; bu güçle her başarıya ulaşılacağı inancını taşıyordu. Bu birikimle devrimini 19 Mayıs 1919’dan başlatarak oluştura oluştura, geliştire geliştire, biçim ve içerik vere vere, Anadolu’ya ve Türk ulusuna özgü uygulamalı bir çağdaşlaşma modeli ortaya çıkarmıştır. Bu model, önderin kafasında oluşturduğunu halka sunarak, halka benimseterek, ulusun rızasını alarak, ulusun desteğinde ve eşliğinde bir devrimi öngörür.”
Anlaşılacağı üzere Mustafa Kemal Batı’da farklı koşullar sebebiyle doğmuş ideolojileri kendi toplumuna uygulamamış ancak Batı’dan evrensel olan değerleri almış ve uyguladığı politikalarda pragmatist davranmıştır. Pragmatist özelliği sayesinde doktriner olmayan ve sürekli devrimciliği içerisinde barındıran Kemalizm, bu yapısı ile dönemin ideolojilerinden ayrılmış hatta aynı sebepten dolayı bazı çevrelerce bir ideoloji olarak kabul edilmemiştir. Ancak biz, tam olarak da bu özelliği sebebiyle Kemalizm’in, ortaya çıktığı çağın dinamiklerinden beslenmiş ve 21. yüzyılda hala varlığını sürdürebilen bir ideoloji olduğunu düşünüyoruz. Nasıl Newton fiziğinin deterministik karakteri dönem ideolojilerine ve toplumsal hayata yön vermişse 20. Yüzyılda geliştirilen ve Einstein’ın “Matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir.” saptamasıyla başlayan kuantum devrimi de insanın “doğru”ya bakışını değiştirmiştir. Örneğin Newton fiziğine göre ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluşması mümkün değilken, yani ikisinden birinin mutlaka doğru olması gerekirken kuantum fiziği bunun olabilirliğini saptamış, üstelik ışığın dalga ya da cisimcik özelliği göstermesinin gözlemciye göre değişebileceğini ortaya çıkarmıştır. Bu yeni fizik anlayışıyla gündeme gelen olasılıksal nedensellik dünyanın kesin kurallar etrafında dönmediğini söyleyerek determinist söylemin geçerliliğini ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla determinist söylemden beslenen liberalizm ve onun karşısında yer alan Marksizm gibi evrensellik iddia eden ideolojiler bulundukları çağın getirdiği yapıları sebebiyle değişen toplum düzeni içerisinde yer edinememişlerdir.

Gerek bilim alanında yaşanan gelişmeler gerek 20. yüzyılda arka arkaya patlak veren savaşlar sonucu yaşanan acılar ve modern toplumun vaat ettiği refah düzeyi ile gelecek olan mutluluğun yerini alan, artan gelir farklılıkları ile birlikte gelen sefalet, modernleşme projesinin insan hayatına verdiği zararın, sağladığı yarardan daha fazla olduğu konusunu gündeme getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan acılar ve soykırıma varan vahşetin olabilirliğinin görülmesi, pozitif hukuka olan güveni sarsmış ve insan hakları konusunu yeniden gündeme taşımıştır. Yaşanan olayların tekrarlanmaması adına uluslararası alana insan hakları kavramını ilk defa taşıyacak ve insan hakları hukukuna kaynaklık edecek evrensel bir belge niteliği taşıyan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilmiştir. Beyanname’nin oylanmasına o dönemde BM üyesi olan bütün devletler katılmış ve 56 oydan 8 çekimsere karşılık 48 olumlu oyla kabul edilmiştir. Oylamada çekimser kalan devletler 6 Doğu Bloku ülkesi (Sovyetler Birliği, Beyaz Rusya, Ukrayna, Polonya, Çekoslovakya) ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği’dir. Sosyalist ülkelerin çekimser kalmasının sebebi iktisadi ve kültürel hakların geri plana itildiğini düşünmeleri ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kapsamından hoşnut olmamaları iken Suudi Arabistan’ın çekimser kalmasının sebebi devletin din anlayışı ile beyannamenin bazı hükümlerinin çeliştiğini düşünmesidir.
