Erden Bilgen | Devlet Solisti
Ulusal Kurtuluş Mücadelemizin hemen ardından Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ve düşünce arkadaşları, çalışmalarında önceliklerini binlerce yıllık savaş tarihinde üstün askeri başarıları sayesinde yaşama tutunabilmiş, ancak yine savaşlar sonrasında varını yoğunu yitirmiş bir milletten, geleneksel her türdeki müzik yapıtlarını Avrupa’dan 600 yıl sonra çok sesli olarak zenginleştirilerek, demokratik sivil toplum yaşamında güçlü, sorgulama bilincine erişmiş, barış içinde yaşayan çağdaş bir “Türk Ulusu” yaratmaya vermişlerdir.
Geleneklerin kullanılması
Bu yolda toplumun duyarlılığını arttırma amacıyla yapılan müzik çalışmaları, tüm diğer devrimlerde olduğu gibi tarih boyu edinilen geleneklerimizin geliştirilerek, daha yararlı hale getirilmeleri üzerine planlanmıştır. İlk aşamada, Türklere binlerce yıl imparatorluk kurabilme becerisi ve cesareti aşılayan mehter tören müziği geleneğinden yola çıkılarak okullarda “Yavrukurt” adıyla boru-trampet takımları kurdurularak, yapılacak törenlere hazırlanmak üzere öğrencileri coşku dolu müzikler eşliğinde ve disiplin içinde yürüterek morali çok güçlü bir sivil toplumun alt yapısı oluşturulmuştur. Yurdun dört bir yanında okullarda her yaştan öğrenciyi izci giysisi, okul isminin yer aldığı flamaları ile yüksek bir kişilik içerisinde izleyen halkımız, çocuklarının coşku dolu müzikleriyle savaşlardan yorgun ve yokluk içerisinde çıkmalarına rağmen moral kazanarak, büyük zaferlerin kutlamalarını doyasıya yapmış, vatan, insan ve doğa sevgisi duyguları ile tanışarak her alanda başarıdan başarıya koşmuştur.
Geleneksel mehter takımı ise askeri yapılanma içerisinde değerli bir gelenek olarak eski şekliyle devlet koruması altına alınmıştır.

Şekil 1. 1930’lu yıllar, İstanbul Öğretmen Okulu
Hun, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları dönemlerinde devletin gücünü simgelemiş ve Türklerin dünya tören müzik kültürüne armağanı olan boru/davul tören müziği bugün Amerika’da sadece başkanlık töreni, İngiltere’de sadece kraliçenin onurlandırdığı tören ve gelişmiş ülkelerde de olimpiyat benzeri önemli etkinliklerde kullanılmaktadır.

Şekil 2. 1930’lu yıllar Ankara Lisesi

Şekil 3. 1930’lu yıllar Sivas Öğretmen okulu
1932 yılında Atatürk tarafından kurularak, çalışmalarına 14 kentimizde resmen başlayan ve sayıları 1950 yılında 478’e ulaşan Halkevlerinde gerçekleşen müzik çalışmaları da 1919 yılında başlatılan kurtuluş mücadelesi döneminde Türk müziği üzerinde etkileri büyük olan, toplumun genel kültür düzeyini geliştiren merkezler olmuşlardır. Her gün daha fazla vatandaşı kucaklayarak halkımızın barınma, sağlık, eğitim, çevre, kadın ve engelli haklarının savunulması için çok başarılı çalışmalar yapan ve gittikçe büyüyen kamu yararına dernek statüsündeki bu sivil toplum kuruluşları, ne yazık ki 1951 yılında, politikacıların çıkar hesaplarına uğruna Demokrat Parti zamanında meclis kararıyla mal varlıkları dağıtılarak, kapatılmışlardır.

