1919: Türk Devrimi ve Arap Dünyasında Kaos

tarafından
564
1919: Türk Devrimi ve Arap Dünyasında Kaos

Prof. Dr. Recep Boztemur | ODTÜ Tarih Bölümü

Başlıktaki Türk Devrimi ifadesi çağdaş Türkiye’nin kuruluşunda yer alan iki tarihsel süreci, yani Millî Mücadele’yi ve çağdaş bir Cumhuriyet’in kuruluşunda gerçekleştirilen devrimler dönemini birlikte ifade etmektedir. İlk tarihsel sürecin başlangıcı 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Bırakışması’yla başlayan emperyalist işgal ve işgale karşı Kurtuluş Mücadelesi’nin hazırlık aşaması olan kongreler sürecidir. Bu çalışma, Türk Devrimi’nin başlangıcında Arap Ortadoğusu’nun çeşitli ülkelerinde gerçekleşen değişimleri vurgulamak ve Arap dünyasında gerçekleşen değişimin tam bir yüzyıl sonrasında, yani 2019’da da belirleyici olduğunu belirtmek amacını taşımaktadır. Ancak böyle bir mukayese, günümüz Ortadoğusunda devlet, ulus, kimlik ve demokratikleşme sorunlarının köklerine dair veriler sağlayabilecektir. Arap dünyasının günümüzde yaşadığı sorunların kökenini yalnızca emperyalizmin amaçlarında aramak Arap dünyasının siyasi, iktisadi ve toplumsal sorunlarını basitleştirmek ve riskini de taşımaktadır. Bununla birlikte Osmanlı sonrası Ortadoğu ülkelerinin siyasal gelişmelerinin emperyalist ülkeler tarafından biçimlendirildiği kadar, çeşitli Arap ülkelerindeki iç dinamiklerin de devlet-toplum ilişkileri üzerinde etkili olduğu, demokratikleşme sorunlarının nedenlerinin siyasal ve iktisadi ilişkilerin kurulmasında ve gelişiminde aranması gerektiğini vurgulanması gerekmektedir.

Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde ulus-devlet inşası ve ulusal ekonominin gelişmesi için gerçekleştirilen devrimler döneminde de Mısır, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin gibi yakın komşu ülkelerdeki gelişmelerin mukayeseli biçimde incelenmesi çağdaş Türkiye’nin değişiminin niteliklerini ortaya koyabilecek niteliktedir. Bu mukayesede en önemli etken, Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece siyasi ve iktisadi olarak değil, toplumsal, eğitsel ve zihinsel düzeyde de emperyalizmin etkilerinden kurtulmuş olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti yeni bir ulusal kimlik, yeni bir toplum ve siyasal ekonomi oluştururken, Mısır iktidar boşluğu içinde bulunmakta, Mısır yurtseverleri kendilerini, İngiliz yönetimi, krallık ve siyasal İslam arasındaki iktidar mücadelesinden kurtaramamaktadır. İran, Şah döneminde göreli olarak Türkiye’ye benzer reform süreci içine girmekle birlikte, ülke, 20. yüzyılın ilk yarısını kuzeyde Rusya/SSCB, güneyde ise İngiliz sömürgeciliği arasındaki emperyalist mücadele içinde geçirmiştir. Suriye ve Irak’ta ulusal gelişmeler askeri darbelerle defalarca kesintiye uğramıştır. Filistin ulusal mücadelesi İngiliz emperyalizmi tarafından engellenmiş, süreç bir Filistin ulus-devleti yerine İsrail’in kuruluşuyla sonuçlanmıştır.       

1919’dan başlayarak dünya ölçeğinde egemenlik mücadelesinin arenası haline gelen Arap ülkelerinin yirminci yüzyılı, petrol çatışmaları, isyanlar, askeri darbeler ve savaşlar tarihi olarak gelişti. 1903 yılında Britanya’nın Hannibal savaş gemisinde gerçekleştirdiği ilk ve başarısız mazot denemesinin üzerinden çok geçmeden kurulan Anglo-Persian Petrol Şirketi (APOC), İngiliz hükümeti tarafından desteklenen William Knox D’Arcy’nin İran petrolleri üzerindeki imtiyazlarını üstlendi. Şirket, 138 mil uzunluğunda dünyadaki ilk petrol boru hattıyla Abadan petrolünü Basra Körfezi’ne indirerek Birinci Dünya Savaşı’nda Batılı müttefiklerin savaş gemilerine üstünlük sağladı. Petrol savaş makinesinin işlemesi için o derece önemliydi ki, Britanya kuyuları ve boru hatlarını korumak için Güney İran askeri birliklerini oluşturdu. 