İnsan haklarının evrensel düzeyde var olup olamayacağı tartışması bugün aydınlanmanın yarattığı kurumların yani modernitenin başarılı olup olmadığı tartışmalarıyla beraber yürümektedir. Avrupa’da dolaşan bir hayalet olarak tanımlanan ve modernizmin uygulamalarına herhangi bir sistematiği olmaksızın eleştiri getiren postmodernizm kavramının en önemli fikir babası Nietzche ise modernliği “daha yüksek türlerin” rasyonalizm, liberalizm, demokrasi, sosyalizm adına sıradanlaştırdığı, içgüdülerin köreltildiği bir çöküş olarak tanımlamaktadır. Foucault ise modernizmin bireyleri “normalleştirdiğini” ileri sürerek bireyin yeni öznellik biçimleri bulması gerektiğini söylemekte ve “Özneyi belirsizleştirecek olan etik, evrenselleştirici ve normalleştirici olmayan, bireyler arasındaki farklılıklara özen gösterirken bireysel özgürlüğü ve bireyin özgürlüğünü daha geniş toplumsal bağlamını vurgulayan bir etik olmalıdır.” Diyerek belirsiz olması ve temelde üst anlatılara karşı olması sebebiyle herhangi bir üst anlatısı olmayan postmodernizmin etik anlayışı hakkında ipuçları vermektedir.
Evrensel normlara karşı olan postmodern düşünce nesnel, genel, nötr ilkelerin varlığınıyadsır ve tüm ussal varlıkların üzerinde anlaşabilecekleri rasyonel ilkelerin bulunmasının olanaksızlığını ifade ederek modern devletin temelini oluşturan hukuksal altyapının meşruluğunu sorgular ve onu güç ilişkilerinden bağımsız olarak ele almaz. Modern olmayan dönemdeki yaşantısına bir özlem duyar. Bu anlamda muhafazakardır, ileriye yönelik planları barındırmaksızın kendisini şimdiye hapsederek kişiyi tarih, mekan ve zamandan soyutlar. Varlığını belirsizliğinden alan bu kavramın belirli bir ahlak anlayışına oturtulması imkansızdır. Çünkü genellemeleri kabul etmez ancak ahlak kavramını kişinin başka bir kişiyle yani bir öteki ile olan ilişkisi üzerine temellendirir. Ötekini ihmal eden her davranışı ahlak dışı sayar. Postmodernler, modernite ile bağdaştırdıkları bilimsel bilginin üstünlüğü, pozitivizm, ulus devlet anlayışı, endüstrializm, kapitalizm, demokrasi, laiklik, teknoloji, bürokrasi ve uzmanlaşma gibi kavramlara karşı çıkarken belirsizliği, farklılığı, etnikliği, yerelliği, özgünlüğü ön plana çıkarırlar.
Henüz varlığı dahi tartışmalı olmasına rağmen tüm dünyada pek çok sosyolojik araştırmanın konusu olan ve modern kurumların tamamına saldırıda bulunması sebebiyle gündelik hayatımızı etkileyen postmodernizm kavramı, bireylerin farklılıklarından yola çıktığı için eşitlik düşüncesini reddeder. Bu sebeple de insan hakları konusuna farklı yorumlar getirir. Her toplumun kendine özgü koşulları olacağı düşüncesinden yola çıkarak genel geçer kuralların bulunmadığını iddia eder ve tüm vatandaşlarına eşit mesafede durabilecek bir ulus devletin var olamayacağı savından yola çıkarak yurttaş-birey kavramını kabul etmez. İnsan hakları ile çelişen bir diğer önemli nokta ise devleti meşru olarak görmeyen anlayışın onun yasa koyucularını da meşru olarak görmeyişi ve en temelde pozitif hukuk kurallarının adaleti temsil ettiğini düşünmeyişidir.