Şekil 4. 1948, Artvin Halkevi müzik kolu

Şekil 5. 1950 ve 1960’lı yıllar, İlkokul öğrencileri mandolin grubu

Şekil 6. 1960 ve 1970’li yıllar, Köy ve kasabalarda ulusal bayram coşkusu (boru/trampet)
Görüntüsü ve güçlü ses yapısıyla tarih boyu tanrının, meleklerin, kral ve imparatorların gücünü simgeleyen borulardan çıkan belli bir disiplin içerisindeki ince ve kalın doğal seslerin coşkusu ve trampetlerin verdiği düzenli, güçlü ve disiplinli ritimler sayesinde Türk toplumunun sorgulama yeteneği hızla gelişmiş; yöneticilerin özverili çalışmaları sonucu ortaya koydukları yeniliklerle geleceğe umutla bakan, vatanını ve milletini seven, yaşam sevgisiyle donanmış güçlü bir çağdaş sivil toplum yaratılmıştır. Çalışmaların yurdun dört bir köşesine yayılması sonucunda, halkımız hızla yetenek ve özgüven kazanarak Cumhuriyet döneminin birbirinden güzel çok sesli marş ve sevilen evrensel müziklerini askeri bandolardan değil, kendi yaşadıkları şehir ve kasabalarındaki müziğe gönül veren sivil memur ve esnafları ile seslendirmeye başlamışlardır.

Şekil 7. 1954, Kendi gönüllü personeli ile kurulan Eskişehir Devlet Demiryolları Bandosu

Şekil 8. 1960, Gönüllü öğretmen, memur ve esnaf tarafından kurulan Gönen Şehir Bandosu
Yurdun dört bir köşesinde, toplumumuzun birlik ve beraberlik içerisinde yüzlerce yıl yaşamasını sağlayan acı ve sevinçlerini paylaştıkları yöresel müzikler de yeni kurulan Cumhuriyet çalışmalarında önemle yer almış, tarih boyu tek sesli kalan birbirinden güzel türküler ve makamsal saray müziklerimiz konservatuvarlarda çok sesli olarak zenginleştirilerek, toplum tarafından tanınmaları sağlanmıştır. Senfoni orkestralarımızın yurt dışı konserlerinde bu eserlere özenle yer verilmiş ve uluslararası alanda geleneksel müziklerimiz tanıtılmıştır.
Padişah 2. Mahmut döneminde, Avrupa ordularının vazgeçilmez unsuru olan çok sesli askeri bandoların bir örneği 1826 yılında Musika-i Hümayun adıyla Topkapı Sarayı’nda kurularak, konser verilmeye başlanmıştır. 1924 yılında, Atatürk’ün emri ile bu orkestra sarayın hizmetinden alınarak, toplumun müzik kültürünü geliştirmek üzere Ankara’ya taşınmış, yine 1924 yılında orta dereceli okullara müzik öğretmeni yetiştirmek üzere kurulan Musiki Muallim Mektebi de 1934 yılında sahne sanatçısı kadrosu oluşturmak üzere konservatuvara dönüştürülmüştür. 1934-1935 yıllarında ünlü Alman besteci Hindemith, ülkemizdeki müzik kurumlarının programlarını oluşturmak için görevlendirilmiş, onun önerisi ile CSO şefliğine getirilen Alman Orkestra Şefi Dr. Ernst Praetorius orkestranın repertuvarını uluslararası düzeye taşımıştır.
1934 yılında kurulan bu konservatuar sayesinde, bugün yurt içi ve yurt dışında büyük bir sanatçı ordusu, solist, orkestra üyesi, besteci, tiyatrocu, dansçımız Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda ülkemizi başarıyla temsil etmektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti`nin kuruluş döneminde yaptıkları çalışmalarla çok sesli klasik müziğimizin gelişmesine büyük katkı sağlayan Türk Beşleri Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferid Alnar, Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kazım Akses, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Atatürk’ün aydınlanma devriminin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.
1936 yılında, Türk halk müziğinin yaşatılması ve geliştirilmesi adına önemli bir çalışma başlatılmış, dönemin tanınmış Etnomüzikoloğu Macar Bela Bartok türkülerimizi yerinde araştırmak üzere Türkiye’ye davet edilmiştir. Besteci Ahmet Adnan Saygun ile birlikte güney sınırı bölgemizden Toros Dağları yaylalarına kadar gidilerek, türkülerimizin söz ve notaları yazıya dökülmüş, şarkıların, yöre insanlarının sesiyle ses kaydı yapılmıştır.
*Örnek, Mavilim, https://www.youtube.com/watch?v=nZ5DUUN4gqE (Ek, Bela Bartok)
1970’li yılların başında CSO yönetmeliğinden yola çıkılarak Kültür Bakanlığı bünyesinde birçok büyük şehirlerimize senfoni orkestrası kurulmaya başlanmış, konservatuarlarda bestecilerimiz tarafından seslendirilerek, konser salonlarına taşınan ses ve nota kaydı yapılan yöresel türkülerimiz tüm Türkiye’de dinlenebilir hale gelmişlerdir.