1911 yılı sonunda Başbakan Herbert Asquith, Winston Churchill’i Donanma Bakanlığı’na getirdi. Emekli amiral ve Churchill’in yakın dostu Fisher, Britanya donanmasının büyütülmesi, geliştirilmesi ve kömürden petrole dönüştürülerek modernleştirilmesi için çalıştı. Fisher, bilgi ve tecrübesini donanmanın petrole dönmesi, bunun için de içten yanmalı motorların gemilere uyarlanması için kullanıyordu. Fisher ile Churchill, böylece yirminci yüzyıl petrol mücadelesinin en önemli belirleyici konumuna yükseldiler. 1911’de başlayan modernleştirme çalışmaları, fueloille çalışan 56 destroyer ve 74 denizaltının üretimini sağladı. Donanmada petrol kullanımının yararları hemen ortaya çıktı, donanma hızlandı, Britanya gemileri Alman gemilerinin hızını neredeyse yakaladı, denizci asker sayısı katlanarak arttı. 1912, 1913, 1914 yıllarında geliştirilen üç ayrı denizcilik programıyla Queen Elizabeth gibi güçlü gemilerden oluşan bir donanma oluşturuldu.

Sanayi devriminin getirdiği teknolojik değişiklikleri savaş araçlarına ve denizcilik alanına uygulayan İngiltere, bu mücadeleyi yalnızca Almanya’ya karşı değil, 1904 yılında imzaladığı Entente Cordiale ile müttefik olduğu Fransa’ya karşı da sürdürüyordu. Fransa ile çatışma, çok geçmeden, Büyük Savaş’ın hemen ardından, Arap topraklarının paylaşılması sırasında gün yüzüne çıkacaktı.

1919’a gelindiğinde savaş petrolün, petrol de Orta Doğu’nun önemini arttırdı. Churchill, petrolün bulunması, işletilmesi ve denizaşırı nakliyesi için Kraliyet Yakıt Komisyonunu kurdu ve komisyonun başına emekli Amiral Fisher’ı getirdi. Deniz taşımacılığında APOC ile Royal Dutch Shell arasında büyük rekabet vardı. Bu rekabette üstünlüğünü yitiren APOC’un başına, İran kaynaklarını geliştirmek ve petrole yatırım ile üretimi arttırmak amacıyla Charles Greenway getirildi. Yeterli olmayan İran kaynaklarını ve rezervlerini arttırmak, Orta Doğu’nun başka yeraltı kaynaklarıyla desteklemek ve çeşitlendirmek, savaş nedeniyle artan petrol fiyatlarını düzenlemek için Churchill, Britanya petrol şirketini diğer rakipler karşısında desteklemek ve dünya petrol tekelini oluşturarak İngiltere’nin petrol ihtiyacının karşılanmasını güvenceye almak gereğine inanıyordu. Hatta bu amaçla, liberal Churchill, APOC’un %51 hissesinin 2.2 milyon pounda devlet tarafından satın alınarak kamulaştırılmasını sağladı. Savaş öncesinde hayli belirsiz olan devlet ve APOC ilişkileri savaş sırasında ve sonrasında netlik kazandı. Abadan’ın sahibi olan APOC’un önemi birden arttı, Mezopotamya’da Osmanlı-Britanya savaşının belirleyici unsuru, Abadan rafinerisi, petrol hattı, Musul petrolleri ve APOC haline geldi. Kısa bir süre sonra BP de Britanya tarafından satın alındı.