Anlaşılacağı üzere postmodern bir toplumun nasıl bir toplum olacağını kestirmek bizim bugünkü değer yargılarımızla pek mümkün görünmüyor. Ancak bugün tüm dünyada yaşanan gelişmelere baktığımızda bu rüzgarın etkilerini hissedebiliyoruz. Aydınlanmanın ortaya attığı bazı savların, örneğin dinin kamusal hayattan daha fazla özel hayata çekileceği ve gittikçe toplumsal hayattaki etkisinin azalacağı savının, bugün tersine işleyen bir süreç içerisinde olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde vatandaşlık kavramının özümsenmesi özellikle de küreselleşme süreci ile beraber daha fazla tartışılan bir konu haline geliyor. Dünya ile iletişim ve etkileşimin artması tahmin edildiğinin aksine insanları yerel kimliklerine ve geleneksel yaşamlarına daha fazla bağlıyor.
Bugün Türkiye’de insan hakları ve özgürlükler tartışmalarının hemen hemen tamamının din ya da etnik temelli olması dünyanın geçirdiği süreçten bağımsız gelişen olaylar olarak düşünülmemelidir. Tabi ki Türkiye’nin kendine özgün koşulları bu tartışmaların yapıldığı zeminin hazırlanmasına yardımcı olmaktadır. Ancak bugün dünyanın geneline baktığımızda muhafazakar hükümetlerin koltuklarını koruduklarını ve bir dönemin siyasetine yön veren sağ sol tartışmalarının bugün yaşanmadığını, siyasetin ideolojilerden soyutlandığını görebiliriz. Konuşmaya başlarken belirttiğimiz üzere bu çağın kilit kavramı olan insan hakları ortaya atıldığı dönemden bugüne yaşanan bu gelişmelerle değişim geçirerek gelmek zorunda kalmıştır. Uluslaşma sürecinde insan hakları ve demokrasinin en önemli teminatı olan laisizm, bugün insan haklarını kısıtlayan bir etmen olarak sunulabilmektedir.
Sonuç olarak insan aklının egemenliği ele geçirmesiyle beraber toplumlar hızlı değişimlere sürüklenmiştir. Bu sürüklenme sırasında başı çeken kimi zaman toplumsal etkileşimler kimi zaman bilim dünyasında yaşanan gelişmeler olmuş; sonuç olarak ortaya çıkan düşünce akımları teknolojinin ilerlemesi ile beraber, gittikçe daha hızlı bir şekilde dünyaya yayılmıştır. Bugün postmodernizmle yaratılan belirsizlik ortamında, kimi zaman ideolojilerin ortaya koyduğu uygulamalar üzerinden akıl ve bilimin yarattığı devrimin eleştiri konusu edildiğini kimi zaman ise modernitenin eleştirisi üzerinden ideolojilerin hedef haline geldiğini görüyoruz. Böyle bir ortamda, bahsedildiği üzere Newton fiziğinin diyalektiğini öncül alan ideolojiler tarih sahnesinden çekilirken içerisinde pragmatik öğeler bulunduran, kuantum felsefesinin toplumsal alana bir yansıması olarak nitelendirebileceğimiz Kemalizm, sürekli devrimcilik anlayışı ile bugünün sorunlarına çözüm üretme özelliğini hala devam ettirmektedir. Bizler düşün grubu olarak, bugünün toplumsal dinamiklerinin doğru yorumlanması halinde Kemalizm’in, içinden çıktığı aydınlanma kültürünü devam ettirerek zaman içerisinde ortaya çıkan toplumsal ihtiyaçlara cevap verebileceğini, daha barışçıl, hoşgörülü ve insan haklarına saygılı bir Türkiye’nin yaratılmasında başı çekebilecek bir güç olabileceğini düşünüyoruz.