Çok daha iyisini yapabilmeliydik düşüncemi saklı tutarak, gerek öğrencilik yıllarımda değerli mesleki bilgiler edindiğim Ankara Devlet Konservatuarı gerekse 1970’li yıllarda üyesi olmaktan büyük onur duyduğum Cumhurbaşkanlığı Senfoni ile konserlerimizde ve sonrasında solist, besteci ve orkestra şefi olarak yaptığım çalışmalarda, Türk müziğinin kurtuluş mücadelemizin ardından 100 yıl içinde gerçekleştirdiği gelişimden duyduğum sevinci okurlarla paylaşmak isterim.
1975 yılında, İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde sadece Türk Müziği üzerine eğitim veren konservatuar ile bu okula bağlı eğitim veren Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi kurulmuş, bu iki kurumun gerçekleştirdikleri çalışmalarla bugün makamlar ve özellikle geleneksel çalgılar üzerine yapılan çok sesli besteler sayesinde konser salonları son derecede yetenekli geleneksel çalgı yorumcularımızın harikulade doğaçlamaları ile büyük bir zenginlik kazanmıştır.
Atatürk’ün vefatı sonrası aynı ilkeler doğrultusunda yapılan müzik çalışmalarına 1940 yılından itibaren, Milli Eğitim Bakanlığı yapan Saffet Arıkan ve Hasan Ali Yücel ile İlk Öğretim Müdürü İsmail Hakkı Tonguç tarafından her çocuğa mandolin ve keman eğitimi, yanında genel kültür ve üretim dersi verilmesini sağlayan Köy Enstitüleri kurulmuştur. Müzik sistemi bugün uluslararası alanda yabancı ülkelere örnek olan bu okullar, yöneticilerin yanlış politikaları nedeniyle ne yazık ki 7-8 yıl eğitim verip, sonrasında kapatılmışlardır.

Şekil 9. 1943, Cilavuz Köy Enstitüsü Mandolin Korosu
Köy Enstitüleri’nde öğrencilere verilen müzik eğitiminde kullanılan Rönesans döneminin en önemli çalgısı Mandolin, aynen kemandaki gibi her iki elde de farklı yönde, farklı yapıda küçük hareketlerin kontrol altına alınmasını zorunlu kıldığı, doğru ve yanlışı, iyi ve kötü sesi net şekilde duyurduğu için köy çocuklarının duyarlılığını hızla geliştirmiş; halk müziği ve tanınmış müzikleri toplu halde eğlenceli şekilde seslendiren çocuklar yaşadıklarını sorgulama yeteneğine kısa zamanda kavuşmuşlardır. Zaten enstitülerinin kapatılma nedeni de köy çocuklarında görülen bu son derecede güçlü kimlik gelişimidir.
1919 yılından itibaren yapılan çalışmaların Türk müziği üzerine etkileri uzun müddet gelişerek sürmüş, edinilen kazanımlar yaygın hale getirilmiş, ilk 30 yılın tadı da toplum tarafından doyasıya çıkarılmıştır. Özellikle 1970’li yıllarda, TRT, geleneksel müzik programları yanında diğer türlerin nitelikli olanlarını titizlikle seçip, yayınladı. Bunun sonucunda, halkımız kendi ihtiyaçlarından doğan, dünyada eşi benzeri görülmeyen pop, caz, halk, klasik, saray, makamsal türde müziklerini zenginleştirmiş; gazino müziği adı altında bir müzik ve eğlence kültürü yaratmış; doğa ile iç içe yaşadığı için sorgulama yeteneği zaten gelişmiş köylülerimiz de kendi yöresel müzikleri yanında TRT sayesinde arzu ettikleri müzikleri dinleyerek, müzik yaşamlarını keyifle sürdürür hale gelmişlerdir.