Savaşın son yılında, artan petrol krizini aşmak, petrol kaynaklarını denetim altına almak, çıkarmak, üretimi kontrol etmek ve müttefiklere taşımak için İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD tarafından Müttefiklerarası Petrol Komisyonu kuruldu. Komisyon, Almanya’nın savaş makinesinin sıkıntıda olduğu bir zamanda, Müttefiklerin savaş aygıtlarının çalışmasını sağlamak ile yükümlüydü. Petrol Konseyinin başkanı, Dışişlerinin eski İran uzmanı ve petrolü en iyi bilenlerden biri olan Lord Curzon’du. Nihayet 11 Kasım 1918 tarihinde Almanya’nın mütarekeyi imzalamasından on gün sonra Başbakan David Lloyd George, Konsey onuruna Lancester House’da bir akşam yemeği verdi. Çok geçmeden Dışişleri Bakanlığına getirilecek olan Curzon’ın, yemekteki konuşmasında söylediği “Müttefikler zafere bir petrol dalgası üzerinde ulaştı” cümlesi Komisyon’un galibiyetteki büyük payını vurguluyordu. Petrolün “savaşın kanı” olarak tanımlandığı bu akşam yemeğinde Fransa Petrol Genel Komisyonu Başkanı Senatör Bérenger de, “savaşın ardından, sanayi, ticaret, tarım, kalkınma ve gelişme için daha çok petrole gereksinim vardır, daha çok, daha çok…” diyerek Müttefiklerin Osmanlı Arap toprakları hakkındaki düşüncelerini açığa vuruyordu.

Paris Barış Konferansı toplandığında Arap topraklarına ne olacağı konusu gündemin çok arka sıralarında yer alıyordu. Öncelik, Avrupa güvenliği ve Fransa’nın Almanya’dan talepleri üzerineydi. Fakat 1919’un Bahar aylarında gelişen olaylar, eski Osmanlı Arap topraklarının Müttefikler tarafından paylaşılması, onlar tarafından himaye altına alınması ve yönetilmesi düşüncelerini öne çıkardı. İngiltere için öncelik, petrolün güvence altına alınması, kutsal topraklarda İngiliz hâkimiyeti ve Süveyş Kanalı’nın güvenliği olarak ortaya çıktı. Konferans sırasında, İngiliz heyetinin tarihçi danışmanlarından Arnold Toynbee, Lloyd George ile bir görüşmesinde, Başbakan’ın sesli düşünmesine tanıklık ettiğini, George’un kendi kendine, “Mezopotamya, evet… petrol, sulama, Mezopotamya’yı almalıyız… Filistin, evet… kutsal topraklar, Siyonizm, Filistin’i de alalım… Suriye, ne var Suriye’de… Orayı Fransa alsın…” dediğini belirtmektedir. Bu olay bile, Arap topraklarının nasıl paylaşılacağı konusunda bir fikir vermektedir.

Lloyd George açısından, savaş sırasında yapılan gizli (ama artık gizliliği kalmayan) anlaşmalar çerçevesinde Fransa’ya da bir şeyler vermek gerekiyordu. Ancak, Araplara da sözler verilmişti ve bu sözler Fransa ile yapılan anlaşmalarla çelişiyordu. Hicaz emiri Şerif Hüseyin ile Kahire’deki İngiltere Yüksek Komiseri Henry McMahon arasında 1915-16 arasında yapılan yazışmalar, Arapların İngiltere’ye yardımlarına karşılık Arap bağımsızlığı, hatta Hilafet taleplerini içeriyordu. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Paris’te, hayalindeki bağımsız Arap topraklarının sınırlarını çizdiğinde bunun yalnızca Fransa ile değil, İngiltere çıkarlarıyla da bağdaşmadığı ortaya çıktı. Kudüs’ün Arap toprakları içinde yer almasına yönelik İngiltere tarafından hiçbir söz verilmediği iddiası ve Arapların Filistin üzerindeki talepleri tartışma konusu olmaya devam etti. Çünkü aynı topraklar için 1917’de İngiltere tarafından Balfour Bildirisi ile Weizmann’a ve diğer Siyonist liderlere verilen sözler de Arap talepleriyle çelişmekteydi. Aslında Emir Faysal da 3 Ocak 1919’da kendisine verilen bağımsızlık sözünün gerçekleşmesi karşılığında Filistin’e yapılacak Yahudi göçüne razı olmuştu.