1980 Sonrası Müzikte Yaşanan Gelişmeler
Son yüz yıl içerisinde yaptığımız savaşları sahada ve masada kaybeden küresel güç ve işbirlikçileri, ülkemizi aralarında parçalayamayınca 1974 yılında başarıyla gerçekleşen Kıbrıs Barış Harekatı’nı onaylamayarak, fırsata çevirmişler ve 1980’deki darbe için ön hazırlıklarına başlamışlardır. Psikolojik gücümüzün zayıflayacağını, genç neslimizin ve ailelerinin sağa sola savrulacağını bildikleri için yönetim kadromuzdaki işbirlikçilerinin yardımı ile öncelikle bize her alanda toplumsal güç kazandıran, Cumhuriyet döneminde gençlerimize disiplin içerisinde hem müzik hem de spor eğitimi veren, toplumu ayakta tutan boru-trampet takımlarını ortadan kaldırmışlardır.
Darbenin hemen ardından yaşanan acı gerçeklere üzülmesi gereken halkımız sanki bütün dertlerinden arınmışçasına yeni müzik ve sanatçı olarak tanıtılan yeteneksiz bir sürü şarkıcılarla gününü gün etmeye başlamıştır. Ülke yöneticilerimizin koruması altında toplumsal değerleri hiçe sayan, son derecede kolay ve basit yaşamın yolunu gösteren müzikler kısa zamanda güzel türkülerimizin ve şarkıların önüne geçmiştir. Gazinolardaki çalgı ustalarının nitelikli taksimleri doğal olarak ortadan kalkmış, sözleri yaşam sevgisi aşılayan şarkılar yerine batasıca bir dünyanın hüzünlü müzikleri ile umutsuz bir yaşam felsefesi topluma aşılanmaya başlanmıştır. Aynı anda vur patlasın çal oynasın yaşam tarzı ile kafana göre takıl olarak tanımlayabileceğimiz tipte şarkılarla toplumun edindiği değerli duyarlılıklar ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. “Sanat Güneşi” olarak adlandırılan harikulade bir alaturka şarkıcımızın arkasına sığınılarak sanki diğerleri sanat değilmiş gibi “Türk Sanat Müziği” diye bir tür ortaya çıkarılmış ve türkülerimiz ile diğer müzikler bir yana bırakılarak, tek sesli müzik ve ona bağlı yaşam tarzı ülkemizin gündemine oturtulmaya başlanmıştır. 1980 yılına kadar kemancı, ressam, piyanist unvanı ile sanatlarını yapan kişilere keman çalıyorsa kemancı, resim yapıyorsa ressam denirken birdenbire sanatçı unvanı yakıştırılmış, yeteneksiz şarkıcı, söz yazarı ve besteciler sanatçı unvanıyla popüler kılınarak, toplumun kültürel seviyesi hızla aşağıya çekilmeye başlanmıştır. Bu yaklaşım sanat dünyamızdaki rekabeti altüst etmiş, gelişmeleri fırsat bilen, vakit bulamadığı için müzik teorisi öğrenemeyen amatör bir alaturka müziksever grubu, 1983 yılında bizzat Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in desteği ve imzası ile (ek 1) “2000 yıllık tek sesli Türk müziğimiz horlanıyor” diye tek sesli geleneksel müziği koruma yetkisi ile görevlendirilmişlerdir. Kenan Evren ve yabancı işbirlikçilerinin işine geldiği için bu proje hemen kabul edilerek, ülkenin dört bir yanında tek sesli makamsal müzik eğitimi veren okullar açılmış, tüm kurum ve kuruluşlarımızda yaşanan demokratik yaşam biçimi hiçbir baskı uygulanmadan müzik yoluyla zayıflatılmıştır. Halbuki özellikle o dönemde konservatuvarlarımız türkü ve makamlar üzerine nitelikli çok sesli çalışmalarını yapmış, topluma kendi müzikleri ile nitelikli bir müzik kültürü aşılama yolunda canla başla çalışmışlardır.
Devrimleri savunan, gençleri peşinden koşturup, bir arada tutan yurtsever şarkıcılarımız hapse girmemek için yurt dışına kaçmışlar, yaşanan olumsuz gelişmeler yüzünden yüzbinlerce duyarlı yurtsever üniversite öğrencisi toplumsal olaylara duyarsızlaşmaya başlamışlardır. Büyük emekler harcanarak gönüllüler tarafından kurulan çok sesli sivil bandolar tasfiye edilerek, yerlerine belediyelerde kadrolu çalgıcılardan oluşan tek sesli mehter takımları kurulmuş ve tüm bunlar medya yolu ile demokrasimiz güçleniyor diye pohpohlanmıştır. Halkımız müziğe kısa zaman sonra bir kültür gözüyle değil eğlence unsuru olarak bakmaya başlamış, anlı şanlı üniversitelerde öğretim üyeleri birbirinden güzel ve keyifli çok sesli türkülerimizi söyleyeceklerine işin kolayına kaçarak, tek sesli korolar kurarak, alaturka tek sesli konserler vererek, eğlenmeye başlamışlardır. Toplumsal duyarlılığı, sağlıklı toplumsal ilişkileri hiçe sayan hatta onlarla alay eden sözlü müzikler “Çağ Atlıyoruz” yalanıyla hep aynı kişiler üzerinden yıllarca gündemde tutulmuş, toplum son derecede yanlış bir yolda yıllarca yürütülmüştür.
Okullarda farklı ses ve ritimler sayesinde sorgulama yeteneğini ve farklı düşüncelere saygıyı, eleştiri kültürünü geliştiren boru-trampet takımlarının hiçbir neden belirtilmeden kaldırıldığı günden itibaren toplumumuzdaki birlik ve beraberlik ruhu, vatan, doğa, insan sevgisi ve hoşgörüsü azalmaya başlamış, en sonunda da kendi İstiklal Marşı’nı aynı sesten söyleyemeyen, parasal zenginlikten başka gözü hiçbir şeyi göremeyen duyarsız bir toplum yaratılmıştır.
Bugün klasik, pop, caz, halk veya etnik ne derseniz deyin ülkemizde dünyaca ünlü veya benzeri unvanlarla manşetlerden inmeyen birçok müzikçi nitelikleri ile popüler olmuş değil, maalesef 1980’li yıllardan itibaren medya ve siyasiler sayesinde popüler edilmiş kişilerdir.
1980 yılından itibaren yaşanan bu olumsuz gelişmelere rağmen 1924 yılından itibaren çalışmalarını hiç ara vermeden sürdüren ülkemizin senfoni ve opera orkestralarında görevli emekçi müzisyenler; Aşık Veysel’in izinden giden ozanlarımız; gazete ve sosyal medya ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığı halde büyük bir mücadele ve yurdun dört bir yanında canla başla konser veren, topluma yüksek bir ruh kazandıran değerli klasik, pop, halk ve caz müzisyenlerimizin hepsi ulusal mücadele sonrası başlatılan müzik devriminin ışığını solmadan yaşatmaya, tüm karşı devrim çabalarına rağmen toplumumuzun müzik kültürünü geliştirmeye canla başla devam etmektedirler.
Günümüzde çok sesli müzik eğitimi alan toplumların diğerlerine göre gelişmiş olduğu bilimsel olarak kanıtlandığı için gelişmiş ülke yöneticilerinin hepsi müzik konusuna büyük özen gösteriyorlar. Cumhuriyet döneminde başlatılan müzik seferberliğinde CSO olarak biz de 1970’li yıllarda yaz aylarında, Güneydoğu Anadolu, Karadeniz, Orta Anadolu’nun il ve ilçelerinde uzun konser turnelerine çıkıyorduk. Toplumun gelişmesine karşı olanlar “Sivas, Sivas olalı böyle zulüm görmedi” masalını uydursalar da birebir orada olan birisi olarak bu turnelerde halkımızın yorumladığımız müzikleri nasıl can kulağı ile dinlediğini çok iyi anımsıyorum.
Sonsöz; Cumhuriyet döneminde gerçekleşen birbirinden değerli müzik çalışmalarının iki gizli kahramanı, politik nedenlerle ortadan kaldırılan boru-trampet takımları ve köy enstitülerindeki müzik eğitimidir. Eğer bu yapılar devam ettirilip, geliştirilebilseydi şu anda herhalde dünyanın en gelişmiş ve mutlu toplumlarından birisi olurduk. Müzik konusundaki gelişmişliğimiz ne yazık ki 1919’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesinin ilk 30 yılında kazanılan büyük başarıların ve bu başarılar üzerine keyfini sürdüğümüz sonraki 30 yıllık refah döneminin gölgesinde kalıyor. 1980 darbesiyle birlikte müzik yaşamımız, çok sesli müziklerin peşinde koşan, onun kazandırdığı demokratik yaşamı benimseyen yurtsever vatandaşlar ile tek sesli müzik ve temsil ettiği yaşam biçimini arzulayanların arasında gidip gelmektedir. Bu durum ne yazık ki son 40 yıl içinde birlik ve beraberlik ruhumuzu büyük ölçüde zayıflatmıştır. Medya kuruluşları ve belediye yöneticileri ile kurulan yakın ilişkiler sonucu halk halen kendilerine kim tanıtılıyorsa onların peşinden koşmaktadır. Tüm bu olumsuz alışkanlıklara rağmen iyi ve güzelin peşinde koşarak senfonik konser ve opera temsillerini izlemeye giden milyonlarca yurttaşımız vardır ve bu sayı her yıl daha da artmaktadır. Orkestralar ve konservatuarlarımızın sağlam kurumsal alt yapıları sayesinde 1919 yılından başlatılan Ulusal Kurtuluş Mücadelemiz aralıksız olarak halen devam etmektedir.