Bununla birlikte, Arap topraklarında İngiliz varlığına karşı ilk isyan, hiç beklenmeyen bir yerden, Mısır’dan geldi. Mısır’ın toprak sahipleri ve tüccarları, savaş sırasında pamuk fiyatlarının artması ve Müttefiklerle artan ticaretten büyük kârlar elde etmişler ve zenginleşmişlerdi. Ancak büyük orta sınıf ve kent yoksulları savaş sırasında İngiltere’ye karşı üstlendikleri yükümlülüklerden bıkkınlardı. Bu hoşnutsuz kesimlerin büyük desteğini alan Mısır milliyetçileri de savaş sonrasında Mısır’ın konumunun belirlenmesi ve bağımsızlığının tanınması isteğindeydiler. Ancak İngiltere’nin Kahire’deki yüksek komiseri Sir Reginald Wingate başka düşünceler peşindeydi. Wingate, iki meclisli bir yasama organının üst meclisinin Mısırlı bakanlar, bakanların İ;ngiliz danışmanları ve yabancı temsilcilerden oluşmasını öngörüyordu. Bu düşünce açığa çıktığında Saad Zağlul önderliğindeki milliyetçiler bir heyet (Vefd) oluşturarak Beytül Lord’a (Kahire’deki Britanya Resmi Konutu) gittiler. Amaçları Başkan Wilson’ın ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi çerçevesinde, Arap dünyasının diğer temsilcilerinin Paris’te yaptıkları gibi, görüşlerini ifade edebilmek amacıyla Londra’ya gidebilmelerine izin almaktı. Britanya Dışişleri Bakanı Lord Balfour’ın Zağlul Paşa’yı reddetmesi ve Mısır kabinesinin istifası üzerine Mısır’da gösteriler başladı. Wingate, Zağlul ve üç milliyetçi önderi önce Malta’ya sonra da Seyşel adalarına sürgüne yolladı. Kahire’de başlayan gösteriler diğer şehirlere sıçrayarak Mısırlı milliyetçilerin 1919 Devrimi diye adlandırdıkları bir büyük isyana dönüştü.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında Mısır siyasi tarihini, Mısır milliyetçilerinin bir yandan Sultan Fuad ve Faruk’un krallığı, diğer yandan İngiliz yüksek komiserliği (daha sonra Büyükelçiliği) ile mücadelesi belirleyecekti. İngiltere, Mısır’daki İngiliz ve yabancı ülke çıkarlarının korunması, Britanya’nın Hindistan yolunun açık tutulması ve Süveyş’in kontrolü, Sudan üzerindeki hakimiyet konularına yoğunlaşırken Mısır milliyetçileri kendilerini, bağımsız bir ülke için bu çıkarlarla ve işbirlikçileriyle sürekli bir çatışma içinde buldular.

Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, Barış Konferansı’nda bağımsız bir Arap devleti hakkındaki görüşlerini dile getirdi, ama bunu bütün Arapların temsilcisi sıfatıyla değil yalnızca Hicaz adına yapması kaydıyla gerçekleştirebildi. Mayıs ayında Paris’ten dönüşünün ardından Suriye’deki taraftarları, Lübnan ve Filistin de dahil olmak üzere bir Genel Suriye Kongresi topladılar. Kongre’nin, Suriye ve Irak’ın bağımsızlığını, gizli anlaşmaların yok sayılması ve İngiltere ve Fransa mandalarının reddini istemesi İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirdi. Faysal’ın Suriye’nin Lazkiye, Lübnan ve Suriye olarak ayrılması konularında Fransa ile yaptığı görüşmeler sonuç vermeyince Suriye Genel Kongresi Suriye, Irak ve Filistin’in bağımsızlığını, Lübnan’ın özerkliğini ilân etti. Buna karşılık, İngiltere ve Fransa, Milletler Cemiyeti’nden Fransa’nın Lübnan ve Suriye mandaları, İngiltere’nin Irak ve Filistin mandaları kararlarını çıkarttılar ve Suriye’de neden oldukları Büyük İsyan bir Fransız-Arap savaşına dönüştü. Uçaklar, tanklar ve ağır toplar desteğindeki Fransız ordusu Şam’a girdi ve Faysal’ı Suriye’den kovdu. Suriye ve Lübnan mandalarına sahip olan Fransa, Lübnan Marunilerinin korunması amacıyla sürekli olarak Lübnan sınırlarını Suriye aleyhine genişletti ve 1920’de Bekaa vadisini, Lübnan dağını, Trablusşam’ı ve Sayda ile Tire’yi içine alan Büyük Lübnan’ı ilân etti. İsyan ve çatışma, Filistin ve Irak’ta da devam etti. İngiltere’nin ve Yahudi örgütlerinin amaçlarını anlayan Filistinli Araplar’ın 1920’de başlayan başkaldırıları günümüze kadar sürdü. Irak’ta manda yönetimine karşı aşiret ayaklanmaları başladı ve şiddetle bastırıldı.