*Özledik, İzindeyiz, https://www.youtube.com/watch?v=fcGw8PdmVCY
1919 yılından itibaren verilen kurtuluş mücadelesi içinde Cumhuriyetin ilk 10 yılında Büyük Atatürk hayatta iken gerçekleşen çok önemli üç müzik olayı
Özsoy Operası, Firdevsi Şehname ve İran Şahı’nın Ankara’yı ziyareti
Kendi gelenek ve müziklerimiz ile sınır komşumuz İran’ınkini harmanlayarak, iki ülke arasında dostluğu perçinleyen ilk Türk operası Özsoy, 1919 yılından itibaren verilen Ulusal Kurtuluş Mücadelemizin Türk müziği adına gerçekleşen en önemli çalışmalardan birisidir. 1934 yılında, Cumhuriyet devrimlerini yerinde görmek isteyen İran Şahı’na, İranlıların ünlü Şehnamesi’nden Hakan Feridun ve ikiz oğullarını konu alan destanı sahne yapıtı olarak hazırlatmak isteyen Büyük Önder, iki ülke kardeşliğini simgeleyen bir opera yaratmak için şeytanın ayırdığı ikiz kardeşi yüzlerce yıl sonra buluşturup, Türk ve İran kardeşliğini geleneksel müzikler ve bir destan ile sahneletmeyi planlar.
Büyük Önder’in her aşamasında katkı verdiği operada, Hakan Feridun’un arp eşliğindeki sözlerinden bir bölüm şöyledir;
“Ben ne puta tutkunum ne de yare vurgunum. Elimde destanımla yalnız hakka bakar, doğruyu anlatırım, gönüllere akarım. Gönlü açık olanlar elbet beni severler.”
Bu dizelerde, Asya Türklerinin eski inancı Şamanlık’tan İslâm’a geçiş anlatılmakta, ardından tasavvuf felsefesinin büyük ozanı Yunus Emre ile bağlantı kurulmaktadır. Bölümün devamında milletimizin kültür yapısını oluştururken kaynakların, Batı’dan veya Doğu’dan değil, kendi tarihimizden alınması gerekliliği vurgulanmaktadır.
“Ben ne Homeros gibi hayali yavuzlar, tanrılarla sevişen kızcağızları anlatmaktan hoşlanır ne de eski Fin’lerin Kavalası gibi insanlarla cinlerin döğüşünü süslerim hayal enginlerimde. Ben Firdevsi değilim. Kendi dar anlayışımdan güzel renkli savaşlar yaratıp, ininde uyuyan aslanları kamçılamam. Ben vatan yavuklusu ozanım. Öz tarihi söylerim. Olmuşu iletirim. İşte böyle beylerim.”
Toplumun ilerlemesi için başvuracağı kaynakların, kendi geçmişinde var olduğu ve bu geçmişten hareket edilmesi gerekliliğine işaret edilen devamında;
“Tarih diyor ki bize, uygarlıklar ırmağı brakisefal soyda buldu. Bu soy Asya’dan çıktı, dört bir yana dağıldı. Bu tarih yükselişin başlangıcı sayıldı. Avrupa, Anadolu, İran ve orta yayla uygarlığa girdi. Bakın, bu büyük soyla zaman durur mu? Sakın zaman durur sanma, duran düşer. İlerden başkasına inanma.”
Bu satırlar ise dağılmış Türk boylarını bir araya toplamayı başaran Hakan Feridun’un temsil ettiği kişilik ile dağılmış Osmanlı İmparatorluğu’nu yeni bir ulusta birleştiren Cumhuriyet özdeşleştirilmiştir. Bu özdeşleştirmeyi sağlayan ortak değerlere Hakan Feridun, iki oğlunun dünyaya gelişinin kutlandığı gece, yapılan dualarda yer verilir.
KORO:
“Size şölen hazırdır. Kurbanlar sizi bekler. Bu saadetli günde nur getirdiniz beyler. Hep kollar göğe kalksın, yere kapansın dizler. Benim ile bir oldunuz, dua ettiniz sizler.
Tanrım bu güzel geceyi en güzel umutlarla doldur, nurunla doldur. Sen ey ışık kaynağı, dileklerin yapıcısı, umutlarını sana bağlayanların koruyucusu. Ulu Tanrı, Yüce Tanrı. Çok cahiller seni gökte arar, yerde ister. Sen inananların gönlündesin. Ulusumuzu daima aydın ufuklara yönelt Tanrım.”
Türk ve İran toplumlarına birlikte son derece güçlü bir birlik ve beraberlik ruhu kazandırmak için titizlikle seçilmiş bu sözlerle önemli mesajlar veren Özsoy Operası’nın dünyada bir benzeri yoktur. Hiçbir ülke devlet adamı komşu bir ülkenin devlet adamına ve toplumuna kendi geleneksel kültürleri ile bezenmiş bir opera yaratmamıştır.
Opera temsilinin ertesi günü Dışişleri Bakanlığı’na davet edilen iki ülke başkanı, ebedi dostluk için imzalarını atarlar.
Özsoy Operası, Kaynakça,
(Millî Kültür Dergisi
Eylül 1984
Sayı: 46)
——————————————————————————————————
Lenin ve Atatürk
Yıl 1924. Cumhuriyet kurulalı 8 ay olmuş. Cumhurbaşkanı yaveri Salih Bozok aradı ve Gazi seni görmek istiyor dedi. Gittim. Bir evrak verip sesli oku çocuk dedi. Sol köşede Fransızca, Sovyet ve Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Genel Sekreterliği amblemi var. Mektubun tercümesi;
“Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,
Biz dost ve kardeş Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, kuruluşunuzun 1. yıldönümü anısına size bir armağan vermek istiyoruz. Moskova Devlet Senfoni Orkestrası ve Korosu’nu Beethoven’in 9. Senfonisi’ni seslendirmek üzere tarafınızdan belirlenen bir tarihte Ankara’ya yollamak istiyoruz.
Bu armağanımızı kabul ederseniz kıvanç duyacağız.
Hürmetlerimle,
Vladimir Ilyich Lenin, Genel Sekreter”
Konser için mekân bulmanın zor olacağını söyleyen Büyük Önder’e, Memduh Altar, konserin Cebeci Halkevi’nde yapılabileceğini söylüyor. 30 Ekim 1924 akşamı konserin gerçekleşmesinin istendiği resmi bir yazı ile Lenin’e bildiriliyor.
O dönem Ankara’da kalacak otel olmadığından, 100 küsur kişiden oluşan orkestra ve koro, konser akşamı gruplara ayrılarak evlerde misafir ediliyor. Tüm yabancı elçilik mensupları, bakanlar ve milletvekilleri, orkestra üyelerini misafir eden aileler, basın mensupları konsere davet ediliyor. “Gazi Paşa”, locasına geçerken orkestra ve koro ayağa kalkıyor ve bizim “İstiklal Marşımızı” 4 sesli olarak söylemeye başlıyorlar. O an yanında oturan Memduh Altar, “Paşa”nın irkildiğini ve gözlerinin dolduğunu görüyor.
Rusların sergilediği muhteşem konserin ardından verilen davette sahne sanatlarında eksikliğimizi fark eden Büyük Önder Atatürk, acilen yurt dışından çağrılacak nitelikli müzisyen ve sanatçılarla kendi eğitim kadrolarımıza ve sanatçılarımıza kavuşmamız gerektiğini vurguluyor.
Cumhuriyetin kazanımlarına hayran kalan komşu ülke Rusya, arkada çağdaş çok sesli Türk müzikleri eşliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin 10 yıl içerisindeki gelişmelerini uzun bir filme alarak, 1934 yılında Atatürk’e armağan ediyor. Komünizm reklamı olur diye o günlerde yayınlanmayan bu muhteşem film şimdi Youtube’da.