Arap taleplerinin ve verilen sözlerin karşısında suçlanan İngiltere hükümeti, 1921 Martı’nda Kahire’de Churchill’in başkanlığında, Mısır, Irak ve Filistin yüksek komiserlerinin katıldığı bir konferans düzenledi. Bu konferansta, Emir Faysal’ı Irak kralı yapma planları açığa çıktı. Bu kez de Faysal’ın Irak krallığı bekleyen kardeşi Abdullah isyan ederek Suriye’deki Fransa birliklerine saldırmak üzere Hicaz’dan harekete geçti. Abdullah’ı isyandan vazgeçiren ve Suriye’de bir Arap devleti kurulana kadar Ürdün nehrinin doğu yakasında kurulacak Mavera-i Ürdün’ün emiri olmaya ikna eden Churchill oldu. Suriye’de bir Arap devleti düşüncesine Fransa’nın şiddetle karşı çıkması üzerine Haşimi Ürdün krallığı kalıcı hale geldi. Ürdün de İngiltere mandasında kalacaktı ama manda yönetimi Ürdün’ü Yahudi yerleşim alanının dışında bıraktı.

Anadolu’da Millî Mücadele’nin başladığı ve henüz sonuçlanmadığı bir sürede Osmanlı İmparatorluğu’nun eski Arap vilayetlerinin Büyük Savaş’ın galipleriyle karşılaşmaları isyan, savaş ve emperyalist sömürü sonuçlarını verdi. Bu kısa sürede, Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Filistin kuruldu ve İngiliz ve Fransız kontrolü altına girdiler. Hicaz’ın durumu daha da vahimdi. Arap krallığı ve hilafet düşünceleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin, birkaç yıl için Hicaz krallığı ile yetindi ve 1924 yılında Hicaz’da Suudi-Vehhabi hâkimiyeti kuruldu. Orta Doğu’da petrol, toplumsal hareketler, siyasal krizler ve ekonomik dengesizlikler günümüze dek sürdü. Arap topraklarında (bu yazıda ayrıntılarına girme imkânı bulunmayan) olayların ortaya çıkardığı ve günümüzdeki gelişmeleri belirleyen bu sonuçlar, Millî Mücadele’nin ulusal ant ve vatanın bölünmez bütünlüğü, ulusal irade ve millî güçler, ulusal egemenlik ve ulusal bağımsızlık gibi 1919 ilkelerinin önemini bir kez daha açıklıkla gözler önüne sermektedir.

KAYNAKÇA

Boztemur, Recep, “Arap İsyanı, 1916-18”, Mülkiye, C. 35 (2011), 65-79.

Fraser T.G., A. Mango ve R. McNamara, Modern Ortadoğu’nun Kuruluşu, çev. Füsun Doruker, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2011.

MacMillan, Margaret, Paris 1919, çev. Belkıs Dişbudak, Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2001.

Mansfield, Peter, Ortadoğu Tarihi, çev. Ümit H. Yolsal, İstanbul: Say Yayınları, 2010.

Yergin, Daniel, Petrol: Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, çev, Kamuran Tuncay, Ankara: İş Bankası Kültür Yayınları, 1999.