Lenin ve Atatürk, Kaynakça,
Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası
21 Mayıs 2017
Merhum Müzikolog Cevat Memduh Altar’ın Anlatımı ile… Gerçek Bir Öykü
1936, Bela Bartok ve Halk Türkülerimiz
1936 yılına kadar ulusal müziğimizin Türk Halk Müziği temeline oturtulması konusunu anlatacak ve gerçek bir halk müziği ezgisinin derlemesinin nasıl yapılacağını gösterecek hiçbir bestecimiz yoktu. Ankara Halkevi bu nedenle dönemin önemli Etnomüzikoloğu Macar Bela Bartok’u Türkiye’ye davet etti. Besteci Ahmet Adnan Saygun’a türkülerin sözlerinin not edilmesi, Bela Bartok’a notalarının yazımı ve ses kayıtlarının yapılması görevi verildi. Sonrasında Maarif Vekilliği Ankara Konservatuarı Bestecilik Bölümü’nde görevli Necil Kazım Akses ve Ulvi Cemal Erkin’in de çalışmalara katılmalarını sağlandı. Anadolu’daki Suriye sınırından Toroslar’daki Yörük çadırlarına kadar güney bölgemizde yurdun dört bir köşesine gidilerek, yöresel türkülerin sözleri yazıldı, nota ve ses kayıtları yapıldı.
Nebil Özgentürk’ün kaleminden Bartok;
1936’nın baharında, Halkevleri’ nin daveti üzerine gelmişti Bela Bartok. Uzmanıydı halk müziklerinin. Anadolu’nun da türkü izini sürmesi istenmişti ondan. Zaten ülkede yeni bir kültürün inşası sürüyordu.
Ön bilgiyle bir bölge seçti. Karacaoğlan ve Dadaloğlu’nun dağlarında türkü yaktığı Adana. Ve tabii ki Çardak Köyü…
Adnan Saygun’la zor yollara koyuldular, elde kayıt cihazları, bazen araba bazen eşek sırtında bazen yürüyerek, vardılar dağlara. Şaşkındı köylüler, ama misafirperverlik zirvedeydi. Kayıt başladı dilden dile, bir kuyumcu titizliğiyle.
Ama zor geçiyordu kayıtlar. Erkeklerin tarladan dönüşü bekleniyor, kadınlarınsa evlerinden köy meydanına çıkıp ikna edilmesi. İkna zordu, bir de bir köy efsanesi alıp yürümüştü. Sanki o ağıt ve türküler kayıt cihazına geçince köylülerin sesini yutacak diye düşünmüşlerdi. Ama sonunda derleme bitti. Bartok hayatının en mutlu günlerini geçirmişti Adana’nın köylerinde. Yüzlerce türkü taş plaklara kaydedildi.
O türkü ve ağıtlar, bugünlere kalan ve Çukurova’nın yazı efendisi Yaşar Kemal’e ışık veren.
Evet Bartok’un notları mükemmeldi, kaynak tamamdı ama savaşın kavurduğu ülkesine, Macaristan’ a dönmek istemiyor, Anadolu’ da kalmak geçiyordu gönlünden. İş bulup yerleşmek istedi ama olmadı, oldurulamadı! Zaten Türkiye, savaşın etrafında satranç oynamak durumuna gelmişti. Bartok’un gönlünden geçenler fark edilmedi bu hay huy içinde.
Barış ve türkü diye diye önce Macaristan’ a gitti, ardından Amerika’ ya göçtü ve 1940 yılında, beş yıl sonra da hayattan göçüp gitti.
Yaşar Kemal, içinden dev romanlar çıkacak Bartok ışıklı Ağıtları’nı yayınlayacaktı aynı yıl. Ve zaten sonraki o dev romanlarda da yani İnce Memedlerde, Efsanelerde Bartok’un izleri hep olacaktı, sanki Bartok’a teşekkür niyetine…
Ve hayat ki yıllar gelip geçecek, o ağıtlardan ve Bela Bartok hazinelerinden binlerce türkü popülerleşecek, o türküleri söyleyenlerin pek çoğuysa Bartok’tan bihaber kalacaktı.
*Bartok, Mavilim, https://www.youtube.com/watch?v=nZ5DUUN4gqE
Bela Bartok ve Halk Müziklerimiz Kaynakça;
Nebil Özgentürk
Türkiye’ nin Hatıra Defteri (1923′ ten Günümüze)
DenizKültür Yayınları
Bela Bartok
Musiki Dergisi
